CHP’lilerin pankartlı eylemi bizi 1996’ya götürdü. Meclis’te harçlara karşı pankart açarak büyük ses getiren ‘Kalemli Çete’ lakaplı sekiz gençten Bahadır Ahıska, Mahmut Yılmaz ve Deniz Kartal’la o eylemi ve şimdi yapıp ettiklerini konuştuk ‘Kürt açılımı’, ‘milli birlik projesi’, ‘demokratik açılım’… Sıkılan diş macunu gibi içeriye sokulması artık pek mümkün gözükmeyen bir süreci yaşıyor Türkiye. Tüm […]
CHP’lilerin pankartlı eylemi bizi 1996’ya götürdü. Meclis’te harçlara karşı pankart açarak büyük ses getiren ‘Kalemli Çete’ lakaplı sekiz gençten Bahadır Ahıska, Mahmut Yılmaz ve Deniz Kartal’la o eylemi ve şimdi yapıp ettiklerini konuştuk
‘Kürt açılımı’, ‘milli birlik projesi’, ‘demokratik açılım’… Sıkılan diş macunu gibi içeriye sokulması artık pek mümkün gözükmeyen bir süreci yaşıyor Türkiye. Tüm aktörler eteklerindeki taşı döküyor, herkesin diyecek bir lafı var. Sokağı bırakalım, Meclis’te dahi lafın yetmeyeceğini düşünenler mevcut: CHP’li bazı vekillerin,
10 Kasım’daki görüşmelerde açtıkları ‘Atatürk’e özlem’ pankartları epeyce gündem oldu malum. Meclis Başkanı, ‘Burası miting meydanı değil’ diye bağırıp çağırırken, Başbakan ‘Daha önce pankart açanlar bir sürü ceza aldılar, onlara da uygulamak lazım’ mealinde sözler etti.
O günden beri Meclis’te eylem yapma girişimleri söz konusu: Açılım görüşmelerinin ikincisinde de, sonrasında da seslerini bir şekilde duyurmak isteyenler çıktı ama başarılı olamadılar. Aslında girişilen eylemlerin hiçbiri, o ilk defaki gibi olamıyordu.
1996’nın 29 Şubat günü, sekiz öğrenci, o dönemde üniversite harçlarına yapılan yüzde 350’lik zammı protesto etmek için Meclis’te pankart açtı. Dönemin milletvekillerinden eski polis müdürü Necdet Menzir, ‘Kim soktu bu teröristleri buraya’ diye höykürürken, gençler apar topar gözaltına alındı. Verilen ceza önce Yargıtay’ın ‘demokratik bir tepki’ kararıyla bozulurken sonra iş büyüdü, kendi kendilerine buna cüret edebilecekleri düşünülmediğinden gençlere uygun örgüt aranmaya başlandı. Bulundu da. Sorunlarıyla ilgili yaptıkları yaratıcı, şen eylemlerle o zamanlar ortalığı sallayan Öğrenci Koordinasyonu, ‘ileride silahlanabilirler’ şerhiyle ‘silahsız örgüt’ oldu; hukuka aykırı delillerle hikâye ‘Dev-Genç’in devamı bunlar’a bağlandı.
Sadece pankartçı öğrenciler değil, ‘işbirlikçi’ arkadaşları, onlara ‘yardım ve yataklık’ yapanlar da yargılandı. Kamuoyunda bilinen adıyla ‘Kalemli Çete’ üyesi gençlere toplam 96 yıl ceza verildi. Neden sonra AİHM’in verdiği adil yargılanma hakkının ihlali kararına rağmen ‘yeniden yargılama’ talepleri ise reddedildi.
Hapishanede geçirdikleri uzunlu kısalı zamanların ardından gençlerden kimi artık yurtdışında yaşıyor. Memlekette kalanlar, hayatlarına devam ediyor, etmeye çalışıyor. Çektikleri acı unutulacak gibi değil elbette, beri yandan ülke tarihine damga vurmuş işlerden birine imza attıkları da aşikâr. Üstelik o imzanın altında sadece içeri girenlerin, o pankartı kaldıranların olmadığını da gayet iyi biliyorlar. Çünkü Meclis’te yükseltilen o ilk ses, aslında tüm bir öğrenci hareketinin cıvıldayan, renkli sesi. O dönemin memleket muhalefetindeki en sağlam odaklardan birini yaratmış gençlerin sesi.
Kendi adıma, hayatın bir döneminde o adam ve kadınlarla yan yana durduğum için gayet gururluyum. Aslına bakılırsa esas gurur duyması gereken Türkiye’nin bizzat kendisi böyle evlatları olduğu için ama biliyorsunuz, küçücük çocukların bile ‘terörist’ diye göz kırpmadan öldürüldüğü bir ülke burası malum…
‘Toplum için bu eylem bir hizmetti’
O dönemdeki öğrenci hareketinin yapısında Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu’nun yeri nasıldı?
