“Eşit haklar konusu gerçekten ilerici ve gerçekten politik bir konu, yani özgürleştirici bir konudur; ama sadece, tezlerini herkese açık bir alanda, evrensellik alanında ifade ediyorsa”. Türkiye toplumu, kapitalist sistemin en büyük bunalımının ortasında birçok yönden çözülüyor. Aynı anda bu büyük çözülme döneminde, “açılımcılık stratejisi” isimli yeni ve etkili bir sermaye silahıyla tanışıyor. “Açılımcılık” stratejisi hâlihazırda […]
“Eşit haklar konusu gerçekten ilerici ve gerçekten politik bir konu, yani özgürleştirici bir konudur; ama sadece, tezlerini herkese açık bir alanda, evrensellik alanında ifade ediyorsa”.
Türkiye toplumu, kapitalist sistemin en büyük bunalımının ortasında birçok yönden çözülüyor. Aynı anda bu büyük çözülme döneminde, “açılımcılık stratejisi” isimli yeni ve etkili bir sermaye silahıyla tanışıyor. “Açılımcılık” stratejisi hâlihazırda Kürt sorunu merkezli bir süreç halinde ilerliyor. Ancak aslında Türkiye toplumunu çok uzun bir süredir sıkıştıran üç ayaklı bir varlık krizine egemenler katından verilen yeni tarihsel yanıtın en özet siyasal ifadesini temsil ediyor. Egemenler “açılımcılık” stratejisiyle Türkiye toplumunun içine sürüklendiği devasa varlık krizini, şu anda Kürt (Ermeni) açılımı, Alevi (cemaat) açılımı ve Ergenekon açılımlarını içeren “demokratikleşme” genel vaadi ile çözümleme iddiasını dile getiriyorlar. Bu vaatle kendi dar sınıf çıkarlarını elde etmeyi olduğu kadar, bu dar sınıf çıkarlarının zayıflayan meşruiyetini de yeni bir hegemonya çerçevesi içinde güçlendirmeyi umuyorlar.
“Açılımcılık”, maddiyatını sömürge kapitalizminin, siyasetini sömürge tipi faşizmin ve fikriyatını gericiliğin oluşturduğu “Cumhuriyetin” çoğul krizlerine karşı şu anda yükselen sermaye çözümü. Birinci kriz düzeyinde, kapitalist dünya piyasasının krizinin sömürge kapitalizminin kriziyle çakıştığı noktada gündeme gelen “pazarlıkçı taşeronluk”, emperyalist ilişkilerin derinleştirilmesinin ön şartı olarak, Kürt açılımından Ermeni açılımına kadar uzanan çözümlerin arka planını oluşturuyor. İkinci kriz düzeyinde, neoliberalizmin krizinin toplumsal hayatın krizine dönüştüğü bir noktada ortaya atılan egemen çözüm, artık “sivil toplumun yukarıdan aşağıya imalatını” da kapsayan bir raddeye ulaşmış olan cemaat açılımlarında ifadesini buluyor. “Sivil toplumsuz” Kemalist Cumhuriyet karşısında “Cemaatçi-sivil toplumcu Cumhuriyet”, iflas eden eski tarihsel bloğun düzen içi sermaye alternatifi olarak, maddiyat ve fikriyat düzeylerinde, yükselen yeni tarihsel bloğu inşa ediyor. Bu gelişme paralelinde patlak veren üçüncü kriz düzeyi olan politik kriz, yani şu andaki haliyle egemen sınıflar içi iktidar krizi, Ergenekon açılımıyla çözümünü arıyor. Ancak Ergenekon açılımının arkasında yatan daha geniş strateji, yani “devletin yeni teknokratik bir zor aygıtı olarak yeniden inşası”, bu iç krize olduğu kadar, kapitalist politik iktidarın top yekûn meşruluk krizine karşı zora dayalı bir çözüm olarak öne çıkıyor.
“Açılımcılık”, patenti ve tarifi egemen sınıflara ait bir “demokratikleşme” biçimi olarak ortaya atılır ve giderek yeni bir Cumhuriyet önerisinin köşe taşlarını oluştururken, tam da politik alanda yani vatandaşlık kavramı etrafında gerçekleşen gelişmeleri kapsadığı için kaçınılmaz biçimde Türkiye toplumunun politik saflaşmalarının merkezi ekseni haline geliyor. Türkiye toplumu, önceki egemen Cumhuriyet tanımından miras kalan bütün “demokratik sorunlarda” ortaya atılan yeni egemen çözümler üzerinden bir kez daha saflaşıyor. Kürt sorunu, devletin demokratikleştirilmesi sorunu, kadın sorunu, din sorunu ve toprak (köylü) sorunu olarak sıralayabileceğimiz beş temel demokratik sorun, eski Cumhuriyetin çözemediği “vatandaşlık” sorunu karşısında getirilen yeni önermelerle politik tartışmanın odağına oturuyor. Dağ Türkü saydığı Kürdü; adına “Cumhuriyet kadını” dediği ev kadınını; “milletin efendisi” ilan ettiği köylüyü tam ve eşit vatandaşı haline getiremeyen, faşist baskı aygıtlarını dinci-siyasi gericilikle tahkim eden “Kemalist Cumhuriyet”, Amerikancı-Cemaatçi cumhuriyet haline dönüşerek tam ve eşit vatandaş olmayanları, tam ve eşit vatandaşlar haline dönüştürebileceği hayalini yayıyor. Peki bu yeni cumhuriyetin yeni vatandaşlık çerçevesini tanımlayan yeni politik haklar, ayaklarını hangi maddi zemine dayayacaklar? Yoksa politik haklar, tıpkı yıldızlar gibi ayaklarını hiçbir maddi zemine basmadan havada kendi başlarına asılı durabilirler mi?
