Türkiye’nin son zamanlarda dış politikasında ardarda attığı adımlar, dünyada da ilgi uyandırmaya başladı. Suriye ile vizelerin kalkmasına, Irak’la ortak kabine toplantılarına, Ermenistan’la imzalanan protokollere, İran’la karşılıklı davetlere, İsrail’le gerginliğe ve Orta Doğu’dan Balkanlar’a dek uzanan arabuluculuk girişimlerine, acaba Türkiye dışında nasıl bakılıyor? Değerlendirmelerimize ABD’den Graham Fuller ile başlıyoruz. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’in bünyesindeki Ulusal […]
Türkiye’nin son zamanlarda dış politikasında ardarda attığı adımlar, dünyada da ilgi uyandırmaya başladı.
Suriye ile vizelerin kalkmasına, Irak’la ortak kabine toplantılarına, Ermenistan’la imzalanan protokollere, İran’la karşılıklı davetlere, İsrail’le gerginliğe ve Orta Doğu’dan Balkanlar’a dek uzanan arabuluculuk girişimlerine, acaba Türkiye dışında nasıl bakılıyor?
Değerlendirmelerimize ABD’den Graham Fuller ile başlıyoruz.
Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’in bünyesindeki Ulusal İstihbarat Konseyi’nin eski başkan yardımcısı olan Graham Fuller, Türkiye hakkında birkaç kitabın da yazarı.
ED: Türkiye’nin son zamanlarda dış politikasında birkaç cephede birden, Ermenistan’da, Suriye’de, Irak’ta attığı adımları ve tüm arabuluculuk çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Graham Fuller: Yeni birşey yok burada. Neredeyse 10 yıldır aynı ana hatlar ve siyaset vizyonları geçerli. Türk dış politikasının pekçok ileri geleni ve aydınlar, daha AKP iktidara gelmeden tüm komşularla ilişkileri geliştirmeyi, yani “sıfır düşman” politikasını düşünüyordu. Belki Ermeni ve İsrail boyutları Batı kamuoyunda daha fazla dikkat çekti. Suriye ve Irak boyutu ise daha az konuşuldu.
ED: Peki temelleri dediğiniz gibi 10 yıl önceye de dayansa, Türk dış politikasındaki bu değişimin sebebi ne sizce? Soğuk Savaş’ın bitmesi mi örneğin?
GF: Bence Türkiye’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde modern cumhuriyet kurulduğundan beri doğal olmayan bir dünya görüşü vardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’yi Avrupalı emperyal güçlerin emellerinden kurtarmak ve modernleştirmek için yaptıklarına büyük saygı duyuyorum.
Ama aynı zamanda Türkiye’nin, Asyalı ya da Orta Doğulu geçmişi ile ilişkisini tamamen kesmesi, yalnızca Avrupa ile ilişkiler kurması konusunda ısrarcı oldu.
Türkiye artık eski deyişle “Batı’nın sadık müttefiki” değil. Ama Batı’nın reçetelerini uygulamasa bile, yaptıklarından Batı da faydalanacak. (Eski CIA yöneticisi Graham Fuller)
Tabii Atatürk’ten sonra, Soğuk Savaş başladı. Yüzyıllardır Türk İmparatorluğu’nun düşmanı olan Rusya, yine sahneye çıktı.
Sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, Türkiye’nin saldırıya uğrama korkusu epey azaldı. İkincisi Kafkaslar’ı, İran’ı, Orta Asya’yı, Orta Doğu’yu, Arap dünyasını kapsayan, içinde yaşadığı ve yıllardır kendisinden uzakta tuttuğu bölgeye daha normal bir bakış açısıyla bakabilmeye başladı.
Şunu da eklemeliyim ki Batı da Türkiye’nin bu bölgelerle ilişki kurmasını istememişti. Onlar Türkiye’nin sadık bir NATO müttefiki olarak kalmasını istedi. Türkiye’nin, doğusu ve güneyindeki çıkarlarını gözardı etti.
