Obama, Mısır’da konuştu dünya değişmedi. Hani kocasından sürekli dayak yiyen, hakarete, haksızlığa uğrayan çaresiz kadınlar vardır da ne kocasından ayrılabilecek bir ufka-bilince sahiptir ne de karşı koyacak güce. Kocasının inanması zor da olsa bir tatlı sözüne, vaadine kanmaya hazır. Birçok liberal yazar ve politikacının durumu da bunu andırıyor. Ne ABD emperyalizminden ayrı bir dünya ufkuna-bilincine […]
Obama, Mısır’da konuştu dünya değişmedi. Hani kocasından sürekli dayak yiyen, hakarete, haksızlığa uğrayan çaresiz kadınlar vardır da ne kocasından ayrılabilecek bir ufka-bilince sahiptir ne de karşı koyacak güce. Kocasının inanması zor da olsa bir tatlı sözüne, vaadine kanmaya hazır. Birçok liberal yazar ve politikacının durumu da bunu andırıyor. Ne ABD emperyalizminden ayrı bir dünya ufkuna-bilincine sahipler ne de karşı koyacak bir mecale-niyete sahipler. Onlar dünya ölçeğinde şiddet uygulama yetkisini elinde bulunduran ABD Başkanının ağzından çıkacak bir tatlı söze, teselliye o kadar açlar ki her sözden ulvi manalar türetirler. Obama’nın konuşmasından sonra da böyle yaptılar.
Gerçi “Obama konuşmadan çok önce şunu söyleyecek bunu söyleyecek” türünden ön bilgilendirmelerle (siz yönlendirmelerle deyin) bir halkla ilişkiler kampanyası yürütüldüğü zaten ortadaydı. Gerçekte Obama emperyalist politikalardan vazgeçtiklerini değil, üslup değişikliğini duyuruyordu. ‘Müslüman dünyasına’ değil, doğalgaz ve petrol dünyasına sesleniyordu. Kısacası Obama bir hegemonya restorasyonu gerçekleştiriyordu. Bu değişikliğin arkasındaki asıl dürtü de Obama’nın demokratlığı değil, Bush’un temsil ettiği “şok ve dehşet” çizgisinin işlevlerini yitirmesi oldu.
Obama’nın hayata geçirmeye çalıştığı şey emperyalizmin ‘B’ planı değil, olsa olsa ‘A’ planının devamıdır. Pekiyi Obama’nın gerçekleştirmeye çalıştığı şey nedir? Adalet ve dünya barışı olmadığını biliyoruz. Geriye emperyalizmin yeni politik taktiklere olan ihtiyacı ve bunun için gerekli olan meşruiyet ve uygun zaman aralığı ile gerekli ortamı yeniden oluşturmak kalıyor.
Kürt Sorununda ‘çözüm fırsatı’ da böylesi bir ortamda dillendiriliyor. Bu ‘fırsatın’ nereden kaynaklandığı belirtilmese de; Baykal’ın da bir iki laf etmek zorunda kalmasından da anlaşılıyor ki herkes ABD’nin Irak’taki varlığında yapacağı değişikliklerin yaratacağı fırsatlar olduğunu düşünüyor.
‘Fırsatın’ bir diğer kaynağı da Afganistan-Pakistan olabilir. ABD’nin Afganistan işgaline daha fazla asker vb taleplerini kısa süre öncesine kadar Kuzey Irak’taki PKK varlığını gerekçe göstererek geri çeviren Türkiye, Obama’nın ziyaretinin ardından çok kritik iki adım attı. Türkiye Afganistan’a 1200 muharip asker daha gönderip halihazırda bölgede bulunanlarla birlikte 2000 askerle, başkent Kabil’deki işgal güçlerinin komutasını üstlenecek. Yine Haziran başında Türkiye’ye gelen NATO temsilcilerinin Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay’la görüşmeleri ile eşzamanlı olarak, Türkiye’nin savaşın giderek şiddetlendiği Pakistan’da da NATO büyükelçiliği görevini üstleneceği açıklandı. Kürt hareketinin yayın organları bu gelişmeleri ‘PKK’ye karşı Pakistan’ yorumlarıyla duyurdu. Türkiye’nin emperyalist işgallere balıklama atlayışı ile ‘Kürt sorununda çözüm fırsatı’ söyleminin aynı döneme denk gelişi tesadüf olmasa gerek.
Kürt Hareketinin adımlarını 25 yıllık ‘paniğe kapıldılar, bitiriyoruz’ edebiyatıyla karşılayan, DTP’li vekillerin elini sıkmayan Başbakan’ın sorunun çözümünde ileri adım atması beklenemez. Olsa olsa ‘sözde’ Kürt sorununa ‘sözde’ çözümler getirilmiş olacak.
