5 Aralık’ta Sendika.Org’a yazdığım yazıya, 4 gün sonra Yıldırım Koç yine bu sitede yanıt verdi. Sendikal anlayışlar üzerinden yaptığım değerlendirmelere sessiz kalırken, 2006 yılında çıkan ‘Umudun adımları = sağlık işkolunda sendikal hareketin tarihi’ adlı kitabın ilk baskısına yönelik eleştiri/saldırı öne çıkarmış. Eleştirileri arasında sık sık “bilgisiz, okumamış, cahil” dediği gibi, yaşım üzerinden hakaretlerde de bulunmuş. […]
5 Aralık’ta Sendika.Org’a yazdığım yazıya, 4 gün sonra Yıldırım Koç yine bu sitede yanıt verdi. Sendikal anlayışlar üzerinden yaptığım değerlendirmelere sessiz kalırken, 2006 yılında çıkan ‘Umudun adımları = sağlık işkolunda sendikal hareketin tarihi’ adlı kitabın ilk baskısına yönelik eleştiri/saldırı öne çıkarmış. Eleştirileri arasında sık sık “bilgisiz, okumamış, cahil” dediği gibi, yaşım üzerinden hakaretlerde de bulunmuş.
Yıldırım Koç’un beni çocuk gördüğü yıllarda devrimci ağabeylerimiz kitap sayfalarından ‘seçme cümlelerle’ tartışırlardı. Yüz yüze olmak şartıyla bu tartışmalara karşı değilim. Yıldırım Bey’e de KESK’li kadroların önünde tartışmayı öneriyorum. İnternet ortamında bu tartışmayı yapmak çok daha zor. Aşağıdaki örnekte göstereceğim gibi kitabın gerisine bakmanın imkanı yok. Bu hassasiyet üzerinden 5 Aralık’taki yazımda “Bu yazı salt bir kitap eleştirisi değildir” demiştim. Yazımın yarısı başlığından da anlaşılacağı gibi kısmen ‘KESK tarihi’ni yazmakla ilgiliydi. Öncelikle KESK tarihini yazma yöntemiyle ilgili deneyimlerimi paylaştım. 1990’lı yılların başında ivme kazanan sendikal mücadelede somutlaşan anlayışlara, sendikal modellere ve arkalarındaki siyasi yapılara vurgu yaptım. Fiili meşru sendikacılık ile yasalcı sendikal anlayış arasındaki çetin mücadeleyi hatırlattım. Türk-İş’in sendikal modeline ve kamu emekçilerine dayatılmak istenen anlayışa işaret ettim. Yıldırım Bey’in kitabını da öncelikle tarihsel misyonu ile girdim.Yazının hiçbir yerinde Yıldırım Bey’in özeliyle ilgili hiçbir yorum yoktur. “Seçmece belge” dedim. Ama “sahte belge” demedim.
Bir defa Yıldırım Koç kitabın içinden kendince cümleler çıkartıp yorum yapıyor. Mesela altını çizdiğim şu cümlenin devamını okumamış. “Osmanlı’da bilinen ilk işçi birlikteliği Ameleperver Cemiyeti’dir. Birliktelik terimini kullanmamızın nedeni klasik bir sınıf örgütü tanımıyla örtüşmemesidir.” Yıldırım Koç bununla ilgili olarak, “Örgütün ‘işçi birlikteliğiyle’ hiçbir ilgisi yoktur. Bu iddia tam bir bilgisizlik örneğidir. Bir kere, örgütün adı, Ameleperver Cemiyeti değil, ‘Amelperver Cemiyeti’dir” diyor. Altı çizili cümlemizi okumadan geçmiş. “Cemiyetin amacı fakir işçilere din ve milliyet farkı gözetmeksizin iş bulmaktır. Bunun yanında işle ilgili sorunlarda yardımcı olmaktır.” Bu cümleyi de es geçmiş. Biz de kitabın bu bölümünde Osmanlı döneminde kapitalizm oturdu, Türkiye işçi sınıfı doğdu demedik. Anadolu’da hala ‘Amele’ terimi işçi yerine kullanılır. Türkçe’ye çevrilen Avusturya İşçi marşında ‘anamız amele sınıfıdır’ diyor. Yani anamız işçi sınıfıdır diyor. Amel=iş, eylem, hareket karşılığında kullanılır. Amele ise çalışan, iş yapan kişidir. Yani birbirine bağlı kelimelerdir. Kaynaklarda amel yerine amele olması bugünkü Türkçe dil akışı nedeniyledir. Ki Osmanlıca’dan bugüne birçok deyimde aynı durumla karşılaşıyoruz. Demek ki ameleler de alınteriyle çalışan emeğini satan kimselerdi. Perver = taraftar, yandaş; bugünkü partizan karşılığında kullanılıyor (terakkiperver gibi) . Yani bugünkü anlamda ‘işbirliketliği’nden ziyade işçi birlikteliği daha uygun düşüyor.