ED: Sonra ne oldu? Batı fikrini değiştirdiği için mi Türkiye bu bölgelere yönelebildi?
GF: Bence Batı, Türkiye’nin dış politika ufkunun genişlediği gerçeğini kabul etmek zorunda kaldı. Örneğin Bush yönetimi, Türkiye’nin İran ve Suriye ile iyi ilişkiler kurmasından son derece mutsuzdu. Washington o dönemde her iki yönetimin de dışlanmasını istiyordu. Washington Türkiye’nin, Rusya’yla, Çin’le ilişkilerini geliştirmesini istemiyordu. Bunun kendi işini zorlaştırdığına inanıyordu. Zorlaştırıyordu da; ters düşüyordu.
Ancak bence Türkiye kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeye devam etti. Ve benim gibi pekçok dış gözlemci, Türkiye’nin Suriye, İran ve diğer sorunlu ülkelerle bağlarını güçlendirmesinin, Amerikan yönetimi bunu anlamasa ve kabul etmese bile, Amerikan çıkarlarına da hizmet ettiği görüşündeydi.
Yeni politikanın meyveleri
ED: Bir de bu politikanın elde ettiği sonuçlara bakalım o zaman. Türkiye’nin oynamaya çalıştığı roller arasında son zamanlarda arabuluculuk çabaları öne çıkıyor. Suriye ile İsrail arasında, İran ile Batı arasında, Sırbistan ile Bosna-Hersek arasında, Pakistan ile Afganistan arasında… Ama bazı çevreler de diyor ki, “Bunların hiçbirinden somut bir sonuç alınamadı.” Siz katılıyor musunuz?
GF: Somut sonucu nasıl ölçtüğünüze bağlı. Ben yıllarca Türk dış politikası üzerinde çalıştığım dönemde, hemen hemen her komşusuyla düşmanca ilişkileri olduğunu hatırlıyorum. Sonra 2000 senesi civarında bu birdenbire değişti; komşularıyla iyi geçinmeye karar verdi. Bu başlıbaşına büyük bir değişim.
(Türkiye) tarihinde ilk defa Irak’ı “Kürtlerin yaşadığı bir sınır” olarak değil de, bir ülke olarak görüyor. (Graham Fuller)
Artık bölgesinde yalnız değil, sadece NATO üzerinden dile getirilen Amerikan çıkarlarını temsil eden bir ülke olarak görülmüyor. Artık Türkiye’nin tüm bölgede çıkarları var. Bunları akıllıca; tarihi, jeopolitiği ve çıkarlarda karşılıklılığı gözönünde bulundurarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu sayede de yıllardır süregiden bazı gerginlikleri gevşetmeye, çözmeye yardımcı oluyor. Son derece olumlu.
Zaman alacak tabii, bir gecede olacak işler değil bunlar. Ama bence Türkiye, bölgede hemen herkesin faydalanabileceği bir şekilde, son derece akıllıca hareket ediyor.
ED: 2000’de “birdenbire” bir değişimden söz ettiniz az önce ama, ben bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Birdenbire olur mu bu işler?
GF: Birdenbire dememeliyim… Bence uzun zamandır Türk dış politikasının ileri gelenleri içinde bazı çevreler, yalnızca ABD’nin ve NATO’nun bölgedeki uzantısı olma konusunda kuşku duymaya, bunun Türkiye’nin çıkarlarına tamamen hizmet etmediğine inanmaya başlamıştı. Bunu sadece İslamcılar düşünmüyordu; asla böyle olmadı. Kemalistler de, ordu da, sol da, başka çevreler de Türkiye’nin çıkarlarının “ABD ile sıkı fıkı dost” olmaktan öteye geçtiği görüşündeydi.
