Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Kandil ve Mahmur kampından gelen “barış grupları”nın ülkeye girişi ve serbest bırakılmaları, Kürt halkı tarafından tam bir zafer havasında karşılandı. Bu ise, grupların yola çıktıkları anda oluşturulan “açılım süreci artık yeni bir evreye girdi” beklentisinin boşa düşmesine yetti. Zira on binlerce Kürt emekçisinin yollara dökülüp meydanları doldurarak PKK’lileri karşılaması, düzen cephesinden hızla […]
Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Kandil ve Mahmur kampından gelen “barış grupları”nın ülkeye girişi ve serbest bırakılmaları, Kürt halkı tarafından tam bir zafer havasında karşılandı. Bu ise, grupların yola çıktıkları anda oluşturulan “açılım süreci artık yeni bir evreye girdi” beklentisinin boşa düşmesine yetti. Zira on binlerce Kürt emekçisinin yollara dökülüp meydanları doldurarak PKK’lileri karşılaması, düzen cephesinden hızla tırmanan bir gerici reaksiyonun kaynağı oldu. Bu da haliyle “açılım”ın barış ve kardeşlik masallarının sonu demekti.
Kürt halkının coşkulu ve kitlesel gösterilerinden meydan okuma sonucu çıkaran düzen güçleri, ortak bir tutumla seslerini yükselttiler. Başta tüm bir süreç boyunca şovenizmin bayraktarlığını yapan MHP ve CHP gibi düzen partileri, bu durumu cumhuriyete karşı bir kalkışma olarak değerlendirdiler. Akabinde ise “şehit aileleri dernekleri” harekete geçirilerek ülke çapında gerici gösteriler düzenlendi. Bu gerici gösterilerde, çocuklarını kirli savaşta kaybetmiş olan aileler ön saflara sürüldü. Bu ailelerin vatan-millet edebiyatıyla savaşa gönderilmiş olan çocuklarının neden öldürüldüğü yönündeki sorgulamaları, gerici kışkırtmaya malzeme edildi. Bu kışkırtmalarda sahne alan sol kılığına girmiş ırkçı-faşistler ise özellikle dikkati çektiler. İdam ipli afişleriyle sokaklarda boy gösteren bu faşist güruh, tam bir kudurganlık örneği sergiledi.
Fakat bu faşizan kudurganlığın yolunu açan esasta AKP hükümetiydi. Tayyip Erdoğan ve AKP yönetimi, daha Kürt halkının görkemli gösterileri gerçekleştiği sırada, ortaya çıkan tablodan devlete yönelik ağır bir tehdit gördüler. AKP hükümetinin bu çıkışını cumhurbaşkanı ve ordunun çıkışları izledi. Sonuçta sağlı-sollu burjuva siyasetiyle birlikte devletin her kademesi istisnasız tek bir cephede buluşarak Kürt halkına ve DTP’ye haddini bildirdi, hizaya gelme çağrısı yaptı. Son sözü ise yine Tayyip Erdoğan söyledi ve yapılan gösterilerin güven bunalımı doğurduğunu ifade ederek bunalım aşılana kadar “açılım”a ara verileceğini duyurdu. Ayrıca gelmesi planlanan yeni grupları yine benzer gösterilerle karşılamakta ısrar gösterilmesi halinde, ülkeye girişlerine izin verilmeyeceğini kesin bir dille ifade etti. Dahası, sadece sürece ara vermekle kalınmayacağını aynı zamanda sil baştan yapılabileceğini söyleyerek tehdidin dozunu daha da yükseltmiş oldu.
Böylelikle “açılım süreci”, tam herşey yeniden yoluna girdi, süreç hız kazandı denilirken, tıkandı ve tümden kesilme tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Kuşkusuz bu çerçevede Tayyip Erdoğan tarafından ifade edilenler henüz bir gözdağıdır. Fakat, bu kadarı dahi Kürt sorununun çözüleceği biçiminde büyük beklentilere dayanak yapılan “açılım süreci”nin bir nihayete varmasının çok zor olduğunu ortaya koymaya yetmektedir. Zaten “açılım”ın temel hedefi Kürt sorununu çözmek değil, çözüyormuş gibi yapıp PKK’nin askeri varlığını tasfiye etmek ve bu suretle de Kürt halkı üzerinde devlet otoritesi kurmaktır. Ancak bu son olayın da gösterdiği gibi, düzen için çözüyormuş gibi yapmak dahi öyle kolay uygulanabilir bir politika değildir. Çünkü karşısında özgüveni yüksek ve morali güçlü bir Kürt hareketi vardır. Bunun için Kürt sorununun çözümü doğrultusunda somut bir adım olmaksızın ülkeye gelen PKK’li grupların karşılanması dahi devlet açısından büyük bir zafiyet görüntüsüne ve büyük bir krize dönüşebilmektedir. Zira, tüm bunlar Kürt halkının mücadeleye olan inancını, özgüvenini ve moral değerlerini güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.