Benim için önemli olan başlangıç olarak bir örgütlenme olup olmadığıydı. Yıldırım Bey ‘tarihte böyle bir örgüt yoktur’ demiyor. Niteliği ile ilgili açıklama yapıyor. Bunun adı tartışmadır. Tarih bir bilimdir. Başka biri çıkar bunun bugünkü anlamda bir işçi örgütü olduğunu da söyler. Kitabın arkasında (2. baskıda) 94 örgütün adı ve kuruluş tarihi var. Bunlardan 3’ü Meşrutiyet öncesidir. Abdülhamit döneminde arşiv tutmanın zorlukları ortadadır. Bu dönemde bir örgütün kuruluş tarihiyle teknoloji döneminde bir örgütün kuruluşunun karıştırılmasını kıyaslamak, dalga geçmek, art niyete giriyor. Aslında harf inkılabı öncesi Osmanlı dönemi sınıf hareketinin tümü aydınlatılmış değildir. Yarın başka bir araştırmada daha farklı bilgiler de ortaya çıkar.
“Osmanlı’da ilk grev Kasımpaşa tersane işçilerinin 1872’de 11 ay maaş almamaları nedeniyle yaptıkları grevdir. Bazı tarihçilerse ilk grevin Beyoğlu telgraf işçilerince yapıldığını belirtiyor. Sonuçta bu grevler o dönemde Avrupa’da yapılan kitlesel işçi grevlerinin yanında Osmanlı’da yapılan ilk grevler olma özelliğini taşımaktadır.”(s.31) Zaten amacım da son cümlede söz edilenler gibi ilk eylemlere atıfta bulunmaktır. Yukarıdaki yorum bunun için de geçerlidir. Bunlara karşıt görüş sunmak, iddia temek bilimsel yönteme uygundur. Ama bilgisiz, cahil, sen neden yazıyorsun gibi ithamlar, emeğe ve düşünceye saygısızlıktır.
Yıldırım Bey tatil-i eşgal kanunun 8. maddesine vurgu yapmış. Tatil-i eşgal kanunun başka maddeleri de var. Biz kanunun kapsamı ile ilgili genel bir yorum yapmışız. Mesela 12 Eylül Anayasası için kapsam olarak ‘antidemokratik’ deniliyor. Ancak maddelerde ‘nitekim ve ama öncesi başlayan maddeler gayet demokratiktir.
Niyet karalamaksa illaki bir bahanesi bulunur. Yukarıdaki örnek cevaplarım her eleştirisi için geçerlidir. Tartışmalı konuları doğru gibi göstermiştir. Eksiklikleri öne çıkarıp hiçleştirmeye gitmiştir. Yer sıkıntısı nedeniyle ‘Umudun Adımları’na yaptığı saldırıya ara vereceğim.
Başka kaynaklardan doğrusunu gösterirsin, uyarırsın. Sonuçta her araştırma katkılara açıktır. Eğer sadece eleştiri ile kalsaydı ve arada saldırmasaydı anlayışla karşılayacaktım. Yazdığım kitap ‘kutsal ve tartışılmaz’ değildir. Her kitabın eleştirilecek yanı ve eksiklikleri vardır. Aradan 3 yıl geçmiş. İyi niyetli olanlar zamanında eleştirir. Katkılarını sunar. Uyarılarını yapar. Ama art niyetli olanlar eleştiriyi bir silah olarak saklar, pusuda bekler, zamanı gelince hışımla saldırır.
