Tekel işçilerinin bir ayı aşkın zamandır Ankara’da sürdürdüğü direniş, sonuç ne olursa olsun, kendi içinde çok önemli birikimler yarattı. Bunların en başında, çoğu daha önce AKP’ye oy vermiş olan binlerce işçinin bilincinde yarattığı değişim geliyor. AKP’nin ve özellikle Tayyip Erdoğan’ın o koltuklarda halkın yararına “işler” yapmak için oturmadığı artık çok daha açık hale gelmiştir. Yeni […]
Tekel işçilerinin bir ayı aşkın zamandır Ankara’da sürdürdüğü direniş, sonuç ne olursa olsun, kendi içinde çok önemli birikimler yarattı. Bunların en başında, çoğu daha önce AKP’ye oy vermiş olan binlerce işçinin bilincinde yarattığı değişim geliyor. AKP’nin ve özellikle Tayyip Erdoğan’ın o koltuklarda halkın yararına “işler” yapmak için oturmadığı artık çok daha açık hale gelmiştir. Yeni bir talepte bulunmayan, sadece eski hallerini “korumaya” çalışan Tekel işçilerinin durumu buna örnektir: AKP, çalışanlardan, yoksullardan, halktan alıp yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmek için vardır.
Tekel işçilerinin mücadelesi, sınıf mücadelesi için de (bilinen ancak yapılmayan) “yeni” zorunlulukları bir kez daha göstermiştir. İlk olarak, neoliberal saldırı tek bir merkezden planlanmakta ve her yerde aynı biçimde uygulanmaktadır. Bu saldırı; ücretlerin düşürülmesini ve sosyal hakların gaspını temel almakta, çalışma hakkını hak olmaktan çıkarıp iş güvencesi olmayan koşullar oluşturmaktadır. Aynı zamanda işçilerin ve çalışanların örgütlenmelerini engellerken, var olan örgütleri zayıflatmakta/yozlaştırmaktadır. Örneğin son olarak, sendikaların üye sayılarını mercek altına alan hükümet, yüzde 10 işkolu barajı altında kalarak toplusözleşme yetkisini kaybedecek olan yaklaşık 23 sendikayı 2011 Kasım’ında açıklayacağını ilan etti. Böylece, işçi sınıfının hareketlendiği bugünlerde sendikalar üzerinde sürekli baskı kuran hükümet, onları işbirlikçiliğe, yozlaşmaya ve hareketsizliğe itmektedir. Tam da bu nedenlerle, bu saldırıya tek bir işyerinde ya da tek bir işkolunda yanıt verebilmek, tersine çevirebilmek imkânsızlaşıyor. Mücadele şimdiye kadar hiç olmadığından çok daha fazla birlikteliğe ihtiyaç duyuyor. İşkolu farkı, sendika/konfederasyon farkı ya da alan farkı gözetmeksizin mücadeleyi ortaklaştırmak, ortak örgütsel mekanizmalar yaratmak zorunlu hale geliyor.
Bir diğer değişim, çalışmayan aile bireylerinin yaşamlarında ortaya çıkmakta. Kamusal haklardan yoksunluk ve sosyal haklarının gasp edilmesi onları, çalışan eşlerinin yanında mücadele etmeye sevk ediyor. Bu yeni durumdan en çok etkilenen kuşkusuz kadınlar. Ve kadınların katılımı hem mücadelenin içeriğini hem de mücadele biçimlerini yeniden yapılandıracak.
Asıl önemlisi ise sınıf mücadelesi artık sadece ücret talebi ile sürdürülemez hale gelmiştir. Neoliberal politikalar, çalışma koşullarını işçi sınıfı aleyhine her geçen gün daha da kötüleştirirken, kamusal hakları da tamamen ortadan kaldırmakta. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma… artık satın alınmak zorunda olunan mallar. Buna AKP’nin adaletsiz vergi (dolaylı) tahsilatı da eklenmeli. İşçiler için (alınan ücret ne olursa olsun) asgari yaşam standartlarını korumak imkansız. Bu durum mücadelenin verildiği alanı genişletmeyi zorunlu kılıyor. Klasik sendikal anlayış ve yapılar da (kendilerine rağmen) değişiyor/değişecek. Sınıfın mücadelesini engellemek için şarkıcı Alişan’dan medet uman Kumlu ve onun gibilerden “toplumsal hareket sendikacılığı” anlayışını benimsemelerini beklemek elbette saçma; ancak sendikal mücadeleyi topyekûn değiştirecek kadrolar, bu anlayışla donandıklarında başarılı olacaklardır.
