İrrite edici bir başlık olduğunun farkındayım; rahatsız edicidir, acımasızdır. Ama bazen gereklidir. Sıcaklığın, içtenliğin, samimiyetin sorgulanmasına hacet görülmeyen bir ilişki mevzubahisse, yani muhatap arkadaşınsa, uyarmak bir sorumluluktur. Yazının başlığına, “eşeğini dövemeyen semerini döver”i çıkartmayı düşündüm. Konunun ciddiyetine gölge düşürür, az biraz sulandırır diye vazgeçtim. Şaka kaldırmaz, yok sayılamaz, üstünden atlanmaz bir kötülükle karşı karşıyayız. Biz […]
İrrite edici bir başlık olduğunun farkındayım; rahatsız edicidir, acımasızdır. Ama bazen gereklidir. Sıcaklığın, içtenliğin, samimiyetin sorgulanmasına hacet görülmeyen bir ilişki mevzubahisse, yani muhatap arkadaşınsa, uyarmak bir sorumluluktur.
Yazının başlığına, “eşeğini dövemeyen semerini döver”i çıkartmayı düşündüm. Konunun ciddiyetine gölge düşürür, az biraz sulandırır diye vazgeçtim.
Şaka kaldırmaz, yok sayılamaz, üstünden atlanmaz bir kötülükle karşı karşıyayız. Biz görmezden gelsek ne fayda! Bunu tarihe nasıl dikte edeceğiz, tarihi nasıl değiştireceğiz? Nafile.
Yaşanmıştır ve ne yazık ki yaşanmaya devam etmektedir. İçimizi acıttığı açıktır ama hâlâ yaşanıyor olması, yaranın daha derinde olduğunu göstermektedir. “Eski tüfekler” sessizliği tercih etmektedir. Belli ki onlar kendilerini, yaşanan kötülüklerin tanığı, mağduru, müsebbibi saymaktadır ve bu nedenle, buna utanç da diyebiliriz, yeni yetme solcuları bu konuda uyarmaktan ısrarla kaçınmaktadır.
Ben imtina etmiyorum; daha önce de yazdım defalarca, yine yazarım. Birgün gazetesinde yazarken, “Durum hiç hoş değildir” başlığı ile sol içi şiddete dikkat çekmiş ve ne yapıp ne edip, birbirine şiddet kullanmakla ün yapmış Türkiye solunu bu durumdan çekip alma çağrısında bulunmuştum. Bu “ün” tespiti bana ait değildi. KESK’in davetlisi olarak ülkemize gelen Tarık Ali’nindi. Tarık Ali, “Türk solu, Avrupa’daki en sert, en şiddetsever soldur. Birbirleriyle çatıştılar, birbirlerini öldürdüler.” diyerek utancımızı yüzümüze vurmakta beis görmemişti.
Böyle dedim ama utanmadığımız ortada. Sol içi şiddetin ilk örneği, 1971 yılında, kamuoyunda “Bavul cinayeti” olarak bilinen Adil Ovaloğlu’nun öldürülmesiyse, son örneği KESK’in öncülük etiği 25 Kasım grevinin Ankara ayağındaki mitinginde bir Halkevcinin yaralanmasıdır. Hem de bu tatsızlığın, “Halkevleri, ÖDP, TKP fark etmez, hepsi de kahpe” kıvamındaki çevik kuvvetin gözlerinin önünde cereyan etmesi “kaldırılabilirliği” tamamen devre dışı bırakmıştır.
Olayın küçüklüğü, büyüklüğü, oluş biçimi üzerinde durmak, kelimenin tam anlamıyla “halt yemek” olacaktır. Aradan neredeyse 40 sene geçmiştir; fakat değişen bir şey yoktur.
Niye böyle olduğuna dair, bizleri derin kasvete iten yorum Ufuk Uras’a aittir. Uras “İdeolojilerin sonu mu” kitabında, siyaseten farklı duranların ideolojik gıdalarının aynı olduğu mealinde bir tespitte bulunuyordu. Bu tespit dayanaksız mı? Karşı çıkmak mümkün mü? Bu sorulara “hayır” diyorsak, hâkim kültürel ortalamadan kopuş zaman isteyeceğinden, nasıl olacak da tez elden, sol içi şiddetin önüne geçeceğimize dair kafa yormamız, hatta kafa patlatmamız kaçınılmazdır. Ama şimdilik biz bu soruna kafa patlatmak yerine, bir arkadaşımızın burnunu patlatmayı yeğliyoruz.
Çünkü siyaset algımızı, düşman yaratmak, tahammülsüzlük, kıskançlıkla kurguluyor, kötüsü “bitirimlikle” devrimciliği birbirine karıştırıyor ve bunun üzerinden “safları sıklaştırmayı” düşünüyoruz.
Düşman yaratarak siyaset yapmayı asli iş sayanlara dairdir, başlıktaki özlü söz: Kılıçlı yaşayan kılıçla ölür.
Allah sonumuzu hayır etsin!