“Diğer bir deyişle, Veysi Ülgen, uzmanı olmadığı bir alanda…” diyor. Uzman olmanın kriteri nedir? Bir devlet yada özel üniversiteden diploma almaksa, mesela Osmanlı dönemi ile ilgili Yıldırım Bey de uzman değildir. Kendisi “Asıl sendikaların tarihini sendikacılar yazamaz” diyor ve sendikalarla ilgili kitap yazıyorsa, onun bakışına göre daha önce sendika yönetiminde bulunmanın ve sonra Yol-İş sendikasında çalışmanın onu sendika tarihi uzmanı yapmaya yetmeyeceğini hatırlatırım. Çeşitli sertifikalar, belgeler almak kurtarmaz. ‘Uzmanlık’ kavramı benim için tartışmalıdır. Bir insanın ilgilendiği, emek verdiği, alınteri döktüğü alanlarla ilgili kitap yazması için devlet okullarında diploma alma şartı yoktur.
Şimdi kitabın 2. baskısı, ‘Umudun Adımları = sağlık ve sosyal hizmet işkolunda örgütlü mücadele tarihi’ olarak çıktı. Bu kitaba 1990’lı yıllarda işkolumdaki sendikal hareketi yazmak için başladım. ‘Umudun Adımları’ tek başına ne Türkiye işçi sınıfının tarihidir ne de tek başına KESK tarihidir. Her ikisinin de özel bir parçasıdır. Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerini ilgilendirdiği kadar geçmişe dair hatırlatmalarda bulunulmuştur.
Asıl olarak ‘fiili meşru sendikal hareketin’ tarihidir. Bu mücadelenin nasıl bir tarih üzerinden yükseldiğini anlatmak için geçmişe gittim. Memurların ne gibi sınıfsal ve siyasal dönüşümler yaşadığını, örgütlenme evrimini, zamanla değişen devletin (memur için işveren) niteliğini açmaya ihtiyaç vardı. Başka türlü 1990’lı yıllarda memurların kapıkulluğundan kamu emekçiliğine geçişi anlaşılamayacaktı. Kitapta yararlandığım kaynakları belirtmişi
m. Sonuçta tarih bir bilimdir. Biz yazdıkça birileri tarih için daha çok umutlanacaktır.
Yıldırım Bey’in yazısında ‘Umudun Adımları’ndan sonra eleştiri kısmı tamamen kalkarak saldırı devam etmiş. “Bu yıllarda Türk-İş’te çalışmıyordum ki; Yol-İş’in eğitim ve araştırma dairesi başkanıydım. Ayrıca, Yol-İş ilişkilerimle bu sürece dahil olmadım; ama Yol-İş’in olanaklarını bu süreç için kullanmaya çalıştım.” Türk-İş modeli, ya da Türk-İş anlayışı demişim. Yoksa Türk-İş yönetim kurulu üyelerinin duruşlarını tek başına kast etmiyorum. Yol-İş, Türk-İş konfederasyonuna bağlıdır. O yıllarda Yol-İş Başkanı olan Bayram Meral aynı zamanda Türk-İş Genel Başkanıdır. Profesyonel sendikacılık diye eleştirdiğim anlayış, Genel Başkanlık kurumunun etrafında maaşlı çalışan uzman ve danışman ekibiyle sarmalanmasıdır. Sendikal politikalar böylece şekillenir. Bayram Meral’in etkin olduğu dönemde Yıldırım Koç da etkindi. Başka türlü kendini kapı önünde bulacaktı. Yıldırım Bey’in Türk – İş’i savunmaması dikkat çekiyor.
