“Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir, parçalanmaz bir bütündür” diye nutuk atanların kendileri bölündü, parçalandı. Meğer ne Kürtlerle Türkler etle tırnak gibiymiş ne de Türkler kendi arasında öyle mermer gibi bir bütünlüğe sahipmiş. Kürt açılımı tartışmalarına MGK’nın verdiği destek, düzen içi muhalefetin orduyu da hedef tahtasına oturtmasına neden oldu. Genelkurmay Başkanı bu durumun yaratacağı yıpranmanın paniği […]
“Türklerle Kürtler etle tırnak gibidir, parçalanmaz bir bütündür” diye nutuk atanların kendileri bölündü, parçalandı. Meğer ne Kürtlerle Türkler etle tırnak gibiymiş ne de Türkler kendi arasında öyle mermer gibi bir bütünlüğe sahipmiş. Kürt açılımı tartışmalarına MGK’nın verdiği destek, düzen içi muhalefetin orduyu da hedef tahtasına oturtmasına neden oldu. Genelkurmay Başkanı bu durumun yaratacağı yıpranmanın paniği ile anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddelerini sıralayarak cevap verdi. Hatta işi ileriye götürüp uğruna darbeler yaptığı “üniter devlet, ulusal devlet, laik devlet” şiarlarına, uğruna hiçbir şey yapmadığı, hatta 12 Mart, 12 Eylül başta olmak üzere her müdahalesinde budadığı “sosyal devlet ve hukuk devleti” şiarlarını da ekledi. Sanki üniter-laik-ulusal devlet için yaptığı gibi, işçilerin haklarının gasp edilmesine karşı, IMF’nin yoksullaştırma politikalarına karşı, çocuk yaştaki kızların evlendirilmesine karşı, gelir dağılımının feci şekilde bozulmasına karşı, tersanelerde dökülen kan için muhtıra vermiş, Borsa’nın önünde tankları yürütmüş gibi… Neyse ki bu hatasını çabuk düzeltip bir daha bu sözcükleri anmadı. Genelkurmay bununla yetinmeyip ordunun 160 sancağını ilk kez bu zafer bayramında bir araya topladı. Adeta büyük bir savaşa hazırlanan veya milli birliğini yitirmiş, federatif bir devletin ordusu gibi tüm sancaklarını bir araya toplayarak topluma birlik mesajı vermeye çalışıyor görüntüsü oluşturuldu. Ortada bir panik görüntüsü var. 30 Ağustos törenlerinde Başbuğ’un halkın arasına karışması da gösterdi ki “açılımın” ve açılımın gölgesinde kalan gelişmelerin yarattığı ve yaratacağı yıpranma oldukça ciddi boyutlarda. Genelkurmay Başkanı’nın yanına kuvvet komutanlarını da alarak 12 Eylül faşist darbesinin başı Kenan Evren’i ziyaret etmesi ise bu komuta kademesinin “demokratik açılım”dan ne anlatmak istediğinin beyanatı oldu: Sömürge tipi faşizm altında demokratikleşme!
ABD’nin Ortadoğu ve Asya planları açısından Kürt sorununun görece stabilize edilmesi zorunlu görünüyor. Kürt sorunu ABD açısından kritik hale gelince Ortadoğu’da köklü gelişmelerin de belirleyicisi haline geliyor. Bu gelişmeye uyum gösteremeyen, rol alamayan tüm siyasi aktörler ABD ile bir var olma mücadelesine girmek zorunda kalacaklar. AKP’nin bunca riski göze alıp “Kürt açılımı”na kalkışmasının altında bu zorlama yatmaktadır. Aynı şekilde MHP, CHP ve diğer aktörler de buna göre pozisyonlarını sağlama almaya çalışmaktadırlar. Kürt hareketi ise kendisini devre dışı bırakmaya endeksli bu planı, kendisinin de dâhil edilmesini zorlayarak bozup tasfiyesini engellemeye çalışmaktadır. Bu gerilimler altındaki Başbakan’ın saldırgan çıkışlardan sonra alttan alması ve “Kürt açılımı” kavramından “demokratik açılıma”, oradan da “milli birlik projesi” lafına geçiş dışında açılım konusunda bir ilerleme olmadı. Genelkurmay’ın açıklamasından sonra arkasına aldığını düşündüğü asker desteğinin anketlerdeki kadar güvenilir olmadığını fark etti. Geçen yazıda da belirttiğimiz gibi açılımın “psikolojik ortam oluşturma evresi” devam ediyor.