Her dönem, kendi tipoloji ve eylem-eylemci karakter ve etiğini yaratıyor aslında. Öğrenci hareketinde 1995-96 diye anılan kesitte de, bir dönem adlandırmasını fazlasıyla hak eden öğe ve nüveler var. Tabii zaaflar, eksiklikler ve yenilgiyi hazırlayan tarihsel referanslar da… Meclis’te pankart açma diye anılan eylem, evet, bir doğrudan demokrasi eylemidir, cüretkârdır ve yaratıcıdır. Ama eylemin kendisi, 1995-96 hareketinin özgünlüklerinden daha değerli değil bence. 1995-96 Koordinasyon hareketi, kapitalizmin küresel dönüşüm ve yıkıcılığına karşı üniversiter bir karşı duruştu, demokratikti, meşruydu, yaratıcı ve şenlikliydi. 20 Ekim 1995’teki Kızılay mitingi, 12 Eylül’den sonraki ilk kitlesel, fiili alan eylemiydi.
Eylem süreci ve sonrası nasıl gelişti?
Eylemi gönüllülük ve gizlilik içinde yürüttük. Eyleme katılan arkadaşların rızasını ben aldım, bir arkadaşı da eylemden yarım saat önce ailesinden birisinin yaşadığı kaza nedeniyle gruptan çıkardık. Meclis locasında uygun ana karar verdik ve pankartı açtık. Eylemden sonra, isteseydik Meclis’in dışına da çıkabilirdik ve yakalanmazdık bence. Aslında bir bakıma, Meclis’in güvenlik zafiyeti de açığa çıkmış
oldu. Bize teşekkür etsinler; milli ideolojisi paranoya olan bir toplum için bu eylem bir hizmetti! Şair diyor ya hani, “Sonrası iyilik güzellik”. Eylem sonrası bildik hikâyeler aslında: İşkenceler, operasyonlar, cezaevi, 96 yıl hapis cezası. Susurluk sonrası toplumda oluşan ‘Ben nasıl bir ülkede yaşıyormuşum’ şaşkınlığında bu eylem ve bize verilen ceza toplumsal vicdandan geri döndü. Adliye de buna riayet etmek zorunda kaldı. Aslında ben eylemi teklif ettiğim arkadaşlarıma cezaevine girebileceğimizi söylemiştim. Ama kestiremediğim, 96 yıl hapis cezası ve silahlı örgüt kurmak, üyesi olmak suçlamaları oldu.
Bu olay hayatınızda derin izler bırakmıştır elbette ama ‘Bugün yine olsa yine yaparım’ diyebiliyor musunuz?
Aileme acı verdi her şeyden önce. Babaannem hapse girdiğimi öğrendikten sonra öldü ki, bu hâlâ kişisel bir düğümdür benim için. Hapisten çıktıktan sonra memleketim Ordu’ya gittiğimde fındık işçileri anneme, “Ne kadar efendi, iyi bir çocuk, hiç teröriste benzemiyor” demişler. Hâlâ gülümsediğim bir anekdottur bu
da. Dediğim gibi, babaannem ve annemin ölümüne bu davanın katkısı, benim kişisel yüküm. Doğrusu bu eylem ve sonrası, benim yaşamımda uzun zaman yer aldı. Yine de söylemeliyim ki, aynı dönem olsa aynı şeyleri yine yapardım; tek bir farkla daha özgür ve demokratik bir tutumla.
Şimdi neler yapıyorsunuz?
Kamu haklarının iadesinden itibaren mesleğimi yapıyorum: Psikanalitik psikoterapilerle ilgileniyorum. Marx’ı Freud’la, Nietzsche’yle birlikte okumanın zevkine nail olmaya çalışıyorum. Küçük meşgalelerle büyük ırmağın kenarında duruyorum.
Kısaca hayatın solunda yer almaya çalışıyorum diyelim. Şimdi birileri benim için ‘eski solcu’ diyecektir, desinler; buradayım ve her zamandakinden daha umutluyum. Buna mecbur değil miyiz biraz da?
Bir süre önce CHP’liler de Meclis’te pankart açtılar. Beri yandan Onur Öymen’in Dersim’le ilgili sözleri de çok tartışıldı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
CHP eylemine birleşik olarak, kanlı yakın tarihin, bu gündemde Dersim’in, kurumsal müsebbibi olmaları dolayısıyla Öymen’in sözleri, hatırlama ve lanetleme çağrısına dönüştü. Aleviler yıllarca onay verdikleri resmi ideolojiyle yüzleştiler ve toplumsal bellekteki travmalar bu vesile ile ortaya döküldü.