Tayyip Erdoğan, emperyalizmin dönem politikalarını aynı zamanda kişisel dava haline getirmiş durumda, bu özelliğiyle Özal’a daha çok benzer durumda ve Özal’a yapışan “işçi düşmanı” yaftası ona da çok yakışır. Bu arada, toplumda büyük tepki yaratan ve daha önce Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen kiralık işçi düzenlemesi Maliye’nin hazırladığı banka harçlarını düzenleyen ilgisiz bir torba yasaya eklenerek yeniden Meclis’e sevk edildi. Uyanıklık fark edilince de torba yasadan çıkardılar. Ancak bu konudaki ısrarları kesinlikle devam edecek. Yeni yasa ile özel istihdam büroları, işçi ile ‘geçici iş sözleşmesi’ yaparak, onu istediği işverene kiralayacak. Özel istihdam bürosu, işçisini devredeceği işverenle sözleşme imzalayacak. Ancak özel istihdam bürolarından işçi kiralayan işveren, işçiye karşı hiçbir konuda sorumlu olmayacak.
Tayyip Erdoğan’ın kişisel dava haline getirdiği bir diğer saldırı programı ise sağlık alanında. Halkın sağlığını neredeyse tamamen taşeronlara havale eden AKP, ilaç bezirgânlarının tetikçiliğini yapıyor. İlk adım eczacıları dize getirmek. Türkiye 24 bin eczane ile Avrupa’daki en çok eczaneye sahip ülke. Bunun nedeni ülkemizde “önleyici sağlık hizmeti” değil “tedavi edici sağlık hizmeti”nin hakim oluşu. Dolayısıyla pasta büyük ancak pastanın dilimleri ufak.
Erdoğan’ın yaptığı ise uluslararası ilaç tekelleri için bu pastanın dilimlerini büyütmek. Kişisel dava haline getirmesinin bir nedeni de dağıtımı yaparken kendisine bağlı sermaye destekleri oluşturmak.
Erdoğan’ın kavga ettiği bir diğer kesim ise doktorlar. AKP, sağlık alanının dönüşümü konusunda bir türlü işbirlikçi yapamadığı doktorları şimdi bu yeni döneme zorla uydurmaya çalışıyor. Üniversite hastanelerinde çalışan doktorların sadece 1300’ünün özel muayenehanesi olmasına rağmen Erdoğan’ın yalanı bütün doktorları kapsadı. Asıl yapmak istedikleri ise sağlık alanının tamamen kapitalist pazarın koşullarına uygun hale getirilmesi. Baktığı hasta sayısına göre para alacak olan doktorlar için artık hastalar birer müşteri, hastaneler ise “performanslarına” göre prim aldıkları işletmeler. Ülkemizde hastanelerin kapitalist işletmeye dönüşümünün ideal örneği Acıbadem Hastanesi’dir. 14 yıl önce mali müşavirken sağlık kapitalistine dönüşen Acıbadem Hastaneleri sahibi Mehmet Ali Aydınlar TÜSİAD’ın yeni yönetim kuruluna girecek kadar palazlandı. AKP anlayışına göre, öğrenci öğretmeninin, hasta doktorunun gözünde sadece birer “müşteri”dir.
AKP’nin saldırı programının bazı parçaları, şimdilik var olan birkaç yasayla ve var olan birkaç hakimle kısmen engellenmekte ya da ertelenmekte. Ancak bu süreç de çok uzun sürmeyecek. AKP’nin altyapısını “ancak” yedi yılda hazırlayabildiği kapsamlı anayasa değişiklikleri bu yıl gündeme gelecek. Hazırlanan başlıklar “askere sivil yargı düzenlemesinin Anayasal güvenceye kavuşturulması, kadına pozitif ayrımcılık, parti kapatmanın zorlaştırılması, kamu denetçiliği, Türkiye milletvekilliğiyle Anayasa Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısının değiştirilmesi”. Bunların içinde AKP için önemli olanlar yargıyı yeniden düzenleyecek olan değişiklikler. Diğerlerinde ciddi değişiklikler beklememek gerek, onlar işin süsü. Bu süsler içinde ciddiye alınabilecek olan “Türkiye milletvekilliği” önerisi. O da aslında yüzde 10 seçim barajını düşürmemek amacıyla icat ettikleri “bir parmak bal”.