“Asıl sendikaların tarihini sendikacılar yazamaz. Keşke yazsalar; ancak tarafsız bir tarih yazamıyorlar; hatalarını dile getiremiyorlar” derken, “Bugüne kadar ciddi bir tarih yazan yalnızca Dr. Niyazi Altunya’dır. Onun dışında yazabilen çıkmadı” diyor. Sayın Niyazi Altunya, Eğitim-İş Genel Başkanı’dır. 5 Aralık’taki yazıda da vurguladığım gibi önceleri eşgüdüm sendikacılığı sonraları sendikal birlik adını alan bir anlayışı açıkça eleştirdim. Mademki sendikacılar tarafsız yazamıyorlar, o halde Niyazi Altunya da tarafsız yazmamıştır. Ve Yıldırım Koç en iyi o yazdı diyorsa Yıldırım Bey sendikal birlik anlayışını desteklediğini itiraf ediyor. Nitekim yazdığı Kitap Niyazi Altunya’nınki ile örtüşüyor.
“Ben yalnızca 1978 yılında Devrimci Metal-İş Sendikası’nın Ankara şube başkanı olarak sendikacılık yaptım. Onun dışında sendikalarda hep ücretli olarak çalışan biriydim.” Demek ki Yıldırım Bey de bir futbolcu, modacı, film artisti falan değil. Bir sendikal geçmişi var. Ve en büyük konfederasyonun genel başkanının danışmanlığını yapmış. Çeşitli yayın organlarına sendikacı olarak düzenli yazılar yazmış. Sendikacılar yazmamalıysa Yıldırım Bey niye Türkiye sendikal hareketi tarihiyle ile ilgili yazıp duruyor. Hem ben doğmadan önceki yılarlımı yazdıysam Yıldırım Bey neden doğmadan önceki yıllarla ilgili yazıyor.
Birileri mücadele edecek, bedelini ödeyecek. Birileri oturacak, tarihini yazacak. Yazar olacak, kariyer yapacak.
Bu mudur emeğe saygı!
Yıldırım Bey beni kitap eleştirisi yapmamakla suçlamasının yanısıra kendisine şahsen hakaret ettiğimi söylemiş ama örnek verememiş. Bu cümlelere ne demeli.
“Veysi Ülgen 17 yaşında bir gençti; herhalde lisede okuyordu.”
“Veysi Ülgen’in bebeklikten çıkıp torunumuzdan küçük ufacık bir çocuk olduğu dönemde, (…) Veysi Ülgen’in ergenliğe geçiş yıllarında…”
Yıldırım Bey 1951 doğumlu olduğunu söylüyor. Ben doğduğum zaman 17 yaşındaymış. Ve torunundan küçükmüşüm. Madem Yıldırım Bey hekimliğimi hatırlatıyor, o halde anlatayım 17 yaşında birinin torun sahibi olabilmesinin hangi şartlarda mümkün olduğunu hiçbir derste okumadım. 9 yaşında baba olsa, oğlu da 9 yaşında baba olsa 18 ediyor. Bir ihtimal! Bildiğim hiçbir klinik vaka da yok. Ama psikiyatri kliniğinde o yaşta kendini dede zannedenlerle karşılaştım.
“Dikkat edileceği gibi, Veysi Ülgen’in kitabındaki yorumlara ve değerlendirmelere hiç değinmedim. Bu hataların yapıldığı bir kitapta yer alan değerlendirmelerin ne kadar sağlıklı olabileceği, hekimlerin değil, işçi sınıfı tarihçilerinin karar verebileceği bir konudur.”
Bir kitapta eleştirilecek yönler var diye kitabın tümü ötelenecekse kendini 17 yaşında dede zanneden bir adamın kitabını ciddiye almamak lazım. Bunu ben değil Yıldırım Bey’in mantığı söylüyor. Halk arasında delinin mektubu okunmaz derler. Neyse ki ben Yıldırım Koç değilim. Cümlelere, eksikliklere takılıp bir emeği yok saymıyorum. Yıldırım Bey’in eline sağlık diyorum.
“hekimlerin değil, işçi sınıfı tarihçilerinin…”Yıldırım Bey bana hekimlik yap, yazma diyor. İşte tipik devlet memuru mantığı daha: Sesini çıkarma, amirini dinle, yazı yazma, fikrini söyleme, araştırma yapma, siyasete katılma. Bu yasakçı zihniyete sahip biri 1990’lı yıllarda memurlara sendikalarını kurmaya teşvik ediyormuş, toplantılar yapıyormuş, belge topluyormuş, riske giriyormuş, yolu açıyormuş! İşçi sınıfı tarihçisine bak! Hadi canım sende!