‘Belime sardığım pankartı açtım ve…’
Şimdi yurtdışında yaşayan Deniz Kartal, pankartı belinde Meclis’e sokan kişiydi.
Bu eylemin hayatını olumsuz etkilediğini düşünmüyor; heyecanı hâlâ içinde…
Öğrenci hareketinin yavaş yavaş yükselmeye başladığı bir dönemden bahsediyoruz. Peki eylem yeri olarak neden mesela Kızılay değil de Meclis’in içi?
Yüzde 350’lik harç zammının kaldırılması için toplanan imzaları, seçtiğimiz temsilciler aracılığıyla TBMM Başkanvekili Kamer Genç’e ilettik, ama netice çıkmadı. Harçlarımızı ödeyemediğimiz için kayıtlarımız yapılmamıştı. Biz de Meclis’tekilere iyi bir hatırlatma yapalım
dedik. Meclis’in çevresinde eylem yasağı vardı ama içerisi için yasak yoktu. Çok ince beyaz kumaşa, yapıştırma harflerle pankartı hazırlayıp belime sardım. ‘Paralı Eğitime Hayır’ yazıyordu. Üst araması yaptılar ama fark etmediler. Dinleyici locasına geçtik, kürsünün tam karşısındaydık. Sabırsızlıkla kürsüdeki milletvekilinin ormanlar üzerine yaptığı konuşmayı bitirmesini bekledim. Hayatımda dinlediğim, bana en uzun gelen konuşmaydı diyebilirim. Bir taraftan da belime sardığım pankartı çıkarıyordum gizlenerek. Konuşma bitince pankartı açmamla ‘Öğrenim hakkımız engellenemez’, ‘Paralı eğitime hayır’ diye haykırmaya başladık.
Sonrasında tutuklandınız ama kısa süre sonra serbest de bırakıldınız…
Tutuklandık, Ankara Merkez Kapalı’ya gönderildik. Avukatlarımızın tutuklama kararına itirazı kabul edilince beş gün sonra serbest bıraktılar.
Eylemden sonra tanınmaya başlamış mıydınız?
Neredeyse tüm Türkiye tanıyordu bizi. Mesela halk otobüsüne bindiğimde birkaç defa para almadılar. ‘Helal olsun’ ya da ‘Aramızda toplayalım, ödeyelim harcını’ diyenler de oldu.
Hükümetten yetkililerle de görüştünüz ama derken bir kez daha gözaltına alındınız.
27 Mart’ta yine Kızılay’daydık, Danıştay’a harçların iptali için dava açtık. Aynı gün Milli Eğitim Bakanı Turhan Tayan’la görüştük; basının önünde konuyla ilgileneceği sözünü verdi. 17 Nisan’da ise ben ve iki arkadaşım sivil polisler tarafından gözaltına alındık. Ankara’da öğrenci avı başlamıştı. Onlarca arkadaşım gözaltına alındı. Ben 15 gün gözaltında kaldım, avukatımla görüşme talebim reddedildi ve ağır işkenceler gördüm.
‘Örgüt’ olduğunuza da bu dönemde karar verildi herhalde…
1 Mayıs’ta sorgu hâkimliği önüne çıkarıldık. Yedi arkadaşımla tutuklanarak, bir kez daha Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne gönderildim. Avukatların itirazları reddedildi. ‘Yasadışı silahlı örgüt üyesi olmak’ ve ‘patlayıcı madde (molotofkokteyli) bulundurmak ve kullanmak’ iddialarıyla Türk Ceza Yasası’nın 168/2 ve 264. maddeleriyle Terörle Mücadele Yasası uyarınca cezalandırılmamız istendi. 10 Temmuz 1996’da da ben ve benimle tutuklu bulunan Nurdan Bayşahan, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldık.
Şimdi nerelerde, neler yapmaktasınız?
İngiltere’ye yerleştim. İkinci sınıfa giden bir kızım var. Buradaki ‘Ethnic Minority Group’ içerisinde çalışma yürütüyorum. Sosyalist Anarşist Kadın Çalışması gibi gruplara üyeyim, festival organizasyonları yapıyorum. Para kazanmak için de bir kafe çalıştırıyorum. Ama şunu söylemek isterim: Bu eylem hayatımı olumsuz etkilemedi, o dönemin heyecanını hâlâ yaşıyorum.
‘CHP’lilerinki bana şov gibi geldi’
Bahadır Ahıska’nın ödediği en büyük bedellerden biri, üniversite bitirdiği halde kısa dönem askerlik yapamaması…
Meclis’te pankart açma fikri nereden çıkmıştı?