Yani bence bu hareket AKP iktidara gelmeden önce de büyüyordu ama AKP, özellikle de Ahmet Davutoğlu dışişleri bakanı olduktan sonra daha ciddi adımlar atmaya başladı. Dışişleri bakanlığı da bunu, yani ABD ve Avrupa ile birlikte çalışan, AB üyesi olmayı hedefleyen ama aynı zamanda Rusya ile, Çin ile, Arap dünyası ile, Kafkaslarla, Orta Asya ile, Akdeniz’le, Afrika ile çalışan bir dış politika vizyonunu büyük ölçüde destekliyor bana kalırsa. Türkiye’de dışişleri bakanlığının, sayıları giderek azalan Amerikan yanlısı kuşağı dışında buna karşı çıkan olduğunu sanmıyorum.
Tabii gereksiz yere Amerika’yı, Avrupa’yı ya da başka bir ülkeyi kendinden soğutmamak lazım. Ama Türkiye’nin, Amerikan çıkarlarına birebir paralel olmayan çıkarları olabileceğini kabul etmekte, hatta işin doğrusunu söylemek gerekirse kendi bölgesinde son 10 yılda Amerika’nın izlediği politikalardan daha akıllıca davrandığını kabul etmekte bir sorun görmüyorum. Türkiye artık eski deyişle “Batı’nın sadık müttefiki” değil. Ama Batı’nın reçetelerini uygulamasa bile, yaptıklarından Batı da faydalanacak.
Bence AKP’den sonra iktidara gelecek hükümet döneminde de bu politika genel hatlarıyla devam edecek. Belki ufak tefek değişiklikler olabilir ama çıkarları için çevresine 360 derecelik bir açıyla bakmaya devam edecek.
Sıfır sorun
ED: Peki bir başka dış politika amacına geçelim öyleyse, Davutoğlu’nun sık sık sözünü ettiği “sıfır sorun” politikası. Yani bölgede herkesle iyi geçinme, örneğin Irak’ta hem Sünniler hem Şiiler ile yakın temasta olma amacı. Bu mümkün mü sizce?
GF: Doğru, daha zor. Ama eğer Türkiye’nin öıkarları, Irak’ın uzun erimli ist
ikrarını gerektiriyorsa, o zaman Türkiye’nin “Biz Sünni bir ülkeyiz, o yüzden Irak’ta Sünnilerle çalışır, Şiileri görmezden geliriz” demesi büyük miyopluk olur.
Obama yönetimi ne yazık ki bazı açılardan Bush yönetiminin yalnızca bakış açısını değil, hem Bush hem de ondan önce Clinton yönetimleriyle çalışmış dış politika uzmanlarını da miras aldı. Amerikan hegemonyası, Amerikan hakimiyeti vizyonu sürüyor. (Graham Fuller)
Türkiye bence bu konuda gayet gerçekçi ve nesnel davranıyor. Tarihinde ilk defa Irak’ı “Kürtlerin yaşadığı bir sınır” olarak değil de, bir ülke olarak görüyor. Tabii herkesi memnun edemezsiniz; örneğin şu anda Azerbaycan şikayetçi. Bazı bedeller ödeniyor tabii ve hemen her ülke, Türk dış politikasının bir unsurundan rahatsız ama bu yine de, bu ülkelerin iç sorunlarını kaşıma stratejisinden daha iyidir. Özellikle de kendi politikaları çok miyopça olan Washington ya da NATO’nun isteğiyle kaşımaktan…
ED: AKP yönetiminin bir de “bölgesel güç” olma hedefi var. Az önce sözünü ettiğimiz şeyleri yapmak, bölgesel güç olmaya yeterli midir? Yoksa başka şartları mı vardır bunun? Sonuçta bölgesel güç olmak isteyen başka ülkeler de var bu coğrafyada: İran, Mısır, Pakistan…
GF: Tabii. Bence bölgesel güç olmanın birkaç şartı var: Ülkenin büyüklüğü, ekonomik önemi, askeri gücü ve diplomatik faaliyetlerin boyutu… Bence Türkiye büyük, nüfusu kalabalık, iyi bir sanayi temeli olan, Orta Doğu bölgesinin kuşkusuz en gelişmiş ülkesi. Güçlü bir ordusu, Batı ile iyi ilişkileri, imparatorluk döneminden beri var olan bir diplomasi geleneği, becerikli bir dışişleri bakanlığı, eğitimli bir ordusu var. Tabii Türkiye pekçok açıdan örneğin bir ABD, Çin ya da AB kadar önemli olamaz. Ama attığı adımlar sayesinde bölgesindeki ülkelerin katılımı ve yardımı başvurduğu bir önemli bir aktör olabilir. Özellikle de amaçlarının bilgece, akıllıca olduğuna inandırırsa.