Yargıdaki yeniden düzenleme ihtiyacını da sadece AKP’nin “irticai” hedeflerini engelleyen üç-beş yargıcın tasfiye edilme süreci olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Kuşkusuz gerek Erdoğan gerekse de Milli Görüş kadroları bu yargıdan çok çekti. Bunlara özel bir husumet duymaları ve kendi geleceklerini garantiye almak için sağlam “kadro”lara ihtiyaçlarının olması “anlaşılır”. Ancak yargı, AKP’nin oturtmaya çalıştığı sistemin bazı parçalarını işlemez kılıyor, geciktiriyor. Zamları durduruyor, eczacılarla tek tek sözleşme yapmasını engelliyor, Hak-İş’in örgütlenmesine balta vuruyor, GDO düzenlemesini kabul etmiyor, şeker fabrikalarının özelleştirilmesini durduruyor, Aliağa’da termik santral kurulmasına izin vermiyor, İGDAŞ’ın özelleştirilmesini, nükleer enerji santrali kurulmasını
durduruyor, türban genelgesini, üniversitelere girişte meslek liseleri ile düz liseler arasındaki katsayı farkını ortadan kaldıran yönetmeliğin yürütmesini de durduruyor. Ve Tayyip Erdoğan bağırıyor: “Ciğerlerimize kadar kan ağlatıyorlar kan”.
Anayasa değişiklikleri için AKP’nin meclis sayısı yetmediğinden bulunan formül ise referandum süresini 120’den 60 güne indirmek. Bunun için kanun teklifi hazırlayan AKP’nin şimdilik düşündüğü ise muhalefeti korkutarak, “uzlaşmaya” ikna etmek. Referandum, AKP için de bir risk teşkil etmesine rağmen (çünkü bu oylama aynı zamanda bir meşruiyet ve onay oylaması anlamına gelecektir) asıl olarak muhalefet için büyük tehlike demek. Referanduma sunulacak paketin “iyi” hazırlanması koşuluyla AKP, (erken genel seçime gitmeden) çok büyük ihtimalle sözde meşruiyetini yenileyecektir.
Genel seçimler üzerinden 2,5 yıl geçmiş olmasına rağmen AKP’nin uygulamakta olduğu ve gittikçe daha da halk karşıtı biçimler alacak politikalarından dolayı bir meşruiyet problemi yaşayacağı ortada. Erdoğan’ın şimdilik buna bulduğu çözüm; İsrail karşıtlığı. Davos’ta keşfettiği kaynağı kullanmaya devam ediyor. Arap dünyasına attığı havadan memnun. Hem içerde hem dışarıda işe yarıyor. Aynı taktiği ülkede iktidar olmak için de kullanmıştı. Şimdi Ortadoğu halklarına “hoş” görünüp, bölgedeki taşeron rolünü daha rahat sergileyebilir. Üstelik bu durumu, AKP iktidarını devam ettirebilmek için Arap sermayesinin desteğini almakta da değerlendirecektir.
Tüm bunların yanında, Tekel işçilerinin kararlı mücadelesi solu ve toplumsal muhalefeti ateşleyici etkiler yarattı. Herkes bir şekilde Tekel işçilerinin direnişini destelemeye çalışıyor. Basit destek ve katkıları saymazsak, Tekel işçilerinin direnişini desteklemenin en doğru biçimi, herkesin bulunduğu mücadele alanından en özgün ve zengin biçimleri üreterek direnişi yükseltmektir. Tekel işçi direnişi, AKP politikalarının durdurulabileceğini ve hatta ters çevrilebileceğini kanıtlıyor. Aynı şekilde iki olumlu örnek buna eklenebilir. Dev Sağlık-İş’in Adana Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Balcalı Hastanesi’nde taşeron ve güvencesiz çalıştırmaya karşı yıllardır verdiği mücadelede çok önemli bir kazanım elde etti. Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yıllardır taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılan 1100 sağlık çalışanı 13 Ocak 2010 tarihi itibariyle Çalışma Bakanlığı kararıyla asıl işveren olan hastanenin işçisi olarak tescil edildi. Sağlıkta taşeronu durduran çok önemli bir başarı…
Diğeri, Halkevleri’nin İstanbul Belediyesi’nin metrobüse yaptığı zammı durdurması. İki mücadele örneği de kendisini var olan yasalarla sınırlamayan, meşruluğunu haklılığından alan örnekler. Gürsel Tekin gibilere örnektir; halkın muhalefeti, sadece mahkemeye dilekçe vermekle yaratılamaz. Halkın mücadelesi; çok yönlü, kararlı ve militan olduğu sürece başarıya ulaşacaktır. Başarmak için sokakta olmak gerekli.