Yıldırım Bey neden yaşımı mesele yapmıştır. Birincisi, Anadolu kültüründe, tartışmalarda kişinin yaşını işaret etmek bir hakaret ve aşağılama yöntemidir. Yıldırım Bey beni en küçük torunundan küçük bir çocuğa indirgeyerek hakaretin büyüğünü yapmıştır. Sendika kitapları yazan, politik geçmişiyle övünen biri, ilkel feodal bir bakışla bana saldırıyor.
İkincisi, özellikle işçi sendikalarında yaygın olan geri bir tartışma dilidir. Kişiyi bel altından vurmak, yaşından, başından, özel hayatından, siyasi kimliğinden vurmak sendikal görüşlerin tartışılmadığı, siyasetin girmediği, tabanın üretime katılmadığı sendikalarda yaygın bir eleştiri kültürüdür. Tam da eleştirdiğim sendikal anlayış budur. Anlayışlar, görüşler, modeller yerine belden aşağı vurulur. Ben de 5 aralık yazısında bu anlayışı eleştirdim.
Küçümseme kültürü özellikle eskiden solcu olan ancak bugün sermayeye akıl hocalığı yapanların, sendika düşmanlarının bir alışkanlığıdır. Biz bir zamanlar şöyleydik, böyleydik. Sözü edilen yazıda Yıldırım Bey’e böyle cümleler sarf etmedim. 5 Ağustos yürüyüşünde Tüm Haber-Sen’in pankartını o yırttı demedim. Hizmet ettiği bir anlayışa işaret ettim. Hep anlayış dedim. Sendikal model dedim. Profesyonel sendikacılık anlayışı dedim. İdeolojik tutum dedim. Bunlar karşı olmaya ve görüş bildirmeye amenna!
Üçüncüsü, ‘Umudun Adımları’na olan kızgınlığıdır.
“Mazoşistler bir işin başarısını yenilen dayakla veya yaşanan sıkıntılarla ölçer” diyen Yıldırım Bey “12 Mart öncesini ODTÜ’de öğrenci olarak yaşadım. 12 Eylül öncesini de yoğun yaşayanlardanım. Bana yazısının çeşitli yerlerinde hakaret etmiş. Veysi Ülgen’in bebeklikten çıkıp torunumuzdan küçük ufacık bir çocuk olduğu dönemde, 1972 yılında kontrgerilladan; 12 Eylül sonrasında Veysi Ülgen’in ergenliğe geçiş yıllarında da DAL’dan ve Mamak’tan geçmiş biriyim. Bu süreçte birçok insanın nasıl saf değiştirdiğini gördüm. Ben hâlâ safımı koruyorum.” Bilmeyenlere hatırlatayım. DAL o yıllarda Ankara’da işkence merkezinin adıdır. En azından bir hoş geldin dayağı herkese atılır. Yıldırım Bey bunu yazarak bir bedel ödediğini ima ediyor. Buna rağmen mücadeleye devam ettiğini saf değiştirmediğini de vurguluyor. Yani yeniden aynı olaylarla karşılaşabilirim diyor. Kendi başarısında geçmişte yediği dayaklar ve yaşadığı sıkıntılara işaret ediyor. Bu da bir mazoşistlik değil mi! Burada çifte standardı bir kenara bırakıyorum. Mücadele edenlere açıkça hakaret ve aşağılama var.
“1990 öncesinde ülkemizin dört bir yanında düzenlenen toplantılarda Veysi Ülgen yoktu ki. Olamazdı da zaten. Ancak ben vardım. Yüzlerce kişinin katıldığı kaç toplantıda konuştuğumu, memurların sendikalaşma hakkının olduğunu kaç yerde anlattığımı hatırlamıyorum bile. Tüm o süreç boyunca da belge toplad
ım.”
