Neoliberal sistemin dikişleri patlıyor. Sermayenin emeğe, doğaya, insana karşı dizginsiz, kuralsız bir kâr saldırısı olan neoliberal sistemin akıldışılığı, sadece ekonomik krizle değil son sel ‘felaket’inde olduğu gibi birçok şeyle ortaya dökülüyor. Önceki haftanın dünyadaki en kitlesel katliamı, çoğunluğu sivil olmak üzere 90 kişinin öldüğü NATO bombardımanıyla, yıllardır savaş yaşayan Afganistan’da yaşandı. İkincisi ise geçen hafta […]
Neoliberal sistemin dikişleri patlıyor. Sermayenin emeğe, doğaya, insana karşı dizginsiz, kuralsız bir kâr saldırısı olan neoliberal sistemin akıldışılığı, sadece ekonomik krizle değil son sel ‘felaket’inde olduğu gibi birçok şeyle ortaya dökülüyor. Önceki haftanın dünyadaki en kitlesel katliamı, çoğunluğu sivil olmak üzere 90 kişinin öldüğü NATO bombardımanıyla, yıllardır savaş yaşayan Afganistan’da yaşandı. İkincisi ise geçen hafta (kayıplarla birlikte) 39’u selde, 3’ü madende, (10 asker ve 8 PKK’li olmak üzere) 18’i çatışmada toplam 60 kişinin ölümüyle Türkiye’de yaşandı.
AKP, sel felaketinin ardından panik halde mağdurları suçluyor. Başbakan başta olmak üzere devleti ve İstanbul’u yönetenler akıl almaz laflar ediyorlar. Dere yatağına ev yapanları, kaçak bina yapanları, mahkemelerde dava açanları suçluyorlar. CHP de aynı kulvarda muhalefet yürütüyor. Oysa sorun ne kaçak yapı, ne gecekondu, ne de mahkemelerin iptal kararlarında. Sorunun kaynağında neoliberalizmin planlı kuralsızlığı yatıyor. Yaşanan bir doğal felaket değildir, AKP iktidarı şahsında neoliberal felakettir.
İşçilerin örgütlülükleri dağıtılarak işçilere mal ve hayvan muamelesi yapıldığı, rantçı talana dayalı bir şehirleşme politikası sonucunda dere yataklarının imara açıldığı bir sistemde başka bir sonuç beklenmezdi. O işçiler kapalı kasa minibüste ya sele kapılacaklar, ya bir yangında ya da bir trafik kazasında aynı akıbeti yaşayacaklardı; belki tarih ve isimler farklı olarak. AKP sıkışık durumda, çünkü foyanın örtülmesi zor. Bu sefer sorumlu gecekondular değil, plazalar. Dere yatağına yapılan binalar derenin taşmasına neden oldular. Dere yatağına yapılan otoyol ve tır parkı onca insanın ölümüne neden oldu. Gecekonducular dere yatağına ev yaptığında kendileri ölüyordu. Bu sefer ölen ne eski belediye başkanı Tayyip Erdoğan, ne yenisi Topbaş, ne o yolu yapan karayolları müdürü, ne ulaştırma bakanı, ne tır parkının sahibi, ne de tekstil fabrikasının patronu. Ölenler halktan insanlar.
Başbakanından belediye başkanına, bakanından il yöneticisine tüm AKP’liler suçu ya takdir-i ilahi diyerek Allah’a ya da havzadaki işçi mahallelerini hedef göstererek halka yıkıyor. Gerici-neoliberal iktidar çamura yatıyor ama boğazına kadar çamura battığı için suçun kendi politikalarında olduğu gerçeğini gizleyemiyor, çamurda debeleniyor.
