Modern olimpiyatların iki şey hakkında olduğu kabul edilir: politikanın üzerinde olan şiddet dışı rekabet ile dünya çapında barışı teşvik etmek ve atletik başarıyı güçlendirmek. Hiç şüphe yok ki, çoğu atlet kafasında bu ikincisi ile olimpiyatlara katılır. Ancak barışın teşvik edilmesi, kendi ulusal atletizm alt yapıları için verilen desteğin ulusal katılımcılarının başarısı için can alıcı önemde […]
Modern olimpiyatların iki şey hakkında olduğu kabul edilir: politikanın üzerinde olan şiddet dışı rekabet ile dünya çapında barışı teşvik etmek ve atletik başarıyı güçlendirmek. Hiç şüphe yok ki, çoğu atlet kafasında bu ikincisi ile olimpiyatlara katılır. Ancak barışın teşvik edilmesi, kendi ulusal atletizm alt yapıları için verilen desteğin ulusal katılımcılarının başarısı için can alıcı önemde olan hükümetlerin kafasındaki son şeymiş gibi görünüyor.
Tabii ki bu, en başından beri doğruydu. Modern olimpiyatların meşhur fikir babası Baron de Coubertin 1863 yılında doğdu. 1871’de Almanlar karşısında yaşanan yenilginin sonucunda çoğu Fransız’ın yaşadığı ulusal travma üzerinde kafa yormaya başladığı söylenir. Mağlubiyetin, Büyük Britanya ve Almanya’nın aksine Fransız eğitiminde atletik yeteneklere gereken önemin verilmemesi sonucunda yaşandığı sonucuna varmış ve bunu düzeltmeye koyulmuş görünüyor.
Yıllar geçtikçe olimpiyat hazırlıkları için yapılan ulusal harcamalar düzenli olarak arttı. Hem olimpiyat oyunlarının yapılacağı yerin seçimi ve hem de oyunların kazanılması hükümetler için çok daha önemli bir amaç oldu. Jeopolitik, olimpiyat oyunlarının hiçbir zaman uzağında olmadı.
Soğuk Savaş boyunca, bloklar arasındaki rekabete kazanılan altın madalyalar da dâhil edildi. ABD ve Batılı uluslarının 1980 Moskova Olimpiyatları boykotunu 1984 Los Angeles Olimpiyatları’na Sovyet boykotu takip etti. Devletlerin ve hudutlarının meşruiyeti hakkındaki Soğuk Savaş argümanlarına göre yarışacak ülkelerin listesi belirleniyordu.
Dolayısıyla 2016 oyunlarının yapılacağı ülkenin belirlendiği Kopenhag’daki Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) oylamasına dünya basını tarafından jeopolitik gözlerle yorumlandı. Gerçekte, dünya basını IOC’nin dört yılda bir verdiği bu karara gittikçe daha fazla ilgi ve dikkat gösteriyor, çünkü Olimpiyat yerinin seçimi hususunda hükümet başkanları kendi adayları için doğrudan lobicilik yapıyorlar. Bundan dolayı, Brezilya, İspanya ve Japonya liderlerinin Kopenhag’daki toplantıya katılmaları göz önüne alındığında, Barack Obama’nın da Chicago’yu savunmak adına boy göstermesi gerektiği açıktır.
Böylesi yarışların sonuçlarıyla ilgili olarak bahis düzenleyen bahisçiler, Chicago’nun üzerine bahse tutuştular ve öncelikle bunu Obama’nın şahsen katılacağını duyurmasına dayanarak yaptılar. Gizli oylamanın ilk turunda sonuçlar dört aday arasında dörde bölündü. Chicago, Amerikan basınını, atletizm liderlerini ve politikacılarını sarsacak şekilde birinci değil de dördüncü oldu ve ilk turda elendi.
Rio, olağandışı denilecek büyüklükte bir oran ile üçüncü turda oyların üçte ikisini alarak galip çıktı. Niçin böyle olduğunu anlamak zor değil. Şüphesiz ki Rio’nun kendisi çekici bir mekân olsa da, IOC üyeleri oylarını Rio’ya değil Brezilya’ya verdiler. Diğer üç adayın (ABD, İspanya ve Japonya) hepsi de Kuzey’dendi. Brezilya Güney’i temsil etti.
Brezilya Devlet Başkanı Lula’nın konuyla ilgili başlıca argümanı, Güney Amerika’nın Kış Olimpiyatları Oyunları’na hiçbir zaman ev sahipliği yapmamış tek kıta olmasıydı. Bu doğrudur, fakat oylama sonucunu sevinçli bir şekilde “Üçüncü Dünya’nın zaferi” olarak tanımlayan Fidel Castro sanırım daha haklıydı.
Oylamada kazanan Üçüncü Dünya’nın herhangi bir ülkesi de değildi. Kazanan Güney’in yükselen devlerinden biri olan Brezilya’ydı. Lula oylamadan sonra yaptığı açıklamada şöyle dedi: “(Brezilya) ikinci sınıf bir ülke olmaktan çıkıp birinci sınıf bir ülke oldu ve bugün, hak ettiğimiz saygıyı görmeye başladık.”
Geçmişte gösterilmeyen “hak ettiğimiz saygı”, Brezilya’nın iftiharıydı ve bu Üçüncü Dünya’nın geri kalanı tarafından da paylaşıldı.
Bu, Obama için bir terslenme miydi? Kişisel olarak onun için değil, ancak ABD için tabii ki öyleydi. Yine de popüler Obama tüm dünyada ve popüler, ABD başkanı olarak yerinde duruyor. Oylama sonucu jeopolitik anlamda açık bir eleştiriydi. Obama daha iyisini yapabilirdi de denemez. Ve hiç gitmeseydi, Amerikan kamuoyu, başarısızlığı onun orada bulunmayışına bağlayacaktı.
Olimpiyatın yeriyle ilgili bir oylamada kaybetmek, Taliban’ın istila ettiği bir Afganistan’da ABD üslerine sahip olmaktan daha kötü değildir. Ancak, aynı resmin bir parçasıdır.
Mademki Obama Nobel Barış Ödülü’nü aldı, o halde bu durum Amerikan diplomasisinde bazı şeyleri değiştirecek mi? Anlık olarak, belki. Ancak altta yatan durum değişmeden kalıyor. Aslında bu, Obama’nın konumunu bir bakıma daha da güçleştirecektir, çünkü artık daha yüksek standartlarla değerlendirilecek.
[fbc.binghamton.edu adresindeki orijinalinden, Dünya Bülteni’nin çevirisinden yararlanılarak Sendika.Org tarafından yeniden çevrilmiştir]