Erdoğan ABD’de. Sadece ABD başkanlarına uygulanan en üst seviye koruma yöntemleriyle korunuyor, iki limuzin ile dolaşıyor. Obama “dostum, arkadaşım” diye hitap ediyor kendisine. Asıl olarak Cumhuriyetçilerle (Bush ailesi) arası iyi olması beklenen AKP’nin, Demokratların başkanlık döneminde de itibarı katlanmış durumda. Neden? Nedenini herkes biliyor. İkisi de birbiri için en uygun ortak. Gerek hedefleri, gerek karşılıklı […]
Erdoğan ABD’de. Sadece ABD başkanlarına uygulanan en üst seviye koruma yöntemleriyle korunuyor, iki limuzin ile dolaşıyor. Obama “dostum, arkadaşım” diye hitap ediyor kendisine. Asıl olarak Cumhuriyetçilerle (Bush ailesi) arası iyi olması beklenen AKP’nin, Demokratların başkanlık döneminde de itibarı katlanmış durumda. Neden? Nedenini herkes biliyor. İkisi de birbiri için en uygun ortak.
Gerek hedefleri, gerek karşılıklı beklentileri çok berrak. “Büyük Ortadoğu Projesi”nden vazgeçen yeni ABD yönetimi, “Büyük Asya Projesine” girişmek niyetinde. Türkiye’nin her ikisinde de kullanılabilecek bir potansiyeli var. Irak’taki askeri varlığını büyük ölçüde azaltacak olan ABD’den sonra, gerek İran’ın bu bölgedeki girişimlerini sınırlayacak, gerekse Irak’ta oluşabilecek hegemonya zayıflığını giderebilecek en uygun aday Türkiye. İki ülkeyle de sınırları var. Üstelik bölge halklarına çok şirin gözükebilecek Müslüman bir hükümet. Ticarette ve müteahhitlikte uzmanlaşmış AKP’nin sermaye bloğu için de yakılıp yıkılan bölgenin yeniden imarında değerlendirilecek olanakları mevcut. Bölgenin petrol ve doğalgaz kaynaklarının hortumlanması için de Türkiye en uygun nakil hattı. Diğer proje için, yani ABD’nin “Asya Projesi”nin başlangıcında yer alan Afganistan ve Pakistan konusunda da Müslüman bir hükümetin ve bölgeyle tarihsel bağları güçlü bir devletin sağlayacağı avantajlar söz konusu. Şu an için bile AKP hükümeti bölgedeki işgalci güçler içinde ABD’den sonra ikinci sırada. Buradaki ABD-Türkiye ittifakı bir bakıma Irak’ın işgalindeki ABD-İngiliz ittifakına benziyor.
Afganistan’a gönderilecek ek 35 bin askerin 30 binini ABD, geri kalan 5 binini ise yirmi ülke karşılayacak. Bu 5 bin askerin bin tanesi ise Türkiye’den gidecek. Afganistan’daki NATO güçlerinin komutanlığını Türkiye üçüncü kez üstleniyor. AKP’nin Afganistan konusunda kamuoyuna karşı uydurduğu safsata da “muharip asker”, yani savaşacak asker göndermeyeceği. Sanki kendisinden bu isteniyormuş ya da ABD’nin buna ihtiyacı varmış gibi. Amerikan özel şirketleri Afrika’dan ya da Güney Amerika’dan paralı asker toplamakta sıkıntı mı çekiyor?
İç politika açısından da Obama ve Erdoğan yönetiminin birbirine muhtaç olduğu konular var. Örneğin Demokratların her dönem vaat ettiği ama çözemediği Ermeni sorunu gibi, Obama için bir baskı oluşturuyor. AKP de “Ergenekoncular” ile tek başına karşı karşıya kalmak istemez herhalde.
AKP için Kürt sorunu, daha doğrusu PKK ve DTP sorunu ise, gerek Irak’ta yeni misyonlar üstlenmek için gerekse ülke içindeki gücünü pekiştirmek için “bir şekilde” üstesinden gelmesi gereken bir konu. “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” ya da “milli birlik projesi” adlarıyla anılan yeni sürecin, zaten fiili olarak yürürlükte olan adımların (Kürtçe TV, Kürtçe kurs, etkin pişmanlık) adını koymanın ötesinde, en belirgin özelliği sorunu muhatapsız çözme niyeti.