CHP’nin sel tartışmalarındaki sözcüsü İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin aynı neoliberal şehircilik anlayışı ile AKP ile polemik yürütmeye çalıştığı için pek başarılı olamıyor. CHP’nin, Mimarlar Odası’nın Ayamama deresinin imara açılmasına karşı açtığı davaları gündeme getirmemesinin nedeni kısa bir süre önce Gürsel Tekin’in, Topbaş’a İstanbul için imar affı önermesi olsa gerek.
Egemenler bu sürece yine o meşhur “krizi fırsata çevirme” mantığıyla yaklaştı. Sel bahanesiyle İstanbul’a helikopterinden bir göz atan Erdoğan, selin vurduğu yoksul mahallelerin yıkılacağı, yoksulların rantı yükselen bu bölgelerden sürüleceği sinyalini verdi. Aynı zamanda ikinci köprünün eseri olan sel felaketinin ardından havada turlarken, bir yandan da üçüncü köprüye güzergah beğeniyordu. Ordu da boş durmuyor, seli fırsata çeviriyor, sel bölgelerine kurtarma operasyonları yaparak, son dönemde çizilen imajını düzeltmeye çalışıyor.
***
AKP’nin sıkıştığı diğer bir konu da, bir ilerleme sağlayamadığı ‘Kürt Açılımı’. PKK’nin devreye girmesini önlemekte sıkıntı çeken AKP, MHP ve CHP’yi de ikna edemiyor. Bu muhalefet uzlaşmayacak ve gittikçe sertleşecek. MHP’nin mecliste gizli oturum yapıldığı takdirde oturum tutanaklarını ifşa edeceğini açıklaması bunun bir göstergesidir. Buna rağmen Erdoğan’ın süreçten vazgeçme olasılığı yok. Çünkü süreç Erdoğan’ı da aşan bir içeriğe sahip. ABD’nin, Irak’ı, daha doğrusu Irak petrolünü ve bu petrolün taşınmasını güvence altına alma isteği söz konusu. Benzer bir durum, ‘Ermenistan açılımı’nda da geçerli: Kafkas doğalgaz ve petrolünün ‘sorunsuz’ taşınması. Tüm bunlara Putin’in son açıklaması da (Türkiye, Batı Avrupa’ya yönelik doğalgaz naklinde Ukrayna’nın yerini alarak “ana transit ülke” haline gelebilir) eklendiğinde, Erdoğan’ın hangi “göreve” talip olduğu, Davutoğlu’nun neyin taktisyenliğini yaptığı netleşir. AKP, ülkeyi emperyalistler için güvenli bir “enerji nakil hattı” haline getirmeye çalışıyor.
Bu kadar “büyük” projeyi arkasına alan AKP’nin, Kürt Sorunu’nu sadece ABD’ye güvenerek “çözme” planı, fiyaskoyla sonuçlanacak. Gelişmeler de zaten bunu kanıtlar nitelikte. Erdoğan, sürecin başında neredeyse bütün siyasal figürleri dışladı. DTP’ye randevu vermedi, CHP ve MHP ile görüşmedi. Daha sonra adım adım geriledi.
Bugün Suriye ve Irak yönetimleriyle görüşmeler, ortak açıklamalar yaparak süreci ilerletiyormuş izlenimi vermeye çalışıyorlar. Ancak hala bu sorunun gerçek muhataplarıyla ilişki kurmakta direniyorlar. Oysa dünyada benzer sorunların yaşandığı yerlerde soruna bu biçimde yaklaşılmamıştır. Dolaylı da olsa IRA (Sinn Fein) ya da ETA (Herry Batasuna) ile görüşmeden süreç başlatılmamıştır bile.
AKP’nin yaşadığı prestij kaybında tek şansı ise solun güçsüzlüğüdür. Sendikalar, meslek odaları, ilerici muhalefet örgütleri anlaşılması zor bir biçimde muhalefeti yükseltecek politikalar üretemiyorlar. Oysa Batı’da, solun, ilerici muhalefet örgütlerinin (bir dizi farklı öneride anlaşamasalar bile) atacakları ilk adım; Kürt sorunun çözümünde ilk işin Kürtlerin siyasal temsilcilerinin muhatap alınmasını, çok güçlü bir biçimde dile getirmek olmalıdır. Yaşanan süreçte DTP’nin de yeterli inisiyatifi geliştiremediği görülmelidir. Bir tarafta Erdoğan’ı diğer yanda Öcalan’ı bekleme tutumu DTP’yi atıllaştırmaktadır.
