2007 yıllarında Amerika’da konut kriziyle başlayıp 2008’de ivme kazanan küresel kapitalist krizin sıcağında, ABD başta olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde Marx’ın kitapları rekor düzeyde okunuyordu. Marksistlerin keyfine diyecek yoktu. İşte kapitalizm çöküyordu. Sosyalizm en kısa sürede yükselecekti. Halbuki kapitalist iktisatçılar bu kitapları krizden çıkmak için okuyorlardı. Çünkü küresel ekonomik krizde de kapitalistlerin can simidi yine […]
2007 yıllarında Amerika’da konut kriziyle başlayıp 2008’de ivme kazanan küresel kapitalist krizin sıcağında, ABD başta olmak üzere ileri kapitalist ülkelerde Marx’ın kitapları rekor düzeyde okunuyordu. Marksistlerin keyfine diyecek yoktu. İşte kapitalizm çöküyordu. Sosyalizm en kısa sürede yükselecekti.
Halbuki kapitalist iktisatçılar bu kitapları krizden çıkmak için okuyorlardı. Çünkü küresel ekonomik krizde de kapitalistlerin can simidi yine devletin yapacağı merkezi müdahalelerdi. Devlet ve ekonomiyi de en iyi solcu iktisatçılar biliyordu. 1929 dünya kapitalist krizinde Marx’ın sağında olmasına rağmen ekonomide devlet müdahalelerini savunduğu için solcu olarak lanse edilen iktisatçı John Maynard Keynes’in fikrilerini dayanan kapitalist iktisatçılar, 2008 ekonomim krizinde aynı paralelde başka bir iktisatçı Joseph Stiglitz’in fikirlerine sarılmışlardı. (2001 Şubat krizinde Kemal Derviş’in Türkiye’ye geliş nedenini hatırlayalım.) Bugün burjuva medyası krizin etkilerinin azaldığını yazıp duruyorlar. Bunda bir doğruluk payı varsa ‘devletçilik’ etkili olmuştur.
Sol, doğası gereği için kapitalist sistemin yeniden var etme eylemlerine karşı çıkar, sistemin tıkanmasını derinleştirir. Sömürü düzeninin kolay kırılmasına hizmet eder. Kapitalistler sistemi hangi yönden tamir etmeye çalışıyorsa çalışsın, sol buna karşı çıkar. Sol, kapitalistlerin yaptığı özelleştirmelere karşı verdiği çetin mücadeleyi, yine aynı kapitalistlerin ekonomiye devletçi müdahalelerine karşı verememiştir. Bu onun ulusalcı kimliğinden ileri gelmektedir.
1970’li yılların ortalarına kadar dünya kapitalist sisteminde devletçi müdahaleler egemendi. Ulus devletler güçlüydü. Ancak bu tarihten sonra yeniden sert liberal politikalara geçiş yapıldı. Çünkü kapitalist iktisatçılar ufukta büyük bir krizi görüyorlardı. Krizin büyümeden önlenmesi için özel sektörün büyümesi gerekiyordu. Hizmet sektörleri dahil bütün kuruluşlar özelleştirilmeliydi. Neoliberalizm adı verilen yeni politikalarla kamu kuruluşlarında özelleştirme süreçleri başladı.
Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla bu sürece ilk adımını atmış oldu. Önce sağlık iş kolunda özelleştirmeler başladı. Reel sosyalizmin Berlin duvarının çökmesiyle tarih sahnesinden çekilmesi bu süreci, dünya genelinde olduğu gibi, daha da hızlandırdı.
Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin özelleştirilme süreçlerinde sol çok haklı ve çok doğru bir noktada özelleştirmelere karşı çıktı. Kamu kuruluşlarında özelleştirmelerle iş güvencesi ortadan kaldırılan veya işten atılan emekçilerin hakları için mücadele verildi.
Bu eylem ve etkinliklerde özelleştirmelerin ideolojik bir saldırı olduğu söyleniyordu. Yani artık kapitalistler hiçbir şekilde devlet yada ‘kamu’yu terim olarak bile ağzına almayacaklardı. Serbest piyasa zaferini ilan etmişti. Devletçilik tarihe karışmıştı. Oysa ki 2008 krizinde kapitalistler yeniden devletçi müdahalelere geri döndüler. Amerika’nın köklü finans kuruluşu Lehman Brothers bankası battığında ABD yönetimi çareyi devletçi müdahalelerde bulmuştu.
Şimdi bu soruları tartışmanın zamanıdır.
Krizin her türlü derinleştirilmesine evet, kapitalist önerilere stratejik de olsa hayır mı? 2008 krizinin derinleşmesi için devletçiliğe karşı çıkılmalı mıydı? Mesele kapitalizm içi yenilenmeye evet mi? Yoksa tüm mesele kapitalizmin insanlık tarihinden uzaklaştırılması mı?
