AKP iktidarı, son dönemlerde “baş döndürücü” icraatların “başrollerini” üstlenmiş durumda. İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk, Ermenistan ile girilen ilişkiler, Suriye ile ilişkilerde sıçranan düzey, Pakistan’a model ihracı, Irak’a yapılan çıkarma ve elbette Kürt sorununun “çözümüne” ilişkin alınan inisiyatif ve atılan adımlar… Yıllarca biriktirilen ve hiçbir şey yapılmayan ve tam da bu yüzden devletin resmi politikasının […]
AKP iktidarı, son dönemlerde “baş döndürücü” icraatların “başrollerini” üstlenmiş durumda. İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk, Ermenistan ile girilen ilişkiler, Suriye ile ilişkilerde sıçranan düzey, Pakistan’a model ihracı, Irak’a yapılan çıkarma ve elbette Kürt sorununun “çözümüne” ilişkin alınan inisiyatif ve atılan adımlar…
Yıllarca biriktirilen ve hiçbir şey yapılmayan ve tam da bu yüzden devletin resmi politikasının “hiçbir şey yapmamak” haline geldiği bu kadar konunun, bu kadar kısa zaman dilimi içinde ele alınması birbirinden bağımsız olamayacaklarının gösteriyor. O nedenledir ki konular tek tek değerlendirilebilir olsa da bir bütünün parçaları oldukları göz önünde bulundurulmalı.
Süreç asıl olarak bir dış politika atağı olarak sunuldu ve sürecin sürdürücüsü Ahmet Davutoğlu’na hatırı sayılır bir prim kazandırdı. Bu prim; sadece 2001’de bastırdığı kitabın son iki yıldaki atakla 35.baskıya ulaşması değil aynı zamanda isminin yeni cumhurbaşkanı adayları arasında neredeyse Erdoğan’ın bile önüne geçmesi oldu.
Türkiye dış politikasının asıl olarak Menderes’ten itibaren hiçbir zaman bağımsız olmadığı bilinen bir gerçek, tek istisna Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde yaşandı.* Türkiye’de her hükümet değiştiğinde neredeyse bütün bakanlık kadroları değişir, sadece iki bakanlığın, savunma ve dışişlerinin kadrolarına pek dokunulamaz/dokunulamazdı. Bu durumun nedeni; bu iki kurumun devlet omurgasının ana omurlarından olmalarının yanı sıra, Amerika’ya ve onun dış politika tercihlerine doğrudan bağımlı olmalarıdır. Kısacası Türkiye dış politikasından sorumlu olanlar hiçbir zaman onu belirleyenler olmamıştır. Son dönemlerde Türk dış politikasında yaşanan “değişimler” de bu gerçeği değiştirebilecek nitelikte değildir.
Ali Babacan’ın yerine Ahmet Davutoğlu’nun geçişi, doğrudan ABD’nin dönem politikaları ile ilgilidir. Davutoğlu, T.C.’nin Dışişleri Bakanları içerisinde Batı ile değil de Doğu ile somut bağı olan tek örnektir.** Bu aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’ya yönelim tercihinin yerine Doğu’ya yönelimi koymasıdır. Obama ile birlikte değişen ABD öncelikleri, Türkiye’ye düşen görevlerde de değişikliğe neden oluyor.
Obama, Nisan 2009’da TBMM’de yaptığı konuşmada “Müslüman dünyasında ortak hedeflere yönelik ne yapabiliriz?” diye soruyor ve ekliyordu “ABD bunu çok iyi biliyor. Güç tek başına sorunları çözemez”. Ayrıca ABD’nin ilgi alanının ne olduğunu da çok açıkça ifade ediyordu; “Cumhurbaşkanınızla bunu konuştuk. Enerji kaynaklarıyla ilgili işbirliği yapabiliriz”. Bu durum; Obama’nın, “Amerikan askerlerinin 2011’de Irak’tan çekileceği” açıklamasıyla birleştirildiğinde planın zaman aralığı da belli oluyordu.
Kısacası; Türkiye’ye, büyük bölümü 2011’e kadar bitirilmek üzere, ABD adına ama güç kullanmadan, bölgede yeni düzenlemeleri gerçekleştirme misyonu verilmiş/alınmış durumda. Neyin düzenleneceği ise zaten tartışma götürmez; enerji kaynakları ve enerji kaynaklarının nakli.