Yıldırım Bey o süreçte daha önce de vurguladığım anlayış adına çok çalıştığını itiraf ediyor. Bu sürece dahil olmuş biri kendi deyimle tarih yazarken tarafsız olamaz .
Öncelikle belge diyen Yıldırım Bey geçmişimle dersini çok iyi çalışmamış. 1989’da öğrenci derneğinin bir eyleminden dolayı tutuklandım. Malatya’da sendikal çalışmalar nedeniyle soruşturmalara uğradım. 1992’de Diyarbakır Tüm Sağlık-Sen şube yöneticisiyken 17 Şubat’ta gözaltına alındım. 17 günlük işkenceli sorgularda kaldım. Savcılıktan serbest bırakılırken alınmanın asıl gerekçesinin Ergani Devlet Hastanesi’nde aidatları elden toplamak olduğunu öğrendim. 1993’te sendika yöneticisiyken Çankırı’ya sürgün oldum. Aynı yıl Tüm Sağlık-Sen genel merkez yönetim kuruluna seçildim. Bir itirafçının kitabında o yıllarda ölüm listesinde olduğum ortaya çıktı. Alsana gerçek yaşam ve hayat belgesi!
Tüm Sağlık-Sen merkez temsilciler kurulu üyesiydim. O dönemde habire Ankara ve İstanbul yollarını aşındırıyorduk. Diyarbakır’ı geçtim Yıldırım Bey’i Ankara ve İstanbul’da Tüm Sağlık-Sen’in hiçbir toplantısında görmedim. Benim de Genel Sağlık-İş’in toplantılarına katılacak halim yoktu. KÇSP’nin de hiçbir toplantısında karşılaşmadım. Sadece 6 Şubat 1993’te (önceki yazıda yılında yazıldı diye fırça çekmiş) TTB’de karşılaştım.
Yıldırım Bey o dönem de sendikal anlayış ve emek verdiği sendikalarla ilgili belge topladığını söylüyor. Biz canımızla uğraşırken Yıldırım Bey belge topluyormuş. Tabii ki bu belgeler bizim gibileriyle ilgili değildir. Katıldığı toplantılardır, eylemlerdir. ‘Seçmece Belgeler’den kastım budur. İleride tarih yazmak için toplamışsa diyeceğim bir şey yok. Yıldırım Bey ile farklı yollarda yürüdüğümüz için onun belgesi beni bağlamıyor, görüldüğü kadar benim de sıcak yaşamım onu bağlamıyor. Ben derken fiili meşru sendikacılık taraftarı biri olarak konuşuyorum.
“Bizler 1985 yılı sonunda kamu çalışanlarının sendikalaşma sürecini tartıştığımızda, Veysi Ülgen 17 yaşında bir gençti; herhalde lisede okuyordu.” Belge belge diye konuşana bak. 1985 yılında ben tıp fakültesinde 2. sınıftaydım. Arada 4 yıl fark var. Ayrıca 1985 yılında Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi yemekhanesinde ilk yemek boykotu yapılmıştır
“Veysi Ülgen eğer bir aydınsa, bana hakaret etmek, saldırmak ve iftira atmak yerine, kitabımızın eleştirisi yapar”
“Veysi Ülgen demek bana öyle büyük bir hınç duyuyor ki, böyle iftiralara başvurabiliyor. Ayıp.”
Son soruyu Yıldırım Bey’e sormak lazım. 5 Aralık yazısını neden yazdığımı zannedersem yeterince açıklamış durumdayım. Sendikal mücadelede kırdığımız arkadaşlardan özür dilemesini de bildik. Farkında olmadan Yıldırım Bey’in kişisel haklarına saldırmışsak özür dileriz.
İnternet üzerinde bu tartışmayı kendi açımdan bu yazı ile noktalıyorum. Başka zeminlerde hem ‘Umudun Adımları’ hem de ‘KESK tarihi’ ile ilgili, Yıldırım Bey ile her zaman saygı temelinde tartışmaya hazırım.
Son sözüm KESK kadrolarına. 5 Aralık yazısını biraz da KESK kadroları için yazmıştım. Acaba fazla mı umutlandım!