Görünen o ki, egemen sınıfların politik hakların ayağını yaslayacağı maddiyat bakımından sunduğu başlıca güvence oldukça ilginç bir nitelik sergiliyor: Türkiye’nin özgün karakteri ve içinde bulunduğumuz büyük tarihsel kriz döneminin belirlediği ihtiyaçlar uyarınca, kapitalizmi derinleştirmek ve bu derinleştirmenin gereği olarak emperyalist taşeronluk ilişkilerini geliştirmek. Egemen sınıf çıkarlarının demokratik toplumsal çıkar olarak sunulduğu bu göz boyamacılığı içinde toplum, Avrasya bölgesinde daha atak Amerikan taşeronu olmaya; yeni teknik zor aygıtını demokrasi saymaya; toplumu cemaate dönüştürmeye; köylüyü yüzde beşe kadar kırmaya; Kürdü bağımsız bir politik özne olmaktan çıkartmaya; kadına türban takıp emek piyasasına atmaya ve bütün bunların olabilmesi için emeğin bütün sosyal haklarından vazgeçmeye rıza göstermesi oranında vatandaşlaşacağı, tam ve eksiksiz vatandaşlar haline geleceğine ikna edilmeye çalışılıyor.
Gerçekte bu önerinin saçmalığını kavramak için tarihî bir kıyaslama bile yeterlidir. Eski demokratik devrimler döneminde hiç kimse, toprak sahibi karşısında eşit insan sayılmayan yarı serf köylüyü ya da eskinin sömürge halklarını, kendisini efendisinin toprağına ve gerçek otoritesine daha da bağımlı hale getirecek çözümler sayesinde vatandaş haline gelebileceğine ikna edemezdi. İkna edemediği için, toprak sorununun çözümü, eski demokratik devrimde köylünün toprak sahibi karşısındaki eşit yurttaşlık hakkının maddi çözücü temeli haline dönüştü. Toprak devrimi, demokratik devrimin maddi güvencesi, vatandaş olmak isteyen köylünün temel maddi talebi haline geldi.
Peki egemen sınıfların kendi çıkarlarını, tam ve eşit vatandaşlık hakkının maddi güvencesi gibi göstermesi karşısında demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla ifadesini bulan politik hakların gerçek maddi güvencesi ne olacaktır? Ya da daha açık bir dille ifade etmek gerekirse, dün toprak sorunu demokrasi ve özgürlük talep eden politik bir hareket olarak nasıl örgütlendiyse, bugün toprak sorununun yerini alan sosyal haklar sorunu, toplumun evrensel demokrasi ve özgürlük bayrağını taşıyan politik bir hareket olarak nasıl örgütlenecektir?
Herhangi bir toplumun ne kadar kapitalistleşirse o kadar demokratikleşeceğini ileri süren liberal görüşler artık ‘ne yazık ki’ geçerli değildir. Tekelleşme ve onun bugün gelinen noktada kapitalizme kazandırdığı özellikler, kapitalizmin “ezilen milliyetler sorunu, kadın sorunu, toprak sorunu, din sorunu ve demokrasi sorunu” olarak sıralanan ve bir zamanlar çözebileceği varsayılan geleneksel demokratik sorunları çözme kapasitesini imha etmiştir. Sosyal hak gaspları, kapitalizmin demokratik hiçbir içeriğinin kalmamasının maddi ifadesinden başka bir şey olmadığı gibi, her yeni sosyal hak gaspı kapitalizm için bu imkânı daha da yok etmektedir. Bu noktada gerek sosyal hak talepleri, gerekse demokrasi ve özgürlük talepleri, neoliberal sömürge devletinin parçalanmasını zorunlu kılan bir ve aynı sorunun iki ayrı cephesine dönüşmekte; “eşit haklar konusu” basit öz-savunma eylemini aşarak, “özgürleştirici, evrensel bir politik mücadelenin” potansiyel zemini haline dönüşmektedir.
Demokrasi ve özgürlük, gelinen tarihsel anda, “halkların, halk sınıflarının ve cinslerin kardeşliği” olarak ancak böyle var olabilir. Çünkü Kürtlerin, kadınların ve emekçilerin tam ve eksiksiz vatandaşlığına dayalı yeni
bir cumhuriyet ancak ayaklarını böyle bir maddi ilişki zeminine dayandırdığında boşlukta salınmaktan kurtularak, gerçek bir güvenceye kavuşabilir.