İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ilan ettiği “Kürt Açılımı” şimdiye dek birkaç kez yaşandığı gibi “acaba barışçı, demokratik çözüme kapı aralayacak bir siyasi irade mi oluşuyor” umutlu sorusunun yeniden sorulmasına yol açtı. İsmet Berkan Radikal’deki köşesinde, bu tip durumlar karşısında “muhalif” konumda bulunanlar için kötümser davranmanın, daha kolay ve daha yatkın olunan bir davranış tarzı olduğunu, […]
İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ilan ettiği “Kürt Açılımı” şimdiye dek birkaç kez yaşandığı gibi “acaba barışçı, demokratik çözüme kapı aralayacak bir siyasi irade mi oluşuyor” umutlu sorusunun yeniden sorulmasına yol açtı.
İsmet Berkan Radikal’deki köşesinde, bu tip durumlar karşısında “muhalif” konumda bulunanlar için kötümser davranmanın, daha kolay ve daha yatkın olunan bir davranış tarzı olduğunu, iyimser davranmanın ise genellikle zor ve “kınanma riski” içeren bir şey olduğunu belirtip, “bu kez iyimser olmak için daha fazla neden gördüğünü” yazdı. Berkan’a göre bu “açılım”ın, kötümserliğe neden olan daha önceki deneyimlerden farkı, Atalay’ın sorunu “Kürt Sorunu” olarak adlandırması ve bir “eşitlik” sorunu olduğunu ve çözümünün de “demokrasiyi genişletmekten” geçtiğini ima etmesiydi.
Süleyman Demirel’in “Kürt Realitesi; anayasal vatandaşlık”, Tansu Çiller’in “Bask Modeli”, Mesut Yılmaz’ın “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer”, Tayyip Erdoğan’ın “Kürt Sorunu” biçimindeki ifadelerini hatırlayanlar, sorunu adlandırmanın ve “barışçı demokratik bir çözüm”ü çağrıştıran çözüm perspektiflerini dile getirmenin kendi başına bir anlam ifade etmediğini biliyorlar.
Devletin tepesinde bu gibi sözler “edilir” ama sıra “gereğini yapmaya” gelince sözün sahibi geri basar, geri bastırılır.
Son olarak daha bir ay önce Abdullah Gül, “Tarihi Fırsat” açıklamasının arkasından yapılan Temmuz MGK’sında ilan edilen “Kırmızı Çizgiler”le tükürdüğünü yalamıştı.
Atalay’ın, imayı bir yana bırakarak, “Kürt sorunu bir eşitlik sorunudur ve demokrasinin genişletilmesiyle çözülür” dediğini düşünelim. Hadi işi yokuşa da sürmeyelim; “eşitlik” sorununu da “siyasi eşitliğe” indirgemeyi kabullenelim. Kürtleri bugünkü siyasi sistemde “eşitsiz” kılan unsurları en önemlilerinden başlayarak sayalım dediğimizde karşımıza çıkan şeyleri sıralayalım.
Yurttaşlık haklarının kullanımının birinci koşulu “temel eğitim”den geçmiş olmaktır. Oy kullanabilmek için oy pusulasını okuyabilmek, anlayabilmek gerekir. Ancak temel eğitimden geçmiş olan bireyler, yurttaş olarak hak ve sorumluluklarının ayırdında olabilir, hak ve sorumlulukları çerçevesinde bireysel siyasal tercihlerini olgunlaştırıp kullanabilirler. Yaygın temel eğitimin ön koşulu “ana dille eğitim”dir. Dolayısıyla Kürtlerin siyasi eşitliğinin ön koşulu “ana dille eğitim”dir.
Siyasi eşitliğin bir diğer ön koşulu “siyasi temsilde eşit hak”tır. Dışlanan, baskı altında tutulan bir ulusallığın unsurlarının kimlik sorunlarının çözümünü ön planda tutan bir siyasi temsil arayışına girmelerinden daha doğal bir şey olamaz. “Kürt Partisi”nin Meclise yalnızca “seçim ittifakı” veya “bağımsız adaylık” gibi boşlukları kullanarak girebildiği ve aldığı oyun çok altında bir temsil olanağına razı olmak zorunda bırakıldığı bugünkü siyasi koşullar, siyasi eşitliğin açık inkarıdır. Dolayısıyla barajların kaldırılması Kürtlerin siyasi eşitliğinin ikinci önemli ön koşuludur.
AKP’nin “eşitlik sorununu çözmek için demokratik hakları genişletmek”le kasttettiği somut program en azından bu iki madde açısından oldukça tartışmalıdır. Tam tersine, ikide bir dile getirilen “kırmızı çizgiler”in birincisi “anadille eğitim”in reddi ve tek “resmi dil” konusundaki ısrar, ikincisi ise “etnik temelli partilerin kurulamayacağı” konusundaki takıntıdır.
AKP’nin siyasi dili (ülkemizdeki bütün gerici akımlarda görüldüğü gibi) iki yüzlülüğün muhteşem bir örneğidir. “Örtünme şartı”nı bir “kadın özgürlüğü sorunu” olarak formüle edebilen, eğitimde fırsat eşitliğiyle “imam hatiplilerin üniversiteye girme önceliği”ni kastedebilen bu dilin Kürt sorununu nasıl bir “eşitsizlik” sorunu olarak formüle edeceğini ve demokrasinin ne şekilde “genişletilmesi” yoluyla çözümünü önereceğini cidden merak ediyorum.
Antonio Gramsci, “aklın kötümserliği”ne karşılık, “iradenin iyimserliği”nden söz eder.
Aklımız, bugünkü kötü durumun ortaya çıkmasına neden olan aktörlerin bundan sonra durumu iyileştirecek güçlere dönüşeceğini “beklemememiz” gerektiğini söylüyor. Böylesi bir “dönüşüm” ancak bu güçleri, bugüne kadar olduğu gibi hareket edemez hale getirecek bir başka durumun yaratılmasıyla gündeme gelebilir.
Bugünkü “Kürt Açılımı”nın “işaret fişeği”nin TÜSİAD’ın iş adamı olmayan tek üyesi Ertuğrul Özkök tarafından atıldığı hatırlanırsa, Doğan Medya’nın bir diğer “ağır topu” İsmet Berkan’ın kendisini böylesi bir durumu yaratacak iradenin bir parçası olarak gördüğü için “iyimser” olduğu düşünülebilir. Ama İsmet Berkan’ın parçası olduğunu düşündüğü bu “irade”nin ipinin ABD ve AB emperyalizmi tarafından çekildiğini düşünürsek bize “herkesin iyimserliği kendine” demek düşer.