Bununla birlikte solun da “açılım” tartışmalarına gözünü dikip bekleme pozisyonuna düşmemesi gerekir. En geri sol refleks bile bilmektedir ki AKP’nin “çerçevesi” ile bu sorun çözülemez. Bu sorun için yeni bir düzlem ve sol bir çerçeve tanımlanmalıdır. Bu sürecin “bağımsız” (liberallerden ve varlığını Kürt hareketinin gölgesine sığınarak sürdürmeye çalışanlardan azade) bir kanaldan oluşturulması ise çok daha etkili ve işlevli olacaktır.
***
“Alın, verin, ekonomiye can verin” kampanyası sürerken 8 işçi kadının ekonomiye “can vermesi”nin ardından ABD’den 8-13 milyar dolar arası tutacak miktarda füze savunma sistemi alma niyetinin ortaya çıkması burjuva yazarları dahi şaşırtmış durumda. Küresel ekonomik kriz de gözönüne alındığında böyle bir silahlanma yarışının (M.Y.Yılmaz’ın deyişiyle) “Amerikan ekonomisine can vereceği” ortada. Bir tarafta reklam kampanyalarıyla halkın, varolan üç-beş kuruşunu da harcatmaya, diğer yandan ABD’nin ekonomisine para aktarmaya çalışan AKP politikalarının kimin hizmetinde olduğu tartışmasız bir netlik sağladı. Utanmazlığın, arsızlığın sınırı yok. İş verilmeyen, ücretleri ödenmeyen, zam verilmeyen halktan alışveriş yapması isteniyor ve bu halktan zorunlu olarak toplanan vergilerle de Amerikan silah tüccarlarına çözüm üretiliyor.
Ekonomik göstergelerin, beklentilerin hiçbiri önümüzdeki bir yıl içinde olumlu gelişmeler içermezken gözler Ekim başında İstanbul’da yapılacak IMF toplantısına çevrildi. Son yüzyılın en büyük krizi yaşanırken bu vahşi düzenin patronları ve onların örgütleri bu topraklarda bir araya gelerek bu düzenin daha da yıkıcı biçimlerde nasıl sürdürüleceğini konuşacaklar. Sermayeyi, onları
n düzeninin temsilcisi AKP’yi ve sadece kendi varlıklarını sürdürme dışında bir perspektifi olmayan “muhalifleri” bilmeyiz ama bu toprakların devrimcilerinin yapması gereken çok açık. Bu toplantının ne anlama geldiğinin, bu ülkenin tüm değerlerini üreten emekçi halklarının bilincinde açığa çıkartacak iradeyi örgütlemek.
Krizin yarattığı koşullar, zaten ciddi sorunlarla boğuşmakta olan toplumun hükümetten beklentilerini iyice arttırmıştı. Tayyip Erdoğan’ın, “kriz bizi teğet geçti” minvalinde kriz siyaseti sürdürmeye çalışması toplumdaki bu beklentileri idare etmeye, zaman kazanmaya ve palyatif çözümler bulmaya dönük bir çabaydı. İyimsel hava yayma çabası başarılı olmasa da durumu idare etme açısından başka seçenek olmadığından kısmen işe yarıyordu. Diğer yandan Kürt Sorunu’nun çözümünde adım atılacağı beklentisi, liberalleri de kuyruğuna takan “demokrasi” havası, enerji anlaşmaları ile ekonomik kurtuluş sağlanacağı yönündeki beklenti ortamı artık dağıldı.