Yeni-Osmanlıcılık
ED: Bu da bizi yeni-Osmanlıcılık tartışmasına getiriyor. O bölgeyi yıllardır bir imparatorluk olarak yönetmiş olmanın, bölgeyi tanımak açısından avantajları var kuşkusuz. Ama dezavantajları da yok mu? Örneğin kuşkulu yaklaşımlar, tarihin yükü…
GF: Bu ilginç bir soru. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Arap dünyasının tarihine bakacak olursanız Arapların, kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçasıyken koruyan Türklerin onları 1. Dünya Savaşı’nın sonunda terk etmesine ve Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmelerine izin vermesine müthiş öfkelendiğini görürsünüz. Sonra da tüm sorumluluğuna, çıkarlarına, bağlantılarına ve hatta Orta Doğu’nun kültürüne sırt çevirdi.
Ve tabii Soğuk Savaş döneminde Türkiye %100 Batı’nın ve ABD’nin yanında yer aldı. Arap dünyasının da askeri yardıma ihtiyacı vardı ve bunu Sovyetler Birliği’nden aldı. Bu da gerginliği artırdı.
Türkiye, İsrail’le çok kısa bir aşk yaşadı ve bu dönemde eğer İsrail’e yakın durur, Suriye’ye, İran’a, Filistinlilere ve başkalarına düşman olursa Amerikan Kongresi’nin, tüm Türk çıkarlarını destekleyeceğini umdu. O günler artık geçmişte kaldı. (Graham Fuller)
Fakat bu şimdi sona erdi ve ben Arap dünyasında kötü anılar kaldığına inanmıyorum. Suriye, Türkiye’nin nihayet kendisiyle ilgilenmesini büyük coşkuyla karşıladı. Başka Arap ülkeler, Türkiye’nin “İslamcı partilere nasıl davranmalı?” meselesini çözmesini beğeniyle izliyor. Türkiye artık İslamcı bir partiyi, tabii ılımlı bir İslamcı partiyi sistemine entegre etmiştir. Bu süreçte bu parti de birşeyler öğrendi, olgunlaştı, genişledi. Ve bir noktada bu parti normal yollardan, seçimle iktidardan inecek. Türkiye de İslamcı partileri sisteme katma döngüsünü tamamlamış olacak.
O bölgede başka hiçbir ülke bunu başardığını söyleyemez. Onların İslamcı partilerle çok düşmanca, olumsuz, tehlikeli ilişkileri var. Bu yüzden Türkiye bölgede hem İslamcı partiler, hem de hükümetler tarafından merakla izleniyor.
ED: Siz de şimdi Suriye’den söz ettiniz. Türkiye’de bir Suriye-Irak-Türkiye üçgeninden, AB’den ilham alan bir “Mezopotamya Birliği’nden” bahsediliyor. Sizce bu, örneğin İran’ı kaygılandıracak bir gelişme olmaz mı?
GF: Evet, büyük olasılıkla bazı açılardan kaygılandıracak. Ama bu Türkiye’nin, İran’la çok iyi ilişkiler kurmaya çalışmasına engel değil. Irak, Suriye ve Türkiye arasındaki bir ortaklığın İran’a karşı bir hareket olduğunu aklımın ucundan bile geçirmem. İran kısmen böyle görebilir ama bence ilerde İran’ı buna dahil etmek bile mümkün. Çünkü bu ideolojik, etnik, dini ya da mezhepsel bir oluşum değil. Bu yüzden de bölge istikrarına doğru atılmış çok olumlu bir adım olarak görüyorum.
