İlk gününden itibaren önemli gelişmelere gebe olan kritik bir aya giriyoruz. TBMM’nin 23. Dönem 4. Yasama Yılı, 1 Ekim’de başladı. Bu yasama yılı AKP için ve sayesinde(!) de önemli gelişmelere sahne olacak. İlk kritik konu büyük olasılıkla Ermenistan ile ilişkiler olacak. İsviçre’nin arabuluculuğunda Ermenistan ile sürdürülen görüşmeler sonucunda paraf edilen iki protokolden biri olan “Türkiye […]
İlk gününden itibaren önemli gelişmelere gebe olan kritik bir aya giriyoruz. TBMM’nin 23. Dönem 4. Yasama Yılı, 1 Ekim’de başladı. Bu yasama yılı AKP için ve sayesinde(!) de önemli gelişmelere sahne olacak. İlk kritik konu büyük olasılıkla Ermenistan ile ilişkiler olacak. İsviçre’nin arabuluculuğunda Ermenistan ile sürdürülen görüşmeler sonucunda paraf edilen iki protokolden biri olan “Türkiye Cumhuriyeti ile Ermenistan Cumhuriyeti Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol”, iki ülke arasındaki sınırın karşılıklı olarak tanınmasını öngörüyor. Oysa Ermenistan bugüne dek sınırı tanımayı reddediyordu. Ve ayrıca bu protokol, meclis onayından geçerek yürürlüğe girmesinden itibaren 2 ay içerisinde ortak sınırın açılması hususunda bir anlaşmayı da içeriyor. Erdoğan’ın açıklamasına göre anlaşma zaptının 10-11 Ekim’de TBMM’ye götürülmesi ve onaya sunulması hedefleniyor. Yani 14 Ekim’deki Türkiye-Ermenistan futbol maçına yetiştirilmeye çalışılacak. Futbol açısından formalite olan bu maç, siyasal açıdan tarihi bir önem kazanacak (Kim demiş futbolu siyasete alet etmek yanlıştır diye).
Elbette bir diğer gelişme Kürt sorununda (açılımında) bekleniyor. 29 Temmuz 2009’da hazırlanacağı söylenen ‘Kürt açılımı’ paketi, en nihayetinde ‘Demokratikleşme Açılımı Eylem Planı’ adıyla anılmaya başlandı. Paketin içeriğinin Erdoğan tarafından Ekim ayında Van ve Ağrı’da açıklanmaya başlanması bekleniyor. Ancak Erdoğan, bu konudaki anayasal beklentilerin önünü ABD’deki konuşmasıyla kesti; “Anayasa değişikliği yapmayacağız. Parlamento hazır değil, kurumlar hazır değil”. Parlamento dediği; CHP, MHP ve elbetteki kendi milletvekilleri. Kurumlar dediği de ordu ve biraz da yargı. Anayasal bir değişiklik içermeyen, ana dilde eğitimi reddeden, koruculuk sistemine dokunmayacağı açıklanan, affı gündemine almayan bu sözde planın birkaç Kürdoloji enstitüsü, birkaç köy ismi değişikliği ve düzene zararı(!) dokunmamış gerillalar için sakin bir gelecek vaadinden başka ne içerdiği tam bir muamma.
Bu planın arkasında ABD’nin olmasının yeterli olacağını düşünen Erdoğan, tam bir uygulama rezaleti yaşatıyor. Siyasal düzeydeki kutuplaşma, her geçen gün toplumda da büyüyor. MHP kitlesinin özel bir ateşleyiciye zaten ihtiyacı yok. Ancak kendisini sosyal demokrat olarak tanımlayan (ve aslında Kürt sorununun çözümünde ilerici inisiyatif alması gereken) çok büyük bir kitle (Aleviler istisna değil) bu sorun özelinde hızla gericileşiyor. Kuşkusuz bu noktada Deniz Baykal ve ekibinin hakkını(!) vermek gerek fakat aynı zamanda bu kitlenin ABD, AKP ve Erdoğan’a karşı olan alerjisi de belirleyici oluyor. Ve elbette unutulmaması gereken; ülkemizdeki sosyal-demokrasiyi biraz kazıyınca altından çıkan sosyal şovenizmin gerçek yüzüdür (En son Bursa’da görüldüğü gibi, seçtiği siyasetçileri örnek alanlar, Diyarbakırspor futbol maçlarına o siyasetin en uç yorumlarını taşıyor).