AKP, biraz da ABD’ye güvenerek her iki cephede aynı taktiği izledi.
Bir tarafta CHP ve MHP’yi hiç muhatap almadan sadece “askeri kanatlarını” (Ergenekoncuları) bertaraf ederek, diğer tarafta DTP’yi muhatap almadan (hatta kapatma adımını artarak) ve PKK’yi de ABD’ye havale ederek süreci yönetebileceğini zannetti. İlkinin sonucu; toplumsal saflaşmanın 25 yıllık sürecin en tehlikeli noktasına ulaşması, ikincisinin sonucu ise Kürt halkının çok daha etkin bir biçimde sokağa taşması oldu. Projenin tasarlayıcıları açısından da sürecin pürüzsüz ilerlemesi beklenmiyordu herhalde. Ancak çok erken bir kriz yaşandığı ve sürecin aynı biçimde kesinlikle devam edemeyeceği çok net. PKK’nin ve DTP’nin kendilerini doğrudan ilgilendiren, hatta öznesi oldukları bir sorun karşısında bırakın muhatap alınmayı tasfiye edilmeye çalışıldıkları bir durum söz konusu. Özellikle Erdoğan’ın ABD ziyareti ve DTP’nin kapatılma davasının başladığı şu günlerde süreç daha da kritik. Böyle bir atmosferde Kürt halkının sürece özne olarak katılma talepleri ve girişimleri elbette ki anlaşılmalı/desteklenmeli. Ancak, bu amaç için kullanılan her yöntem ve aracı uygun bulmak ve desteklemek söz konusu değil.
Abdullah Öcalan’ı siyasal muhatap olarak kabul ettirmek için alınan insiyatif hücre koşullarını mı öne çıkarmalı? Böyle bir talebin bırakın sahiplenilmesi, destek çalışmasının yapılması bile Kürtler dışında imkansız. Batıdaki sosyalistlerden, demokratlardan bu taktiğe nasıl uyum sağlanması bekleniyor?
Bir başka sorun, batıdaki milis faaliyetlerinde yaşanıyor. Batıda yaşayan Kürtlerin, Kürt ulusal mücadelesine katılım biçimi olarak belediye araçlarına saldırması hangi işe yarıyor? 17 yaşında genç bir kızın hayatını kaybetmesi hangi amacın dolaylı ya da dolaysız parçası olabilir? Bu tür olaylar, “kontrol edemiyoruz” ya da “biz de karşıyız” gibi sözlerle geçiştirilebilir mi?
Kürt sorununun çözümünde ne tür hukuksal, yasal düzenlemeler yapılırsa yapılsın, asıl sorun, iki halkın bir arada nasıl yaşayacağıdır. Aynı topraklar üzerinde ayrı toplumlar yaratarak düşmanca mı yaşanacak, yoksa yine aynı toprak üzerinde birlikte ve kardeşçe mi yaşanacak? O mahallede kızını kaybeden anne, milis sorumlusunun annesi ile birlikte yaşamaya nasıl ikna edilecek? Kürt siyasal önderliği/önderlikleri bu tür durumları engellemek için çok net ve açık engelleyici bir tutum belirlemelidir.
Kürt halkının, ulusal sorunun çözümünü doğrudan ilgilendirmeyen mücadele konularından uzak durması da “yeniden kardeşleşme” sürecinin önemli eksiklerinden. Önümüzdeki süreç, yoksul halklar için çok zor geçecek. AKP hükümeti bunun “müjdesini” hazırladığı 2010 bütçesinde verdi. 2010 daha fazla verginin, daha fazla zammın ve daha fazla hak gasbının yapılacağı bir yıl olacak.
2010’da yapılacak zamların ilk habercisi Topbaş oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, aklı sıra “en makul” kalemden başladı. İstanbulluların 20 km’yi 1.5 TL karşılığında gitmesini az bulmuş ve yüzde 33’lük bir zam yapmıştı. Krizden dolayı zaten çoğu işsiz kalan ya da çalışsalar bile uzun zamandır maaşlarına zam alamayan insanların bu durumu “anlayışla” karşılayacağını sandı. Ancak yanıldı.