Müslüman dünyasında ortak hedeflere yönelik yapılacak işler o kadar önemli ki İsrail ile usturuplu bir gerginliğe bile izin verilebilir. Müslümanlar ülkeler üzerinde askeri ve ekonomik bir hegemonyaya sahip olmayan ayrıca tarihsel dezavantajları bulunan T.C.’nin, siyonizm karşıtı bir görüntü çokça işine yarayabilir. Darfur’da savaş suçu işleyen, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin hakkında tutuklama emri çıkarttığı Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in kankaları Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, Gazze’deki katliama birkaç laf ederek Müslüman dünyasının onurlu ve tutarlı liderleri haline pekala gelebilirler.
Bu duruma uygun olarak; Bush döneminin “düşman yaratma” politikalarına kurban giden Suriye ise bu yeni döneme uyum sağlamada hiç zorluk çıkarmadı. Türkiye’nin yeni misyonunu çok hızlı kabullendi. Suriye, Türkiye’yi İsrail’le görüşmelerde garantör ilan etti, iki ülke arasındaki 20 dolarlık vize kaldırıldı ve bu iş sınırlar kaldırılıyor görüntüsüne dönüştürüldü. Bununla da yetinmeyip, Erdoğan’ın elini rahatlatmak için Suriyeli PKK militanlarına af çıkarma kararı aldı.
Irak, bu projeye zaten çoktan “ikna edilmiş” durumda. Çok kısa bir zaman içinde tam 48 tane anlaşma/mutabakat hazırlanıp Erdoğan’ın ve Maliki’nin bakanları arasında imzalanıverdi. Erbil ve Basra’da konsolosluk açma imkanı sağlandı. Barzani ve Talabani T.C.’nin kadim dostları arasına katıldı.
Bu süreçte belki de en çok emek Ermenistan ile kurulacak olan yeni dönem için harcandı ve anlaşılan daha da harcanacak. Kafkas petrolü ve doğalgazına ulaşım/nakil projesinde henüz yolun başında bulunuluyor. Oradaki aktörler (Rusya, İran) daha güçlü ve figüranlar (Azerbaycan, Ermenistan, Türkmenistan, Kazakistan…) daha kaprisli.
Enerji ve bu enerjinin nakli söz konusu olunca doğal olarak Afganistan ve Pakistan da konunun diğer özneleri haline geliveriyor. AKP hükümeti de bu bilinçle davranıyor zaten. Erdoğan’ın Pakistan ziyareti, işadamlarına vizenin kaldırılması, imam hatip lisesi modelinin ihracı gibi gelişmeler, Pakistan’ı da dış politika gündeminin üst sıralarına taşıyor.
Dış politikanın en önemli aktörleri ise sıralarını bekliyorlar; İran ve Rusya. Hiç kuşkusuz, önümüzdeki dönemin en önemli gündem maddelerini oluşturacaklar. İran seferi başladı bile.
Ülkemizin dış ilişkilerinde sonuçları uzun yıllar sürecek bu gelişmeler yaşanırken, “tüm bunlar Amerikan tezgahı” denilerek ve her birine karşı çıkarak siyasal bir tutum alınabilir mi? Elbette alınabilir, bazılarının yaptığı gibi. Ancak bu tutum, eski statükoyu geri çağırmaktan başka bir işe yaramaz. Ermenistan ile kapılar açılmasın, Suriye yardım yataklık suçundan temize çıkmasın, İsrail’in icraatları makul bulunmaya devam edilsin. Oysa ki bu süreç; Amerika’nın emperyalist rolüne ve AKP’nin işbirlikçi tutumlarına hiçbir biçimde yandaş olmadan ve onların tamamen karşısında olunarak; sol güçler, yeni politika üretim alanları ve pratik olanaklar yaratabilir. Örneğin Ermenistan kapısının açılması; bir yandan Ermenistan halkıyla eşit ve ortak hedefler doğrultusunda bir mücadelenin potansiyel olanaklarını açığa çıkartırken, ülke içerisinde ise yıllardır faşistlerin en önemli argümanlarından birini ortadan kaldıracak ve aynı zamanda Ermenilerin bir adım daha öne çıkmasını sağlayacaktır. Kuşkusuz kendiliğinden bir sürece bırakılmadığında. Bunlar ABD ve AKP projelerinde istenmeyen durumlardır.