Bu tartışmanın en sert tarafını oluşturan MHP’nin birlikçiliğinin sahteliğini Türk halkını Alevi-Sünni ayrımlarıyla katliamlar yaparak böldüğü, saflaştırdığı tarihinden biliyoruz. MHP’nin asıl gayretinin kendi politik zeminini zayıflatacak tarzda açılımların engellenmesi olduğu açık. CHP’nin de MHP’nin de bugünlerde dillerine doladıkları anti-Amerikancılıkları ise yatsıya kadar: IMF’ye NATO’ya bağlı kalıp anti-Amerikancı olmak için ABD’nin “Kürt açılımı”nı ‘motive etmesini’ beklemeleri anti-emperyalistliklerinin naylonluğundan başka bir şey değil. Unutulmamalıdır ki 1970’lerdeki iç savaş da, 1990’lardaki kirli savaş da bir Amerikan projesiydi ve MHP kadroları bu emperyalist stratejinin gönüllü taşeronluğunu yapmaktaydı. CHP ise, MHP’den daha sıkışık bir durumda. Daha önce konuya dair raporlar hazırlamışken, parti programı Kürt sorununda kimi açılımları öngörürken AKP’nin ardılı olmamak kaygısıyla iç gerilim yaşamaktadır. Kendi yayın organı olan Halk gazetesinin Temmuz sayısında, Kürtçenin seçmeli ders olmasını, üniversitelerde Kürt Enstitüleri kurulmasını, devlet dairelerinde Kürtçe hizmet verilmesini öneren CHP, Ağustos ayında Kürtçenin eğitim başta olmak üzere kamu kurumlarında kullanımına bayrak açarak tam manasıyla “iki cami arasında beynamaz” kaldı.
Öcalan’ın 160 sayfa olarak hazırladığı “yol haritası” ise engellemelerle 15 günlük bir ‘geciktirmenin’ ardından ana hatlarıyla belli oldu. Şu ana kadar belli olan kısmıyla Öcalan’ın önermeleri ile daha önce parça parça basına çıkanlar arasında esastan bir farklılık yok. Hem Türkler hem Kürtler için “ortak vatan Türkiye ve Kürdistan’dır” ifadesi Irak Kürdistan’ının da açılımın kapsamı dışında kalmayabileceğini gösteriyor. Öcalan’ın birçok önermesi, Türkiye-Irak-ABD’den kurulu üçlü mekanizmanın programı sonucunda Kürt Hareketi’nin parçalanmasını-tasfiyesini engelleme veya hareketi yıkıcı sonuçlardan koruma kapsamında değerlendirilebilir. Asıl çatışma noktasını da burası oluşturmakta ve oluşturmaya devam edeceğe benzemektedir. Ahmet Türk’ün 1 Eylül konuşmasının ana vurgusunu da Kürt Hareketinin parçalanarak etkisizleştirilip tasfiyesinde ısrarlı olan bu plana karşı yekvücut oldukları mesajı oluşturdu. Belli ki Türkiye egemen sınıfları ve partilerinin Kürt yoksullarını siyasete dâhil edecek projelerden uzak durmaya çalışmalarının yarattığı gerilimin çözülmesi zaman alacak. Sonucu ise emek hareketinin gücü veya güçsüzlüğü belirleyecek.
* * *
Kürt sorununda bu gelişmeler yaşanırken, konunun dış siyaset bağlamına dair önemli gelişmeler ortaya çıktı. Danimarka Başbakanı olduğu dönemde meşhur karikatür krizinden dolayı Erdoğan’ın da tepkisini almış olan NATO Genel Sekreteri Rasmussen, Erdoğan’ın iftarına katılıp sabırla vaazını dinledi. Erdoğan kameraların önünde ‘adama’ Müslümanlık dersi verdi, ‘adamcağız’ da “asker istemeye gelen misafir” olarak buna sabırla katlandı. Birincisi Japonya’da yapılan, üçüncüsü 24 Eylül’de New York’ta yapılacak olan, ülkelerin bakanlık düzeyinde temsil edildiği “Demokratik Pakistan’ın Dostları” toplantısının ikincisi 20 devletin ve Richard Holbrooke’un katılımıyla Türkiye’de yapıldı. Her ikisi de ABD’nin Türkiye’ye biçtiği yeni role uygun gelişmelerdi: Büyük uranyum, petrol ve doğalgaz yataklarının ve nakil yollarının kontrolü anlamına gelen Afganistan’ın ve Pakistan’ın kontrolü. ABD’nin yığınağını arttırmasına rağmen 2009 başından bu yana 300 işgal askerinin yaşamını yitirdiği, askeri olarak bataklığa dönen Afganistan’da seçimler de başarısız geçti. Herkesin hile yapıldığını bildiği seçimin hiç olmazsa ikinci tura kalmasını isteyen ABD’nin Afganistan-Pakistan temsilcisi Holbrook’la kukla devlet başkanı Hamit Karzai arasında sert tartışmaların olması, ABD için işlerin parlak gitmediğini gösteriyor. Patır patır NATO askerleri ölüyor, Kabil düşüyor, zaman daralıyor, Türkiye’nin ordusuna ihtiyaç artıyor.
