Türkiye, 12 Haziran’dan beri askeri yargı ile sivil yargı arasındaki “uyumsuzluğun” -hem pratikte hem de teoride- sıcak gelişmelerini yaşıyor. Olaylar öylesine hızlı yaşanıyor ki “ne olduğunu” bile takip edebilmek zorlaşıyor. Oysa “ne olduğu”nun yanında bir de “nasıl olduğu”, “niçin olduğu” ve “kalıcı sonuçlarının neler olacağı” var. “Ne olduğunu” kısaca sıralayalım: 12 Haziran’da, imzası Kurmay Kıdemli […]
Türkiye, 12 Haziran’dan beri askeri yargı ile sivil yargı arasındaki “uyumsuzluğun” -hem pratikte hem de teoride- sıcak gelişmelerini yaşıyor. Olaylar öylesine hızlı yaşanıyor ki “ne olduğunu” bile takip edebilmek zorlaşıyor. Oysa “ne olduğu”nun yanında bir de “nasıl olduğu”, “niçin olduğu” ve “kalıcı sonuçlarının neler olacağı” var.
“Ne olduğunu” kısaca sıralayalım: 12 Haziran’da, imzası Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek’e ait olduğu iddia edilen “Fethullah ve AKP ile mücadele planı” basında manşet oldu. Hemen ertesi gün T. Erdoğan, yağdı gürledi. Genelkurmay, inceleme başlattı. Jandarma laboratuvarlarında, adli tıp laboratuvarlarında ve gazetelerin laboratuvarlarında süren “imza tahlili” birkaç gün sürdü. Bu arada albayın yurtdışı görevinden dönmesi beklendi. Erdoğan ve Başbuğ, kaç kez olduğu belli olmayan görüşmeler yaptı. Ve son noktayı koyma havasıyla Genelkurmay Başkanı Başbuğ, 36 generaliyle birlikte bir basın toplantısı yaparak “bu belge değil, kağıt parçasıdır” dedi. Ancak karizma bir kez daha çizilecek ve askeri savcının soruşturma bile açmasına gerek görmediği Albay Çiçek, sivil mahkemede tutuklanacaktı (Ancak büyük ölçüde gözden kaçan/kaçırılan ayrıntı ise albayın tutuklanma gerekçesinin belgeyle alakalı olmadığı ve örgüt suçlaması olduğuydu). Aynı ceza yasalarına dayanarak verilen tutuklama kararı yine aynı yasalara dayanarak bir başka mahkeme heyeti tarafından bozuldu ve albay, 18 saat sonra serbest bırakıldı. Uyumsuzluk hafif kalır, “pratikte” tam bir karmaşa mevcut; askeri yargı ile sivil yargı arasında, sivil yargının kendi arasında…
Teoride ise daha komplike bir süreç izleniyordu. Başbuğ’un basın açıklaması yapıp askeri yargıyı övdüğü günün gecesi TBMM’de, AKP tarafından iyi planlanmış bir oyun sahneye kondu. AB’ye uyum çerçevesinde “askerlerin sivil mahkemelerde yargılanma konularının genişletilmesini” düzenleyen yasal değişiklikler yapıldı. Ocak ayından beri, yani 6 aydır, Meclis komisyonlarında tartışılan, değerlendirilen ve önerilerle farklılaşan yasa teklifi, 25 Haziran gece yarısı, birkaç AKP milletvekilinin, o an aklına gelmiş (6 ay boyunca gizlenen) üç adet değişiklik önerisiyle ülke başka bir gündeme sürüklendi. Komik ama gerçek, bütün bu kavgaya neden olan, değişiklik önergelerinin sadece biri ve o da aynen şöyle: “Sözü edilen maddede yer alan ‘hali dahil’ (*) sözcüğünün ‘halinde’ şeklinde değiştirilmesi”. CHP ve MHP milletvekillerinin okumadığı, okusalar da anlamadıkları ve kabul oyu verdikleri bu değişiklik, MGK’nın kurulduğu günden bu yana en uzun toplantısını yapmasına neden oldu. Uzun toplantı yapmak sorunu çözmelerine yetmedi ve seçtirmemek için yırtındıkları Abdullah Gül’ün arabuluculuğuna ihtiyaç duydular.