“Dışarıda” bu gelişmeler yaşanırken “içeride” de dinamikleri bunlardan tamamen bağımsız gibi duran bir başka çok önemli süreç işlemeye başladı. İlk haberi Abdullah Gül, Mart ayında verdi; “Kürt sorununa ilişkin önemli gelişmeler olacak”. Ve büyük kısmı önceden ve gizli hazırlanan, yürürlüğe sokulduktan sonra ise ufak tadilatlara ihtiyaç duyan “Kürt Açılımı, Demokratik Açılım, Milli Birlik Projesi” yürürlüğe kondu. Süreç ilerlerken planın kaç aşamalı olduğu hatta bu aşamaların tarihleri bile sızdırıldı. Ulaşılması istenen sonuç çok açıktı; Kuzey Irak’ta kontrol altında ve istikrarlı bir siyasal ve ekonomik düzen, PKK’nin mutlak tasfiyesi ve ülke içinde Kürtlerin mümkün olduğu kadar az sosyal ve kültürel hak bahşedilerek sisteme entegre edilmesi…
Erdoğan’ın, yüzünü Kürtlere döndüğünde “Kürt Açılımı”, batıya döndüğünde “Demokratik Açılım”, ulusalcılara döndüğünde “Milli Birlik Projesi” adını verdiği bu süreç kuşkusuz ne Erdoğan’ın ne de AKP’nin üret
imidir. 25 yılda kaç defa “tarihi fırsatlar” oluşmasına rağmen “açılım” yapılmazken, 2009’da “açılım motivasyonunu” hangi fırsatlar ve kim sağlamış olabilir? ABD’nin AKP ile beraber projelendirdiği, Genelkurmay’ın biraz zoraki (Ergenekon baskısı) biraz da ikna edilerek (yeni bölgesel askeri güç) işletilen süreçte, ilk başta diğer aktörler tamamen dışarda bırakıldı. PKK’nin ve DTP’nin inisiyatif almaları çok sonradan mümkün olabildi. CHP ve MHP açısından ise sürece dahil olmak ya da edilmek zaten söz konusu değildi. Çünkü toplumsal beklenti ve talep “artık yeter” sınırına gelmediği gibi bu sürece verilecek destek, CHP ve MHP’nin siyasal varlığını çok zayıflatacak ve AKP’nin elini rahatlatacaktı. Ayrıca CHP’nin kadrolarında ve destekçilerinde sosyal-demokrat damarın değil ulusalcı damarın hakim olduğu bir kez daha kanıtlandı. Muhalefetteki bir MHP için zaten yapılacak bir şey yok, üstelik kongre öncesi koltuklar risk altında iken. Ancak gerek Kürt siyasal temsiliyetinin gerekse de CHP ve MHP’nin sürece dahil olmaması/edilmemesi, adımların zamanında atılmasını ve istenilen sonuçların alınmasını çok zorlaştırmakta.
Oysa ABD’nin ve AKP’nin çok zamanı yok, bu işin 2011’e kadar (ABD Irak’tan çekilecek, Türkiye’de seçimler yapılacak) büyük kısmının halledilmesi gerek. Tam da bu yüzden iniş-çıkışlar çok hızlı yaşanıyor. PKK’nin üç liderinin uyuşturucu kaçaksı ilan edilmesinden üç gün sonra Amerikan medyası PKK’yi terörist olarak tanımlamaktan imtina ediyor. Ulusalcı baskının biraz artmaya başladığı görülür görülmez “ıslak imza” piyasaya çıkıveriyor. Kendi varlığını “Amerika’nın silahına” borçlu olan Barzani, “silah hiçbir zaman sorunları çözmemiştir, diyalog şart, PKK silah bıraksın” deyiveriyor, çünkü 2010 başında Irak’ta seçimler yapılacak. Bu acele yüzünden bu süreç diğer örneklerden (IRA) farklı gelişecek. Toplumsal uyum ve hazım zorlaşacak, toplum mühendisliği çok belirgin olacak, bu sürecin kurumlarına (polis, mahkeme, medya) çok iş düşecek.