Obama’nın bakışı
ED: Sizce Obama yönetimi nasıl bakıyor bu gelişmelere?
GF: Bence birbirinden çok farklı değerlendirmeler yapılıyor. Obama yönetimi ne yazık ki bazı açılardan Bush yönetiminin yalnızca bakış açısını değil, hem Bush hem de ondan önce Clinton yönetimleriyle çalışmış dış politika uzmanlarını da miras aldı.
Amerikan hegemonyası, Amerikan hakimiyeti vizyonu sürüyor. Bunu Obama biraz daha akıllıca ve düşünceli olarak yapmaya çalışıyor; Bush yönetimi daha kabaca, sertçe yapmaya çalıştı ve başarısız oldu.
ED: Biraz daha açar mısınız bu bakış açısını?
GF: Bölgeye ya da dünyaya Amerikan liderliğini kabul ettirmek. “Uluslararası sahnede olup bitenin başlıca belirleyicisi ABD olacak, istikrara ve barışa hizmet eden Amerika’nın çıkarları dünya ülkelerinden çoğunun çıkarlarını da temsil eder.” görüşü. Bence bu son derece demode bir görüş.Başka ülkelerin iradesine nüfuz etme çabası, hatta herkesten önce Amerika’nın çıkarlarına hizmet eder görüntüsü veren yapılar oluşturmak, bunların modası geçiyor.
Washington’un Türkiye ile yaşadığı sorunların bir sebebi de bu: Türkiye, Amerika’yı çıkarlarının başlıca vasıtası olarak görmüyor artık. Amerika, Türkiye’nin çok önemli bir bölgesel rol oynadığını ne kadar çabuk kabul ederse, bu politikaların olgunluğunu, ılımlılığını takdir ederse – ve bunlar ideolojik, mezhepsel, etnik temele dayanmayan politikalar olursa o zaman bölgeyi güçlendirecek, Soğuk Savaş ya da Bush yönetiminin uygulamaya çalıştığı “Herkes bizim bayrağımız altında toplansın.” siyaseti gibi kutuplaştırma yaratmayacaktır.
İdeolojik bakış
ED: İyi ama Türkiye’de bazı çevreler bu yeni dış politikanın tamamen ideolojik olduğunu düşünüyor. AKP’nin İslamcı kökenleri nedeniyle bu bölgeyle ilgilendiğini söylüyorlar.
GF: AKP, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede oynadığı tarihi ve jeopolitik rolü takdir ediyor. Ama bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun da ötesinde. Siz Suriye ve Irak’tan söz ettimiz ama ben de İran’a muazzam bir ilgi olduğu görüşündeyim ki bu ülke, asla Osmanlı’nın parçası olmadı. Burada “İslamcı” diyebileceğimiz tek şey, Türkiye’nin Müslüman dünyasının bir parçası ve hatta uzunca bir süre lideri olduğunu ve hala bu bölgede doğal bir rol oynayabileceğini kabul etmesidir.
Bence bu, Batı’ya düşman bir tutum değil. Ama tabii kendini yalnızca Batı’nın gözüyle tanımlamayı da reddediyor.
ED: Dolayısıyla da siz, Amerikalı gazeteci Stephen Kinzer’ın “Türkiye, Amerika’nın giremediği yerlere girebilir, konuşamadığı insanlarla konuşabilir, yapamadığı anlaşmaları yapabilir. Belki de
Amerika bundan faydalanmalı.” saptamasına katılıyorsunuz.
GF: Kesinlikle katılıyorum. Türkiye yalnızca “yapabilir” değil, yapıyor da. Giderek de daha sık yapacak. Amerikan diplomasi çevrelerinde ve Beyaz Saray’da, Türkiye’nin o anki Amerikan stratejisine ya da yöntemlerine uygun davranmasını bekleyenler, buna çok bozulacak. Çünkü artık Türkiye’yi doğrudan kontrol edemeyecekler.