Her şeye rağmen son üç-dört ayda yaşananlar Kürt meselesi konusunu bir başka düzleme taşımıştır. Bu düzlemden geri dönüş imkansız değil ancak çok zordur. Fakat bu sürecin inisiyatifi AKP’ye (Erdoğan’a) bırakıldığında Amerikancı (yani halkların değil ABD’nin çıkarlarına uygun) ve gerici (yani bir halkı İslami gericiliğe terk eden) bir sonuç çıkacağı mutlaktır. TSK’ya bir yıl daha “sınır ötesi harekat izni” veren tezkerenin Ekim ayında Meclis’ten jet hızıyla geçirileceğinin açıklanması, açılımın sınır tanımaz(!) olduğunun kanıtı. Sürecin, AKP’nin keyfiyetine bırakılmaması için ezilen halkın siyasal temsilcilerinin (AKP’de örgütlü Kürt burjuvazisinin ve feodallerinin değil) inisiyatif alması kaçınılmazdır. AKP’nin Kürt halkının siyasal temsilcilerini süreçten dışlama tavrı 6 milletvekilinin dokunulmazlığını korumama tavrıyla artık iyice netleşmiştir. Rüşvetçiden tacizciye, uyuşturucu kaçakçısından katile her türlü suçluya dokunulmazlık zırhı kazandıran meclisin, ifade hakkını kullanan DTP’li milletvekilini kapsama alanı dışında bırakması manidardır. “Kürsü dokunulmazlığına” sahip çıkmaktansa, alaverelerle günü kurtarırken DTP’lilerin başından kılıcı eksik etmemeye yönelik yaklaşım açılım sürecinin ruhuna da oldukça uymaktadır.
Tüm bunlar göstermektedir ki AKP, ABD ve TSK dışında açılımda bir muhattap tanımamakta, tüm meclis içi görüşmeler ve görüşme talepleri “dostlar alışverişte görsün” tarzıyla gündeme gelmektedir.
Batı’da ise ilericilere, sosyalistlere düşen iki kritik görev mevcuttur: “Kürtlerin siyasal temsilcileri özne kabul edilmeden bu sorun çözülemez” söylemini büyütmek ve şoven ideolojiye karşı (ve Kürt hareketi içerisindeki bazı marjinal milliyetçi eğilimlere rağmen) halkların birlikte, kardeşçe yaşama kültürünü ve ilişkilerini geliştirmek. Sol bir tutumun ayrıntıları bu eksenlerde belirginleşecektir.
Hatırda tutulmalıdır ki gerek Kürt meselesi gerekse de Ermenistan’la ilişkiler konusu, sadece kendi dinamikleriyle egemen siyasetin en önemli gündemi haline gelmedi. AKP, daha doğrusu Erdoğan ve Gül özel inisiyatif alıp bu konuları bu düzeye çekti. Bilindiği üzere bunda yeni ABD yönetimi ve değişen öncelikleri etkili oldu. Bölgeyi güvenli bir enerji nakil hattı haline getirmek en belirleyici olan kaygılardan biri olarak öne çıkıyor. Ancak sürecin zamanlamasına dikkat çekmekte yarar var. AKP, bu konuları bu yıl ele almak ve mesafe katetmek zorunda. Çünkü 2011’de yani seçimlerin yapılacağı yıl bu konular bu biçimde ilerletilemez (Benzer bir durum Alevi Açılımı için de geçerli).
Bu yasama yılında bir dizi yasal ve yapısal değişiklik gerçekleştirilmek zorunda. Parlamenter muhalefetin kısır ve sapkın oluşu, toplumsal muhalefetin ise cılız ve cüretsiz oluşu AKP’ye fırsat vermiş durumda. Tek başına gündem belirleme ve bu gündem içerisine herkesi hapsetme rahatlığı.
Bu yıl AKP için bir başka açıdan da kritik geçeçek; yağma ve talanın dizginsiz son etabı yaşanacak. Üçüncü köprü telaşı biraz da bu yüzden. Son altı yılda devlet (AKP) eliyle yaratılan ve “bu ülkenin gerçek burjuva sınıfı” olarak tanımladıkları sermaye kesimleri (MÜSİAD, TUSKON, ASKON üyeleri) için kalıcı hamlelerinin bu yıl pekiştirilmesi gerekiyor. Bir yandan da AKP, 3 Ekim günü kongre yapacak ve parti vitrinini yenileyecek yani yeni görev paylaşımları yapılacak. 50 kişilik MKYK’da ve 12 kişilik MYK’da önemli değişiklikler olması bekleniyor. Kongrede yeni bestelenen 8.Yıl Marşı da çalınarak birlik ve beraberlik görüntüsü verilecek. Marşta yer alır mı bilinmez ama, spekülasyon, toprak rantı, kent rantı, diğer ülkelerle iş bağlama, yeraltı ve yerüstü kaynakların gaspı, ihale yolsuzlukları ve tabii ki kapitalist pazara açılan eğitim, sağlık, barıma, ulaşım gibi alanlarda derinleşme ve tekelleşme, bu yılın gözde nakaratları olacak.