“Hali dahil” yerine “halinde” geçmesiyle oluşacak yasal durum (teori) AKP’ye ve Genelkurmay’a göre farklı. AKP, bu değişiklikle, kısa vadede içeriden değiştiremeyeceği orduyu, elinde tuttuğu yargı kurumlarıyla kontrol altına almayı amaçlıyor. Şemdinli yargılamasından alınan ders önemli. Hatırlanacağı gibi Şemdinli’de bomba atarken suçüstü yakalanan askerler, sivil yargıda yaklaşık 40 yıl hapis cezası almışlardı. Yargıtay 9. Ceza Dairesi (ki bu daire eğer Ergenekon davası biterse ona da bakacak), “bu askeri yargının görevidir” diyerek kararı bozmuş ve askeri mahkemede bakılan davada da sanıklar ikinci duruşmada salıverilmişlerdi. Bu yasal değişiklikle AKP, Ergenekon sürecini garanti altına almış oluyor. Ayrıca yine bu değişiklikle, Genelkurmay Başkanı dahil kuvvet komutanları hakkında da sivil mahkemelerde rahatlıkla dava açılabilecek. Ve yine ayrıca Erdoğan’ın “rejimin güvencesi sizsiniz” dediği polis teşkilatı, Fethullahcı savcılarla birlikte askeri mekanlarda belge, bilgi araması yapabilecek. Genelkurmay da savunmasını bu iki başlığa sıkıştırıyor; “iftiralara dayanarak komutanlar hakkında davalar açılır”, “polis ve savcılar askeri mekanlara girerse yabancı ülkelerin ajanları da onlarla birlikte içeri girer”. Bu koşullarda Abdullah Gül’den askerden yana tavır almasını beklemek, yılana sarılmak anlamına geliyor.
Tüm bu gelişmelerle birlikte bir kez daha açığa çıkan sonuçların önemlilerini sıralarsak:
Bu ülkede; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız erkler olmadığı bir kez daha kanıtlanmıştır.
Türk yargısı bağımsız değil bağımlıdır, üstelik egemen bloktaki en pespaye gücün bile orasından burasından çekiştirebileceği kadar keyfi ve kirlidir.
Abdullah Gül artık tam anlamıyla cumhurbaşkanıdır.
Asker, AKP ile girdiği ilişkide dengede tutmaya çalıştığı inisiyatifi tamamen kaybetmiştir. İpler artık iyice AKP’nin eline geçmiştir.
CHP, bir kez daha kanıtlamıştır ki bırakın iktidar alternatifi olmayı, muhalefet olmanın gerektirdiği asgari bilgi, birikim, iddia, hırs, emek, kadro, okur-yazarlık vb. özelliklere dahi sahip değildir.
Ekonominin yüzde 14 küçüldüğü, işsizliğin yüzde 20’lere yaklaştığı bir ülkede, bunlardan sorumlu bir iktidar, bu gündemleri hiçbir biçimde öne çıkarttırmamayı, üstünü örtmeyi başarabilmiştir. Bu fasıl bitse bile Ergenekon’un 3. iddianamesinin eli kulağında.
***
“Ülke dışı”ndaki en önemli gündem de yine Irak kuşkusuz. Amerika 1 Temmuz itibariyle şehirlerden çekildi ve karargahlarında gelişmeleri “izlemeye” başladılar. Artık Irak halkı birbirini rahatlıkla boğazlayabilir. Aynı tarihte de, tam da Obama’nın söz verdiği gibi, Afganistan’da şimdiye kadar yapılmış en büyük askeri saldırı başladı. Aynı tarihlerde Obama’nın Abdullah Gül ile telefon görüşmesi yapmasının nedeni açık olsa gerek. Türkiye’den asker desteği alan ABD, bu saldırı programı için de partnerini Rusya olarak seçti. Obama’nın Moskova ziyaretinin ana gündemi de Avrupa değil, Af-Pak. Pazarlık konusu olan, Afganistan karşılığında Rusya’ya nelerin verileceği. Rastlantıdır kuşkusuz ama Amerika’nın bölgeye ilgisinin daha yoğunlaşmasıyla Çin’de de karışıklıklar başladı. (Uygur bölgesinde yaşanan çatışmalar etnik bir çatışma görünümünde ve emperyalist manüplasyona açık biçimde gelişse de, aynı zamanda Çin’de kriz nedeniyle açığa çıkan işsizlik patlamasının bir sonucu).
Amerikan askerlerinin şehirlerden çekilmesiyle birlikte Irak’ta yaşanacak iktidar savaşının en fazla kızışacağı yer de belli olmuş durumda; Kerkük. Gerek petrol rezervleri gerekse de Kuzey Irak’ın siyasi merkezi konumunda bulunması, Kerkük’ün en büyük şansızlığı. Kerkük’de Ekim ayında nüfus sayımı yapılacak hemen ardından da Kasım-Aralık gibi yerel seçimler var. Bu iki gelişme bile Kerkük’e hakim olma savaşı için yeterli bir neden ama bunlarla sınırlı değil. 2010’un Ocak’ında Irak’ın tamamında yapılacak genel seçimler için de Kerkük önemli olacak. Seçim süreçlerinin ve sonuçlarının Irak’ı bir istikrara götürmeyeceğini şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Üstelik Kürt sorunu masa başı mühendisliği ile çözülebilecek kadar basit değil. Ama yine de Kürt sorunun “çözümüne” ilişkin Amerikan planı işlemeye devam ediyor. Bu seferki adım Deniz Baykal’ı da içine alacak. Baykal, yakında davetli olarak Irak’a gidiyor, oradan da kısa bir süre sonra ABD yolcusu. Bu seyahatler Baykal’ı ikna etmekten çok, Baykal’a görevini kavratmak olacak elbette.