Halkevcilerin metrobüs zammına karşı başlattığı “metrobüsü para ödemeden kullanma” eylemleri, halkın bu zammı anlayışla karşılamadığını gösterdi. Eylemlerin yapıldığı bütün duraklarda aktif katılım gerçekleşti. Zammın yarattığı duyarlılıkla, ulaşımın (parasız) bir hak olduğu bilinci yaygınlaştırılmaya çalışıldı. Mertobüs olayında da gerçek talep zamların geri alınması değil, toplu ulaşımın parasız hale (özellikle işe gidiş-geliş saatlerinde) getirilmesi idi. O metrobüsler Topbaş’ın, muhallebicilik yaparak kazandığı parayla satın alıp işlettiği araçlar değil ki. Halkın parası ile satın alınan, şoförünün maaşı da, benzini de yine toplanan vergilerle ödenen araçlar. Topbaş, kendi arabasına binerken akbil basıyor mu? Halk niye kendi otobüsüne binerken para ödesin?
Asıl olarak da mücadelenin bu yönünün, yani hak bilincinin geliştirilmesi ve kazanıma dönüştürülmesinin sınır tanımadan büyütülmesi gerek. Çünkü; “dışımızdakiler” hak mücadelelerinin gerçek içeriğini kavrayabilmiş değil. Çoğu sol örgüt bile mücadeleyi hala üç beş kuruş az ödeyip ödememe şeklinde anlıyor. Aslında bazılarının böyle anladıkları bile şüpheli. Emek örgütlerinin, sınıf örgütlerinin, meslek örgütlerinin hak mücadelelerine karşı duruşları tam bir muamma. Sanki üyelerinin hiçb
iri toplu ulaşım aracı kullanmıyor, hiçbirinin sağlık sorunu yok, hepsi eğitimli olduğu için çocuklarını kendileri eğitiyor, hepsi birkaç ev sahibi!.. KESK’in 25 Kasım’da yaptığı ve başarılı olan eyleme halkın verdiği destek TİS* talebi için miydi? Elbette ki hayır! Yaşam koşullarının her geçen gün daha da kötüye gitmesi ortak tepki gösterme arayışına neden oluyor. Mücadelenin kapsamını ve hedefini toplumun sadece bir kesimi ile sınırlı tutmak, geri kalanlardan da sadece destek istemek asla bu dönemin doğru zihniyeti olamaz.
Hak mücadelelerini yayma, ele alınan her konu için kaçınılmaz. Her yılsonu olduğu gibi bu yıl da “asgari ücreti” belirleme tartışması gündemde. Asgari ücretin olabildiğine yükseltilmesi önümüzdeki dönemin temel mücadele konularından biri. Ancak, en az bunun kadar önemli olan bir başkası da insanca yaşamak için gerekli olan ihtiyaçların parasız sağlanması. Eğitim, sağlık, barınma, enerji, ulaşım gibi temel yaşamsal alanların tümüyle piyasaya açıldığı ve paralı hale geldiği bu dönemde, asgari ücret tartışması tek başına yapılamaz. “Asgari ücretin yükseltilmesi” mücadelesiyle temel yaşamsal ihtiyaçların parasız sağlanması mücadelesi arasında doğrudan bir bağlantı kurulmalıdır.
Son dönemde gerçekleştirilen tüm eylemler, başta belediye başkanları olmak üzere AKP hükümetinin tüm üyelerinin gözünü korkuttu. Bu eylemler, böyle bir toplumsal muhalefet çizgisinin, böyle bir sol çizginin mümkün olduğunu gösterdi. Artık bundan böyle yeni bir zam yaparken, yeni hak gaspları planlarken işlerinin hiç de kolay olmadığını öğrendiler. Görünen o ki 2010 onlar için daha zor geçecek. Öğrenmenin yaşı yok. Öğretmeye de devam edeceğiz!!!
* TİS: Toplu İş Sözleşmesinin kısaltılmışı. Basın açıklamalarında bu kısaltmanın cılkını çıkarırcasına kullanılması yerine, kapsayıcı bazı taleplerin de öne çıkartılması KESK üyesi olmayanların çok işine yarardı.