1 Ekim’e tekrar dönersek; ülkemizde şatafatlı bir gösteri gerçekleşecek. IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantısı bu yıl 1-7 Ekim tarihlerinde İstanbul’da olacak. Ancak süreç 28 Eylül’deki toplantılarla başladı. Bu yılki toplantının başlığı da “Krize çözüm, toparlanmaya destek.” Ancak bu toplantılarda siyasal liderler olmayacak. Uzmanlar yaklaşım ve tahminlerini ortaya koyacak. Paranın özne, halkların/insanların nesne olduğu çözümler(!) tartışılacak. Resmi programda yok ancak G-7’de yer alan ülkelerin bakanları da 3 Ekim’de bir araya gelecek. Kısacası; 1-7 Ekim arasında binlerce teknokrat kavgamızın şehri İstanbul’da “dünya halklarının defterini daha iyi nasıl düreriz” diye kafa
patlatacak.
Bir hatırlatma; 1 Ekim aynı zamanda IMF’nin özel olarak istediği, Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun yürürlüğe girmesinin yıl dönümü. 1 Ekim’de ayrıca, rastlantı odur ki (Meclis’in açıldığı ve IMF-DB toplantısının sürdüğü gün) TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi İstanbul’da toplanacak. Basına açık açılıştan sonra basına kapalı toplantılar yapacaklar, gelecek kaygılarından hareketle büyük ihtimalle; güvenceli iş, eğitim, sağlık ve barınma sorunlarını konuşacaklar(!).
1 Ekim’de halkın payına ne düşecek, peki?
1 Ekim’den itibaren elektrik yüzde 9.8 zamlı aydınlatacak!
1 Ekim’den itibaren resmi sağlık kurumlarında hasta katılım payı 2 ile 8 lira arasında, özel hastanelerde ise 15 lira olacak!
17 Ekim’de TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda 2010’un bütçe görüşmeleri başlayacak. 2010’un bütçesi, bu yılın bütçe açığının gölgesinde belirlenecek. Bu yılın bütçe açığı ise şimdiden 40 milyar lira düzeyinde, yani yıl sonunda 50 milyar lira olacak. Bu açığı Erdoğan, kendi milletvekillerinden, müteahhitlerinden ve tarikatlardan keserek kapatmayacak. Dolaylı vergiler artacak, birçok ürüne zam yapılacak, devletin kamu harcamaları yani eğitime, sağlığa ayırdığı pay azalacak. Ve bu süreç sadece üç ayla sınırlı kalmayacak. Önümüzdeki yılın harcama(ma)larına da yansıyacak. 2009 bütçesinde, milli gelirden eğitime ayrılan pay yüzde 2,5’e düşmüştü, bu oran daha da düşecek. Ve elbette diğerlerinde de. Ancak kimse silah harcamalarının azalacağını sanmasın!
Bunlar yaşanırken halk, kendi yaşamsal harcamalarını karşılayabilecek geliri elde edecek mi? Elbette ki hayır! Geçen yıl yüzde 11,9 olarak belirlenen tarım dışı işsizlik oranı bu yıl yüzde 16,4’e yükseldi. Genç nüfustaki işsizlik oranı da yüzde 18’den yüzde 23,7’ye çıktı. Türkiye İstatistik Kurumunun işsiz sayısını 3 milyon 269 bin olarak açıklamasına rağmen gerçek işsiz sayısı 6 milyonu buluyor.
Toplumsal gerilim her geçen gün büyürken, bu gerilimin sol açısından doğru siyasal kanallara aktığını/aktarıldığını söylemek mümkün değil. Halkın bu saldırılar karşısında siyasallaşmasını, bir siyasal parti oluşturmakla ya da varolan bir siyasal partiye çağrı yapmakla sağlayabileceğini sanmak tam bir aymazlıktır. Ancak bu aymazlığın örnekleri azalmak yerine artmaktadır. Sarıgül’ün Türkiye Değişim Hareketi ile başlayan “yeni parti kurma mevsimi” görülen o ki diğerleriyle devam edecek. Böylesi bir duruma soldan da niyetlenenlerin olduğu biliniyordu. Şimdi ise 10 Aralıkçıların yanına Alevi Partisi niyeti olanlar da katılmış durumda. Mezhebe dayanan sözde bir siyasallaşmanın saçmalığını anlamak için geçmişe (Birlik Partisi deneyimine) bakmak bile gereksiz.
Etkili bir toplumsal muhalefet için ise gereken nitelikler belli:
* Yaratılmış gündemler içinde savrulmayan, sınırlara hapsolmayan, kendi politik programıyla varolan gündemlere müdahale edebilen yani kendi gündemini belirleyen bir muhalefet
* Kendi kişisel/grupçu ihtiyacına göre değil, halkın ihtiyaçlarına göre belirlenen mücadele araçlarını kullanan yani aracı değil, amacı önde tutan bir muhalefet
* Tek bir konuya sıkışmayan ve tek bir tarzı içermeyen, yani dinamik ve çok yönlü bir muhalefet
* Politik hedefi belli ancak ancak başka politik çizgilerle de yürüyebilen, yani yönlendirici ve kapsayıcı bir muhalefet
Bu ülkede bunları amaç edinenler ve yapanlar var…