***
AKP halkla adeta dalga geçiyor; kış başında elektriğe, ulaşıma ve doğalgaza zam yapıyor, yaz başında indirim; suya yaz başında zam yapıyor, kış başında indirim. Daha bir yıl önce (1 Ekim 2008) ‘Parası olan olmayan herkes sağlık hizmetinden faydalanabilecek’ yalanlarıyla uygulanmaya başlanan Genel Sağlık Sigortası’nın ne menem bir şey olduğu artık açığa çıkıyor. Sosyal Güvenlik Kurumu’nda (SGK) biriken işçi primlerinin, özel hastaneler ve ilaç şirketlerinin semirtilmesine harcandığı, SGK’nın kasası boşaltıldığı itiraf ediliyor. Yeşil Kartlılar’dan da tedavi için para almaya başlayan hükümet, şimdi de “paramız kalmadı, daha az hizmet alacaksınız, daha fazla muayene, tedavi ve ilaç bedeli ödeyeceksiniz” diyor. İşçilerin “İşsizlik fonunda” biriken paraları, işçilere dağıtılmıyor ama önce kriz bahanesiyle yatırım teşvikleri için gasp edilmişti, şimdi de sel bahanesiyle yağmalanmak isteniyor.
Bugün artık, AKP’nin neoliberal gerici düzeni ve sermayenin kâr derdi karşısında halkın hakları kavgasını daha da yükseltme zamanıdır. Artık işçileri ve ezilen sınıfları sadece güvencesizlik, düşük ücretler, temel yaşamsal hakların ortadan kaldırılması ve örgütsüzlükle teslim alan değil, tabutluklarla ölüme gönderecek kadar vahşi bir sermaye düzeni var. Bunun karşısında, fiili ve meşru temelde devrimci bir sınıf hareketini her alanda örgütlemek artık hem daha olanaklı, hem de elzem. Bunun başarılabildiği alanlarda gerek sermaye, gerek yandaşları, gerekse geleneksel zeminden medet umanlar açısından o koca kulelerinin kağıttan kuleler gibi yerle bir olduğunu görüyoruz.
Okmeydanı Hastanesi’nde maaşlarını alamadıkları için direnişe geçen taşeron sağlık emekçileri hem haklarını alıyor, hem de diğer emekçilere örnek oluyor. Ertesi gün Koşuyolu Hastanesi’nde yüzlerce taşeron sağlık emekçisi direnişe geçiyor. Taşeron sağlık emekçilerinin mücadelesi, güvencesizlik saldırısıyla karşı karşıya olan diğer işçilere de örnek olduğu gibi, milyonların sağlık ve sosyal güvenlik hakkı mücadelesini de sahiplenerek ezilenleri yeniden sol politikalara kazanacak bir emek hareketinin gerçek zeminine işaret ediyor. Dikmen Vadisi halkının barınma hakkı mücadelesi Gökçek’i durdurmakla kamıyor, Mamaklılara da, Arızlılı depremzedelere de, Gebzelilere de, tüm kentsel dönüşüm mağdurlarına örnek oluyor. Üçüncü köprüye karşı ormanlarını, su havzalarını, barınma haklarını savunan Sarıyerliler, aslında neoliberal ölüm düzenine karşı tüm İstanbulluların insanca bir yaşam mücadelesini verdiklerinin bilinciyle, aynı kararlılıkla selin ardından Belediye’nin kapısına dayanıyor.
Bugün, hak mücadelerinin sol ve emek hareketi açısından kurucu bir zemin olduğu, ancak bunun devrimcilerin iradi müdahaleleriyle mümkün olabildiğinin bilinciyle hareket edilmelidir.
Her alandan iddialı ve somut kazanımları hedefleyen, haklılığından aldığı güçle tüm varlığıyla yüklenen ve kazanan bir mücadele ve eylem çizgisine ihtiyaç var. Ve kuşkusuz bunu başarabilmek için politik cesaret ve yaratıcılığa…