Hacettepe Üniversitesi’ndeki ikinci yılımda öğrenci harçlarına o zamana kadar yapılmamış düzeyde zam geldi. Harç parasını ödeyemedik. Buna karşı bir tavır geliştirmek gerektiği düşüncesiyle Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu’nu kurduk. Topladığımız 400 bine yakın imzayı 20 Ekim 1995’te, yaptığımız mitingin ardından TBMM’ye teslim ettik. Olumlu bir gelişme olmadığı gibi, ikinci dönemde eğer harçlarımızı ödemezsek okulla ilişiğimizin kesileceği bildirildi. Daha ses getirici bir şeyler yapmak zorundaydık. ‘İmzalarımızın takipçisi olacağız’ söyleminden hareketle Meclis’te eylem fikri aklımıza geldi. Üstelik televizyonda canlı yayınlandığı için tüm Türkiye de eylemi duyacaktı.
Pankartla içeri girmeyi nasıl başardınız?
Aslında o kadar zor olmadı. Meclis’e yaptığımız bir ziyarette kadınlar üzerindeki aramanın daha gevşek olduğunu fark etmiştik. Pankartı Deniz (Kartal) arkadaşın beline sardık. Bu tür eylemlerde geçerli olan bir kural vardır: İyi bir plan, tabii biraz da şans. Bizde ikisi de vardı sanırım.
Pankartı açma anı…
Bir saat belirlemiştik. Tam zamanında aynı anda ayağa kalktık, eylem başladı. Meclis’teki herkes bir an şaşkınlıktan sonra hareketlendi. Milletvekilleri sıralarının altına sindi, Meclis güvenliği de üzerimize hücum etti. Sonra gözaltına alındık, Çankaya Polis Karakolu’na götürüldük. Polisler “Sizi hangi örgüt yönlendirdi?” sorusunu yöneltip durdular. Espri olsun diye söylediğimiz ‘El Muhaberat’ sözlerini not ettiler! “Bundan sonraki hedefiniz ne?” diye sordukları bir arkadaşın “Çankaya Köşkü” cevabını, buna benzer şaka yollu söylediğimiz bir sürü lafı, ertesi gün pek çok ‘saygın’ gazetede haber olarak gördük.
Dava ve cezaevi sürecinden söz edelim mi biraz da?
Olağanüstü bir sempati gelişti bize karşı. Eylemlerimiz öylesine meşruydu ki destek çığ gibi büyüdü. Sadece Türkiye’den değil tüm dünyadan gelen olumlu tepkiler sonucunda öğrenci hareketinin daha da kitleselleşmesinden korkanlar Koordinasyon’un Dev-Genç örgütünün devamı olduğunu iddia etti. Sonrasında DGM Başkanı’nın bile utanarak itiraf ettiği olağanüstü yargılamalarla, en radikal eylemi Kızıldere’yi anma eylemi olan ve sadece üniversite öğrencilerinden oluşan Koordinasyon’u yasadışı bir örgüt gibi gösterdiler. Çok uzun süren yargılama sonucunda sekizer yıl ceza aldık.
Bunlar hayatınızı nasıl etkiledi?
Çekilen acılar, ödenen bedeller çok tabii. Ben cezaevini, cezalı olduğun için dışarı çıkamadığın bir öğrenci yurduna benzetmeye çalıştım. İçeride kaldığım iki buçuk senenin çoğunda, birlikte olduğumuz Eşber Yağmurdereli’nin bilgeliğinden çok şey kazandım. En çok kitap okuduğum dönem, cezaevi dönemidir. Muhabbet dolu görüşler, o zor koşullarda perçinlenen dostluklar sarsılmaz birliktelikler doğurdu. 13 senedir üniversite harçlarına o oranda bir zam daha yapamadılar, o da var!
CHP’lilerin eylemine ne diyorsunuz?
Biz sözümüzü dile getirebileceğimiz bir kürsümüz olmadığı için o eylemi yapmıştık. CHP’lilerinki bana şov gibi geldi. Onlarınki ’embedded’ eylemcilik. Başbakan’ın bizi örnek gösterip ‘Bakın siz de o gençler gibi hapsi boylarsınız’ sözlerini doğru bulmak mümkün değil. Başbakan unutmuş olabilir, bir zamanlar kendisi de düşünce suçlusu olarak cezaevine girmişti.
Şu an hayat nasıl gidiyor?
İstanbul’a yerleştim. Yeminli tercümanlıkla uğraşırken, bir yandan da Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde doktora yapıyorum. Halkevleri üyesiyim. ‘Parasız eğitim-parasız sağlık’ hakkına yönelik eylemlerime burada devam ediyorum. İşçi Filmleri Festivali’ne destek olmaya çalışıyorum. Piraye adında, bir yaşında bir kızım var. Ödediğimiz en büyük bedellerden biri üniversite mezunu olmamıza rağmen, kısa dönem askerlik hakkının bize tanınmaması. Doktora öğrencisiyim ama uzun dönem, 15 ay er olarak çağırıyorlar beni askere.