Tekel işçileri, bir buçuk aydır, iktidarın tüm tehditlerine, polis baskısına, soğuğa, hastalığa ve elverişsiz yaşam koşullarına rağmen direniyorlar. Bu morali, azmi neye borçlular? Toplumsal desteğe mi? Sınıf dayanışmasına mı? Örgütsel güçlerine mi? Kuşkusuz, bunların her birinin belli bir payı var. Ancak, hepsi dışsal etmenler. Bana göre, tekel işçisi, ‘işçi’den ‘işçi sınıfın’a dönüşmeye başladığı, kolektif meydan […]
Tekel işçileri, bir buçuk aydır, iktidarın tüm tehditlerine, polis baskısına, soğuğa, hastalığa ve elverişsiz yaşam koşullarına rağmen direniyorlar. Bu morali, azmi neye borçlular? Toplumsal desteğe mi? Sınıf dayanışmasına mı? Örgütsel güçlerine mi?
Kuşkusuz, bunların her birinin belli bir payı var. Ancak, hepsi dışsal etmenler. Bana göre, tekel işçisi, ‘işçi’den ‘işçi sınıfın’a dönüşmeye başladığı, kolektif meydan okumanın gücünü keşfettiği ve toplumsal zembereği neyin oluşturduğunu öğrendiği için vazgeçmiyor.
Tekel işçileri, Zonguldak grevinden bu yana hiç bir sınıf hareketine nasip olmayan bir toplumsal meşruiyet zemini yakaladılar. Ancak bunu, tıpkı maden işçilerinin durumunda olduğu gibi, büyük ölçüde kendileri çabalarına borçlular. “Ölmek var, dönmek yok” sözü onların pratiğinde ete kemiğe büründüğü için bu kadar ilgi görüyorlar.
Tekel işçileri, bu süreçte kendi gerçeklikleriyle de yüzleşiyorlar. Bunu yaparken de kah kahroluyorlar, kah isyan ediyorlar kah mutlu oluyorlar, kah…..Örneğin “dostumuzu düşmanımızı” öğrendik diyorlar. En büyük desteği, “daha düne kadar adını bile duymadıkları” ya da “düşman sandıkları” sol çevrelerden aldıklarını söylerken kendi “cahilliklerine” kızıyorlar. “Meğer gerçek insanlık onlardaymış!”Özelllikle “harçlıklarından habire yiyecek taşıyan”, buna karşılık “hala ‘bize oy verin’ dememiş olan” öğrencilere çok hayret ediyorlar. Oysa AKePe’ye ne düşüncelerle oy vermişlerdi, ne vaadlere kanmışlardı?. Bu konudaki “saflıkları”nı teslim ederken pişmanlıktan çok hınçla dolup taşıyorlar.
Sınıf dayanışmasının şart olduğunu yaşayarak öğrenmişler. Ama bu konuda yine de fazla iyimser olamıyorlar. Kendilerinden pay biçiyorlar. “Kimseyi suçlamaya hakkımız yok. Bizim başımıza gelene kadar biz başkaları için ne yapıyorduk ki?” deyip, suçlu suçlu dertleniyorlar. “Bir tek bizim gibi canı yanmış olanlardan umutluyuz” derken yeniden dikleniyorlar.
Kendilerine destek olan çevrelerden, kuruluşlardan sitayişle söz ediyorlar Çankaya Belediyesi’ne, TTB’ne, esnafa ve hakkaniyet duygusunu yitirmemiş tüm Ankaralılara şükran duyuyorlar. Çankaya Belediyesi’nin yakacak yardımı ve gecenin ayazında altlarına sersinler diye gönderdiği tahta ranzalar, onlar için o kadar değerli ki.
Doğru düzgün barınma koşulları sağlamak; örneğin naylon yerine branda çadır tedarik etmek, geceleri bina içinde uyumalarına izin vermek, mutfakta bir kazan kaynatmak, bir sendika için nasıl üstlenilemez külfetler olabilir ki? Buna bir türlü akıl erdiremiyorlar. Yıllarca aidat ödedikleri bir kurumdan gelen “bizden aş, yatacak, yakacak, parasal yardım istemeyin. Mali koşullarımız buna el vermiyor” yazısına müthiş tepki duyuyorlar.
Bu konuda özellikle Türk-İş yönetimine çok öfkeliler. Değil direnişlerine destek vermek ya da ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, “Türk-İş’in “kendilerini buradan sürmek için her yolu denediğini” düşünüyorlar. En çok da tuvaletlerin kilitlenmesine içerlemişler. Çünkü enfeksiyon kol geziyor. İshal ya da kabızlıktan muzdaripler. Bayındır sokağı esnafı olmasa ne yapacaklarını gerçekten bilmiyorlar.
“Peki bu koşullarda nasıl oluyor da hala direnebiliyorsunuz” sorusunu, öğrendikleri tek dilin kavramlarıyla yanıtlıyorlar. “Bizi ayakta tutan tek şey inancımız” diyorlar. Bugüne kadar başka bir dille tanışmadıkları için ‘inanç’ sandıkları o şeyin aslında ‘sınıf morali- sınıf bilinci-sınıf kapasitesi vb.- olduğunu henüz bilmiyorlar. Ama öğrenmeye hevesli ve yatkın oldukları izlenimini veriyorlar.
Nitekim “inanç” dedikleri bu sihirli gücün kendilerini nasıl dönüştürdüğünü sezebiliyorlar.. Henüz neye/kime dönüşmekte oldukları konusunda net bir fikre sahip olmasalar da, dönüşümüm nasıl gerçekleştiğini ayırt edebiliyorlar. Hatta bu konuda öyle yerinde saptamalar yapıyorlar ki, sanki fiil-fail denklemini çoktan çözmüş gözüküyorlar.
Tekel işçileri yolculuklarının çok başlarındalar. Bunu kendileri de biliyorlar. Sınıfsal kuruluşun uzun, yorucu ve netameli süreçlerinde kendilerini nelerin beklediğini az çok kestiriyorlar. Direnişin “kesimsel” ve “kendiliğinden” hareketin sınırları içinde kalmasının sakıncaları pekala görüyorlar. Genel grev taleplerinde bu kadar ısrar etmelerinin nedeni de bu.
Tekel işçileri kendi üstlerine düşeni fazlasıyla yaptılar. Bir kere, “kendiliğinden” mücadelenin matematiğini alt üst ettiler. Dahası, onun kimyasını bozacak önemli girdiler de ürettiler. Örneğin ekonomik mücadele havzasına kendi çabalarıyla bir ‘bilinç mayası’ çaldılar. Şimdi bu mayanın tutması, kendi kabından taşması ve “ekonomik bilinç” düzeyinin ötesine yükselebilmesi için el birliği gerekiyor. Bunların hiç biri, onların tek başlarına altından kalkabileceği işler değil. Örneğin, bir birleşik kaplar düzeneği oluşturmak, denklemi yeniden belirlemek, sınıfın tüm bileşenlerini bir araya getirmek, daha önemlisi sınıf mücadelesini siyasallaştırmak topyekün bir seferberliğe ihtiyaç duyar..
Bu konuya önümüzdeki hafta devam etmeyi düşünüyorum. Yazıyı teslim ettiğim saatlerde sendika yöneticilerinin başbakanla görüşmesi henüz gerçekleşmemiş olacak. Söz konusu görüşmenin sonuçlarını öğrendikten sonra somut örnekler üzerinden konuyu tartışmak daha isabetli olacaktır.