Ama eğer akıllıca davranabilirlerse, bu tür faaliyetlerin, kendi başlarına kalkınmaya çalışan samimi bölgesel gruplaşmalar kurulması için önemli olduğunu görürler. Bu gruplaşmaların Batı karşıtı olmaları gerekmez, ama aynı zamanda Batı yanlısı ya da Batı’nın maşası da değillerdir.
İsrail’e yaklaşım
ED: Sizce ABD, İsrail ile son zamanlarda yaşanan gerginliklere nasıl bakıyor? Türkiye’de iki görüş var: Bir grup “Washington kızacak.” diyor, diğeri ise “Bu aslında, Filistinlilerle barış yapmalarını sağlamak için İsraillilerin bölgede kendilerini biraz daha yalnız hissetmeleri gerektiğini düşünen Obama yönetiminin planı.” diyor.
GF: Bence sözünü ettiğiniz ikinci görüş, en az son 10 yıldır yaşanan gelişmeleri dikkate almıyor. Türkiye, İsrail’le çok kısa bir aşk yaşadı ve bu dönemde eğer İsrail’e yakın durur, Suriye’ye, İran’a, Filistinlilere ve başkalarına düşman olursa Amerikan Kongresi’nin, tüm Türk çıkarlarını destekleyeceğini umdu. O günler artık geçmişte kaldı.
Bence Washington rahatsız. Amerikan Kongresi’nin, İsrail’in tüm isteklerine müthiş olumlu yaklaştığı bir sır değil. Amerikan dış politikasının ileri gelenlerinde İsrail’den yana ciddi bir önyargı var; nesnel ve bağımsız değerlendirmeler yapmaktan, İsrail ile Arap dünyası arasında bir denge kurmaktan acizler.
Türkiye ise bunu yapıyor ve bu sayede, Amerika’nın çok taraflı, dengesiz tutumuna eleştirel yaklaşan pekçok ülkenin takdirini topluyor. Türkiye’nin politikasının kaynağını Washington’da aramak, çılgınlık olur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu konuda uzun süredir yazıp çiziyor. Filistin ile İsrail arasında taraf tutmuyor. Ve o bölgede hiçbir ülkenin uğruna uğraşmadığı bir denge tutturmaya çalışıyor.
BOP
ED: Son sorum: Az önce Obama yönetiminin “hakimiyetçi dünya görüşünü” sürdürdüğünden söz ediyordunuz. Sizce Büyük Orta Doğu Projesi (BOP), yani ABD’nin Fas’tan Pakistan’a uzanan bir bölgede demokratik müttefiklere gereksinim duyduğu ve bu ortamı gerekirse zorla sağlaması gerektiği görüşü de sürüyor mu sizce?
GF: Çok zor bir konuya girdiniz. Öncelikle bölgede demokratikleşmenin gereğine yüzde 100 inandığımı söyleyeyim. Arap dünyasının en büyük sorunlarından birinin bunun eksikliği olduğuna, Arapların öfkesinin ve hayalkırıklığının altında bunun yattığına inanıyorum.
Ama bence Amerika’nın bölgeye demokrasiyi getirme çabaları bence başarısızlıkla sonuçlandı. Washington demokrasiyi asla bir ilke olarak desteklemedi. Rejimlerini değiştirmek istediği düşmanlarını cezalandırmak için kullandı. İran’da, Irak’ta olduğu gibi. Asla dostlarına vereceği bir hediye olarak görmedi. Dolayısıyla da Ürdün’de, Fas’ta, Suudi Arabistan’da, Mısır’da otoriter rejimlerle işbirliği yaptı.
Kısacası ben, Amerika’nın bölgede başını kendisinin çektiği bir demokratikleşme hareketine girişmemesi gerektiğine inanıyorum.