Oysa bundan on yıl önce Öcalan’ın yakalanışı ve İmralı savunmalarının siyasal ve moral çöküntüsü altında, yine Öcalan’ın talimatıyla ülkeye giren “barış grupları” yaka paça tutuklanıp onlarca senelik hapis cezalarına çarptırılmıştı. O zaman devlet Öcalan’ın yakalanmasının ardından elde ettiği siyasal ve moral üstünlüğe dayanarak PKK’yi tasfiye edebileceği beklentisi içerisindeydi. Zaten Öcalan da, PKK’ye devletin adım atmasının beklenmemesini, gerillanın ülke dışına çıkarılması ve benzer yollarla devlete güven verileceğini, böylelikle de silahlı güçlerin de tasfiye edilerek çözüm yolunun açılacağını söylüyordu. O dönem içerisinde gönderilen “barış grupları”nı eğer hapse atmak yerine pişmanlık vb. adlar altında dahi olsa serbest bırakmış olsaydı süreç bugün devletin istediği biçimde gelişebilirdi belki. Fakat devlet o dönem kendisi açısından bu uygun koşulları değerlendiremedi. Sonuçta Kürt hareketi gerek iç ve gerekse dış dinamiklerin etkisi altında toparlandı, kendisini buldu. Giderek düzeni her bakımdan zorlayan ve bir yerden sonra da seksen yıllık inkar ve imha çizgisini iflasla yüz yüze bırakan bir noktaya gelindi. Bu noktada ise, ABD emperyalizminin bölgesel planlarının gereklerinin de zorlamasıyla birlikte, bugün uygulamaya sokulan “açılım” gündeme girdi. “Açılım süreci”nin başlatılmasının öncesinde ABD ve İsrail’in desteğiyle Kürt hareketi kıskaca alınıp ezilmeye çalışılarak çözüm için uygun siyasal ve moral koşullar yaratılmaya çalışılsa da başarılı olunamadı. Kandil’e düzenlenen operasyon bu kapsamdaydı, fakat bu tam bir fiyaskoya dönüşerek ters tepmiştir. 2009 yerel seçimleri de bu aynı amaç doğrultusunda değerlendirilmeye çalışılmıştır, fakat bu hesabın da boşa çıktığını biliyoruz. Sonuçta tasfiye planı bu koşullarda uygulanmak zorunda kalındı.
Sorun sadece Kürt hareketinin güçlü bir moral özgüvene sahip olması da değildir. Diğer tarafta aynı zamanda yıllar boyunca devlet tarafından sistematik olarak örgütlenen şoven kampanyalarla zehirlenmiş ve kemikleştirilmiş bir toplum gerçeği duruyor. Devletin attığı göstermelik adımlar, Kürt halkının atılan her adımı mücadelesinin ürünü olarak gören güçlü özgüveni ile birlikte toplumun bu kesimlerinde büyük bir gerici reaksiyona dönüşerek hükümete yönelmektedir. Her ne kadar devlet toplum nezdindeki bu gerici reaksiyonu Kürt hareketini terbiye etmek için kullansa da, bunun aynı zamanda kendisini vuran ve süreci yönetmesini zora sokan bir silah olduğunun da farkındadır. Bu nedenle bu çerçevede hareket ederken ihtiyatı da elden bırakmamaktadır.
İşte bu koşullarda “açılım süreci”nin gerçek amacı olan tasfiye yolunda atılan böylesine kritik bir adım dahi sarsıcı sonuçlar doğurabildi. Oysa devlet cephesi, bu ilk PKK’li grupları sınırda karşılayarak sorunsuzca ülkeye girişlerini sağlayarak yeni grupların gelişinin önünü açmak ve böylelikle PKK’nin askeri varlığının tasfiyesini başlatmak niyetindeydi. Devlet ve hükümet adına konuşan birçok yetkili bu niyeti alanen ortaya da koydular. Örneğin İçişleri Bakanı yeni grupları beklediklerini ve kısa sürede bu sayının 150’yi bulabileceğini söyledi. Ancak belirttiğimiz gibi, ilk grupların gelişi devletin iyi niyet gösterisinden ziyade, Kürt halkının mücadele gücünün görkemli bir gösterisine dönüştü. Bu da haliyle atılan adımları boşa düşürdü.
Bu noktadan sonra devlet cephesi yeni grupların ülkeye girişlerindeki karşılamaları “makul” sınırlara çekmeye çalışmaktadır. Fakat bunu yapabilmek öyle kolay değildir. Çünkü, hem bir yandan PKK’lileri ülkeye dönmeye teşvik edecek düzeyde bir olumlu tablonun yaratılması bir ihtiyaçtır, hem de bunu yaparken Kürt hareketinin özgüvenini yükseltecek bir tablonun oluşturulmasına engel olunması gerekmektedir. Diğer yandan ise toplumun şovenizmle zehirlenmiş kesimlerini bu amaçla kullanmak bir ihtiyaçtır, hem de bu kesimlerin tepkilerini
belli bir sınırda tutmak gerekmektedir. İşte bu açılım sürecinin son derece hassas bir yoldan ilerlediğini göstermektedir. Devlet için bu noktada temel sorun inisiyatifi eline almak ve bugün olduğu türden bir zafiyet görüntüsüne engel olacak önlemleri almaktır. Ancak gerek kendi iç sıkıntıları ve gerekse de Kürt hareketi cephesindeki kontrolü güç mücadele dinamikleri dolayısıyla bunda başarı kazanması oldukça güç görünmektedir. Hatta bugün açılım sürecinin ölü doğması da hiç de zayıf bir ihtimal değildir.
(Sosyalizm için Kızıl Bayrak, Sayı: 2009/42, 30 Ekim 2009)