Kürtler açısından da süreç, öngörülebilir ve hazırlıklar yapılmış halde karşılanmadı. Böyle bir dönemin beklenmediğinin en önemli göstergesi milletvekili tercihlerinde görülebilir. Öcalan’ın “sorunu Ahmet Türk ile çözecekseniz, gidin çözün bakalım” biçimindeki açıklaması, “madem Ahmet Türk, bu sorunun çözüm mercilerinden olmayacaksa niye seçtirildi” sorusuna yanıt gerektirir. Seçim öncesi taktiğin önemli bileşenlerinden olan Ufuk Uras’ın bu sürece hiçbir katkısının olmaması nasıl açıklanabilir. Demokratik mücadele alanlarındaki temsilcilerin baskı görmesi, tutuklanması bu kanalların etkisini çok sınırlamış durumda. Öcalan’ın 1999’dakine benzer bir ezberle (eylemsizlik, ateşkes, heyet gönderimi, tek kişilik muhatabiyet…) davranması bu sürece ilişkin inisiyatif almada yeterli olabilecek midir?*** Yeni dönem mücadelenin Kürtlerle sınırlandırılması (iradi bir tercih olmasa da), demokratlara, sosyalistlere bir kanal oluşturulmaması hazırlıksızlığın bir diğer tarafı.
Ancak ilk dönem aşılmış, inisiyatif alma girişimi Kürt halkının iradesiyle mümkün olmuştur. Barış Grubu’nun Habur’dan girişiyle birlikte sokağa çıkan Kürt halkı, kendisinin nesne olmak istemediğini kanıtlamıştır. Süreçte başka inisiyatif istemeyen AKP’nin ise yanıtı gecikmedi; Avrupa heyetinin gelişini geciktirdi. Üstelik hala elinde Kasım-Aralık’ta sonuçlanacak DTP’nin kapatma davası mevcut.
Ancak daha önce bir çok kez kanıtlandığı üzere; planlar ne kadar mükemmel hazırlanırsa hazırlansın halklar söz konusu olduğunda her zaman değiştirilebilir ve hatta tersine de çevrilebilir. Kürt sorununda içine girilen süreç, başlangıç noktasına geri gelmeyi neredeyse imkansızlaştırdı. Süreç başarısız bile olsa Kürt hareketinde de Türkiye’de de farklı bir dönem yaşanır. Ancak asıl sorun ise Batı’da yaşanmaya daha uzun yıllar devam edecek; Kürt ve Türk halkının eşit, insanca ve birlikte yaşam mücadelesi… Tam da bu durum; Türkiyeli demokratlara, sosyalistlere, devrimcilere ne yapmaları gerektiğini işaret ediyor. Batıdan müdahil olmanın olanakları aynı zamanda Türkiye halkının tümüne seslenebilme yeteneğinde olabilecek bileşimler yaratabilmekten geçiyor. Sol parti ve örgütlerin bu yönde Türkiye toplumuna seslenme çabalarının parçalı ve zayıf olmaktan çıkartılması bir eksende toparlanması, birleştirilmesi önemli bir adımdır. Halkların kardeşliği söylemini bir propaganda olmaktan çıkarıp, ete kemiğe büründürmek ve yükselen şovenizm dalgasını kırmak acil bir görev olarak sosyalistlerin önünde duruyor.
Kürt sorununun çözümü için gerek şartlar (yeter şartlar değil) çok açık:
* Adil ve eşit bir barış için Kürt halkının siyasal temsilcilerinin doğrudan muhatap alınması.
* İki halkın yeniden kardeşleşmesi için karşılıklı anlama ve anlayış zemininin yaratılması.
Dipnotlar:
* Hatırlanacağı gibi Erbakan, Avrupa Birliği’ne alternatif bir “İslam birliği” fantezisi geliştirmişti.
** Ahmet Davutoğlu, 1990 yılında, Malezya International Islamic University’de yardımcı doçent unvanı ile çalışmaya başladı. Üniversitenin Siyaset Bilimi bölümünü kurdu ve 1993 yılına kadar bu bölümün başkanlığını yürüttü.
*** 1999’da teslim olan heyetten, bir kişi hayatını kaybetti ve 3’ü hala cezaevinde.