Son iki soruya verilecek yanıtın yolları birbirine tamamen aykırıdır. Bu sorulara tartışma ortamına atarken, şimdilik aşağıdaki soruya yanıt bulmaya çalışalım.
Devletçilik, sol için ne anlama geliyor?
Sosyalist sistem işçi sınıfının mutlak iktidarı olduğundan, alternatifine ihtiyaç yoktur. Örneğin, bir sosyalist ülkede özelleştirme asla gündem olamaz. Devlet buna göre örgütlenmiştir.
Devletçilik, karşısının yani görece alternatifi olan özelleştirmenin olduğu kapitalizm içinde geçerli olan bir tutum ve ilkeler bütünüdür. Devletçilik, özünde ekonomide devletin rolünün baskın olmasını savunur. Özel sermayesi zayıf yada hiç olmayan ülkelerde, en başta hizmet sektörlerinin devlet öncülüğünde halkın vergileriyle örgütlenmesi kapitalizmin genel bir kuralıdır. Çünkü sermayedarların gücü ancak diğer ‘kar getiren’ yatırımlara yetebilmektedir. Ulus devletler, kapitalizmin üretim biçiminin bir ulus etrafında devlet eliyle yukarıdan aşağıya kurgulanmasıdır ve kuruluş döneminde ekonomik model ‘devletçilik’tir. Ülkemiz gerçekliğinde devletçiliğin serüvenine bir göz atarsak, hangi sol’un devletçiliğe sıkı sıkıya sarıldığını daha net olarak görürüz.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rum ve Ermeni burjuvazisi gibi Müslüman ticaret burjuvazisi de oldukça kan kaybetmişti. Bunların eliyle ekonominin kurulması şansı, üstelik ulema sınıfının devlet üzerinden egemenliğinin de sona erdirildiği bir ülkede, hemen hemen yok denecek kadar azdı.
Lozan barışı görüşmelerinin devam ettiği bir dönemde toplanan 1.İzmir İktisat Kongresi, Cumhuriyet henüz kurulmamış ve devletin rejim şekli henüz belirlenmemişken ‘milli devlet’ ve ‘milli iktisat’ politikasını kabul ediyordu. Bundan sonra Lozan imzalandı ve Cumhuriyet ilan edildi. Uluslararası sermaye ile birleşebilmek için birçok değişiklik yapıldı. Aldığı 500 bin lirayla Kerkük petrollerinde ki haklarından vazgeçen Cumhuriyet iktidarları, bu parayı yeni sistemin kurulmasında kullandı. Özel yatırımcılara teşvik için bankalar kuruldu.
1929 dünya ekonomi bunalımı Türkiye’de süren ‘milli iktisat’ politikasını etkiledi. Zaten zayıf olan büyüme döneminde olan özel sektör tamamen durdu. Dünya genelinde de özel sektörler iflas etti. Milyonlarca işçi işinden oldu. Fabrikalar kapandı. Ekonomide devletin rolü artırıldı. Karma ekonomi politikaları gelişti. Türkiye’de dünya kapitalist bunalımı sonrası geliştirilen politikalara kayıtsız kalamazdı. Buna paralel olarak 1933’te karma ekonomi modelini seçti. KİT’ler (Kamu iktisadi kuruluşları) kuruluşları ivme kazandı.
Bugün ulusalcı olarak övünen ve kendilerine sol’cu diyen kesimler Cumhuriyet’in bu dönemini öve öve bitiremiyorlar. Ulusalcılar için karma ekonomi modeli Türkiye öznelinde geliştirilen Kemalist bir devrimdir. Halbuki bu süreç dünyada bütün kapitalist ulus devletlerin kuruluşunda yaşamaktadır. Ki Amerikan ulusalcı sol’u bugün küresel kapitalist krizin atlatılmasında kapitalistlerin rehberi olmuştur. Bu durum İngiltere’de de, Almanya’da da, Fransa’da da geçerlidir.
Sosyalistlerin sağında yer alan kesimler devletçiliği alkışlamışlar hatta daha da yumuşatarak kamuculuk demişlerdir. Devletçilik yada kamuculuk, bugün ulusalcı sol’un sahiplendiği bir argümandır. Ancak antikapitalist değildir. Görüyoruz ki kamuculuk ya da özeleştirmecilik kapitalist iktidarların farklı dönemlerde ki ihtiyaçlarından gündeme gelmektedir.
Sol kendini buradan kurtarmadıkça burjuva solundan öteye geçemeyecek, kriz de onları teğet geçecektir.
Veysi Ülgen