* * *
Bu toz duman içinde kamu çalışanlarının toplu görüşme işleri de yandaş sendikalar için sarpa sardı. Hükümetin 2006’da varılan “eşit işe eşit ücret verilmesi için ek ödeme miktarlarının her yıl arttırılması” anlaşmasını kaynak olmadığı gerekçesiyle bozması tuluat tiyatrosunun* tuzu biberi oldu. Zam oranlarının da yüzde 2,5+2,5 olarak teklif
edilmesi yandaş sendikaları dahi zora soktu. Kriz işbirlikçiliği çıplak hale getiriyor ya da ak koyun kara koyun dar geçitte belli oluyor. Kara koyunun belli olması için ak koyunun da belli olması gerekiyor. Teşbih bu; ikisi aynı anda belli oluyor. Düzlemi değiştirip yüzdelik talep tartışmalarına girmeden, yoksulların, işten atılanların tüm emekçi sınıfların sesi olarak hükümetin karşısına çıkması gereken KESK’in bu süreci gerektiği gibi değerlendirememesi AKP’nin ve yandaş sendikaların en önemli avantajı oldu. KESK’in sadece kamu çalışanlarının değil, bugüne kadar prensip olarak benimsediği gibi tüm sınıfın çıkarlarını esas alan bir çizgiyi pratik hale dönüştürememesi kara koyunun işine geldi.
Oysa bugün temel prensiplere en çok ihtiyaç duyulan bir dönemden geçiyoruz. Yatırımlardaki yüzde 55’lik daralma işsizliğin kronikleşerek artması anlamına geliyor. İşten atılan sendikalı işçi sayısı 50 bini bulmuş. Bu işçilerin yeni iş bulması zor, bulsa da sigortalı iş bulması daha da zor, sigortalı iş buldu diyelim sendikalı olması mucize! Sınıf ve kitle sendikacılığı yerine üyelerinin çıkarlarını korumakla kendini sınırlayan işçi sendikaları, bu gidişle çıkarlarını koruyacak üye bulamayacaklar. Sermaye krizi fırsata çevirirken, ucuz işgücünü yani sendikasız güvencesiz çalıştırmayı yaygınlaştırırken, sendikalar geleneksel kısır döngüleri içinde güç kaybediyor.
İşsizlik fonunun nemalarının yüzde 25’inin Hazine’ye aktarılarak gasp edilmesine karşı sendikaların tek yaptığı, yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürmesini istemek için CHP’nin kapısını çalmak oldu. Kılıçdaroğlu da haklı olarak sendikalara neden mücadele etmediklerini sordu.
* * *
Ekonomik kriz ve siyasal kriz giderek tırmanıyor. Bu tırmanışın bedeli işçilere, köylülere, kadınlara, esnafa, öğrencilere, kamu çalışanlarına, yoksullara yani tüm emekçi sınıflara ödetiliyor. Temel yaşamsal giderlere kamu eliyle yapılan zamlar, tarımsal üretimden devletin elini çekip köylüleri tefecilerin eline terk etmesi, öğrenci harçlarına yapılan zamlar (başarılı bir kampanyayla geri çektirildi), işçilere verilen düşük zamlar ve işten atılmalar, 40-50 yıldır oturdukları evleri başlarına yıkılmaya çalışılan insanlar, kentsel rant uğruna talan edilen su kaynakları ve ormanlar, kaynamayan tencereler… Saldırı her alanda topyekûn yaşanıyor. Aslında her taraftan direniş kıvılcımları çakıyor. Ancak kazanma iddiası zayıf, güç oluşturma taktiği olmayan hareketlerin kendiliğinden büyümesi beklenemez. Şimdi öne çıkma zamanı… Küçük kıpırdanmaları büyük sarsıntılara dönüştürmek için sendika yönetimlerinin, işçi önderlerinin, politik önderlerin, devrimcilerin öne çıkma zamanı.
Yazın kırk derece sıcağında Dikmen’de, Mamak’ta, Çayırova’da, Sarıyer’de kentsel dönüşüme karşı yürüyenleri, evlerinden atılan depremzedeleri ve birlikte direnenleri, 3-4 Ekim’de yapılacak Barınma Hakkı Forumu’nu, ulaşım zammına karşı Akbil boykotu yapanları, su zammını engellemek için kırk derecenin altında bir hafta nöbet tutanları, harç zammına karşı direnenleri, Karadeniz’in fındık üreticisini, Ege’nin üzüm, mısır üreticilerini bilinçlendirmek-örgütlemek için köy köy dolaşanları, altı yıldır Kemalpaşa’da belediyesiz, sponsorsuz kasabanın bütün insanlarını festivale katanları, devrimcileri bu hak mücadelelerini yükseltme ve birleştirme görevi bekliyor. Ne arkamızda bıraktığımız yol kolaydı ne de önümüzdeki yol kısa ve kolay. Biriktire biriktire büyütüyoruz. Barınma hakkı için direnenlerle, su hakkı için mücadele edenleri, çay-fındık-üzüm üreticileri ile eğitim ve sağlık hakkı için mücadele edenleri bir araya getirme hak mücadelelerini birleştirme ve büyütme zamanı geldi. Devrimci bir halk hareketi yaratma programı içinde ne bir bildiri boşa gider ne bir afiş, ne bir lira, ne bir ev ziyareti… Halk kürsülerinden, uzun yürüyüşlere, barikatlara kadar çantamızda çok sayıda alet var. Haydi! İşe koyulmanın, öne atılmanın zamanıdır.
*Yazarı olmayan, genelde bir iskelet senaryo üzerinde, her oyuncunun kendi yetenek ve kapasitesine göre, sözler konuşmalar uydurduğu teatral gösteri.