Kürt sorunundaki en kritik gelişme ise DTP hakkında açılan kapatma davasında kararın çok yakında açıklanacak olması. DTP’yi muhatap almamakta direnen AKP için kapatma en iyi çözüm olurdu kuşkusuz ancak aynı dönem için
de AKP’nin de kapatılma davasının sonuçlanacak olması çok önemli bir handikap. Ayrıca DTP’nin kapatılması Kürtlerin tavrında önemli kırılmalar yaşatabilir.
Bu arada bir diğer önemli gelişme enerji alanında yaşanacak. Ülkeyi, doğalgaz ve petrolün aktarma istasyonu yapma görevi verilen AKP, (Rusya’nın gazını aldığı) Nabucco projesini taraflarla birlikte 13 Temmuz’da Ankara’da imzalayacak. AB’ye katılmanın en kolay yolu belki de Avrupa’nın hortumu olmaktır. Fransa’dan AB dönem başkanlığını 1 Temmuz’dan itibaren altı ay boyunca İsveç’in devralması, Türkiye’de bu dönem boyunca AB’nin bolca konuşulacağına delalet.
Tayyip Erdoğan, bu kadar işinin arasında kişisel tatminden de vazgeçmiyor. İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanmasını sağladığı özel doktorunun elinden fahri doktora alarak padişahların ganimetten pay alma alışkanlığını bozmuyor. (Silivri cezaevindekiler çatlamıştır herhalde). Rektör Yunus Söylet de diğer rektörleri aratmayan bir çanak yalayıcılık rolünde. Bulduğu gerekçe de takdire şayan: medeniyetler buluşmasına yaptığı katkılardan ötürü Türkiye ve İspanya Başbakanları’na fahri doktora vermek. Ancak ciddiye almamış olacak ki, İspanya Başbakanı törene gelmeyince Tayyip’e yine “tek kişilik gösteri” kaldı. Üniversiteleri siyasi iktidarın kuyruğuna takma geleneği değişmemiş durumda. Söylet, tezgahı hazırlarken en ince ayrıntıları da düşünmüş; basın mensuplarının protestocularla karşılaşmaması için salon dışına çıkmalarını fiili olarak engellemek gibi.
Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarının ciddiye almadığı tek şey ise halkın kriz ortamında yaşadığı sorunlar. Ekonominin ülke tarihindeki en büyük küçülmeyi (%14) gördüğü, her beş kişiden birinin işsiz olduğu bir ülkede, bu durumu dert edinmek yerine fırsat olarak değerlendirme anlayışı hakim. Kamu işçilerinin toplu sözleşme taleplerini reddedip “o zaman greve çıksınlar” diyen Başbakan elindeki kozları fırsata dönüştürme derdinde; “zaten iş yok, işçiye de gerek yok”. Üstelik “özel istihdam bürolarını” kurmanın tam zamanı. Bu kriz ortamında patronların sürekli işçiye değil, zaman zaman ve “ekstra yük getirmeyen” işçiye ihtiyacı var, zaten hiçbir işi olmayan insanlar 1 saat bile çalışmaya da razı. Hiçbir ama hiçbir güvencesi/hakkı olmayan “kiralık işçi/satılık işçi” çağı başlıyor. Kölelik dönemine geri dönüş, AKP’nin sadakacı minnetçi genel ideolojisiyle de uyuşuyor. Buna karşı sendikaların tutumu ise Cumhurbaşkanı ile görüşerek yasayı veto etmesi için ricacı olmaktan ibaret.
Yerel seçimleri kazanmak için elindeki tüm olanakları kullanan AKP hükümeti ve AKP Belediyeleri, şimdi paraları bitince yine halkın sırtına binmeye başladılar. Ulaşıma yapılan zamlar yetmemiş olacak ki, İstanbul Belediyesiyazın en sıcak günlerinde suya yüzde 15 zam yapma hazırlığında . İşçilere yüzde 3 zam önerisi, kamusal “hizmetlere” yüzde 15 zam icraatı. “Köpeksiz köyde değneksiz gezme” rahatlığı.
Bu koşullarda toplumsal muhalefetin tatile çıkma ya da sıcak nedeniyle evde oturma “lüksü” olabilir mi? Çok değil iki ay sonra çok daha yakıcı ve yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya kalacağımız siyasal-ekonomik sorunları beklemekle zaman geçirebilir miyiz? Hazırlık bile bekleyerek değil hareket ederek yapılmalı.
(*)TCK 250/3; “…belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hâli dahil askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.”