AKP, kriz ortamında açılım atağına geçti. Sanayi tesisi açamayınca açılımlara hız verdi. Açılımlardan bir tanesi de Alevilere yönelik. Hiçbir laiklik modeli olmayan, kendini Sunni kimlikle ifade eden, hatta birkaç Sunni tarikatının koalisyonu olan bir partinin nasıl bir Alevi açılımı yapacağı ise ayrı bir soru işareti. AKP’nin ‘Demokrat’ devşirme Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın, Alevilerin hoşuna gitmeyen talepler yükseltmesi karşısında “saçmalamasınlar” diye hakaret etmesi ve Devlet Bakanı Faruk Çelik’in “Alevilerden de Sunnilerden de itiraz gelecektir” sözü, Alevi açılımının sınırlarına işaret ediyor.
Sunnilerin istemlerine uygun Alevi açılımı, milliyetçilerin istemlerine göre Kürt açılımı, işte AKP’nin açılım zihniyeti bundan ibaret.
Hükümetin kriz açılımı da bu zihniyete uygun olarak krizin sorumlusu olan sermayenin isteklerine göre şekilleniyor.
Sermayeye kıyak,
emekçiye dayak
Hükümet kriz açılımını iki paketle ortaya koydu. Birincisi teşvik paketi dediği ve büyük bir gürültüyle açıklayıp uygulamaya koyduğu paket; diğeri hiç açıklamadan yürürlüğe koyduğu baskı paketi.
Teşvik paketinden sermayeye kıyaklar çıkarken halka kölelik koşullarında çalışma mecburiyeti çıktı. İşçi sınıfının yüzyıllık mücadele sonucunda kazandığı sekiz saatlik çalışma, (göreli) iş güvencesi, angarya yasağı gibi kazanımlar, bu paketle yok sayılıyor. Saatlik, günlük çalıştırma gibi kölece çalışma koşullarının hazırlığı ‘iyi’ bir şeymiş gibi sunuluyor. Sendikalar, taşeron sisteminin yarattığı ağır sömürü koşullarına karşı mücadele ederken şimdi bir de işçi simsarlığı başlatılıyor. Üniversite mezunları işsizken, on yıllık ustalar işsizken, mesleki eğitim adı altında çok ucuza işçi çalıştırma önerisi de paketin başka bir dalaveresi. Kısaca paketten çıkan sermayeye arsa, enerji, vergi, sigorta primi kıyaklarının yanında bir de ucuz işçi emeği…
Genel olarak temel girdi fiyatlarının düştüğü bir yılın sonunda İstanbul Belediyesi’nin halkın kullanmak zorunda olduğu toplu taşımaya yüzde 15 zam yapması, AKP’nin nasıl bir gelecek vaat ettiğinin en bariz göstergesi. Temel yaşamsal ihtiyaçları ticarileştiren AKP şimdi de bu yolla halkı soyuyor. Yeşil Kartlılar dahil sağlık sigortası olan herkese katkı payı getirilmesi ve ulaşım zamları bundan sonra geleceklerin habercisi. Bu teşvik paketine bakılarak bundan sonra gelecekleri tahmin etmek zor değil. Teşvik kapsamındaki sektörlerin artırılması, yeni vergi indirimleri, ucuz kamu kredisi destekleri, KDV indirimleri; diğer yandan işçi maaşlarının bir kısmının işsizlik fonundan ödenmesi, güvencesiz istihdam, ücretlerin daha da düşürülmesi, kıdem tazminatlarının önce bir fona aktarılması, sonra sermayeye peşkeş çekilmesi, eğitimden, sağlıktan alınan katkı paylarının arttırılması vs vs…
Sermayenin 21. yüzyıl ataklarından bir tanesi kamusal alanın ticarileştirilmesi iken, bir diğeri doğal zenginliklerin talanıydı. Kendilerini kiz koşullarında bu talanı hızlandırmanın meşruiyetini yakalamış sayıyorlar ki talan tırmanıyor. Peru’da yaşanan kanlı yağma bunun işareti. Türkiye’de de yıllardır yasal altyapının eksikliğinden dolayı sürünen projeler hızlandırılmaya başlandı. Akarsular, madenler, tarım arazileri hızla tekelci sermaye tarafından gaspediliyor.* Mayınlı arazilerin temizlenmesi tartışmaları bu büyük ve kanlı talanın bir parçası. Devrimcilerin doğal kaynakları halkın elinden almaya, doğayı tahrip etmeye dönük talanlara karşı direnişleri örme zamanı geldi de geçiyor.
Ulaşım zamları, su sayaçlarının kontörlü hale getirilmesi, işten atmalar, kölece çalıştırma, akar suların gaspedilmesi, madenlerin peşkeş çekilmesi, doğanın ve tarımın tahribatı…
Kriz sermayenin daha da azgınlaşmasına, saldırganlaşmasına neden oluyor. Bu noktada AKP’nin ikinci paketi ya da gizli paketi devreye giriyor: baskı paketi. Yürüyüşler engellenecek, grevler engellenecek, halk önderlerine baskı uygulanacak, sendikalar, kitle örgütleri basılacak…
Tüm bunlar olurken, emek örgütlerinin bir kısmı baştan teslim olmuş durumda. Toplu sözleşmelerini bağlamaktan aciz Türk-İş, kendini işçi örgütü değil bakanlık zanneden Hak-İş ve kamu çalışanları içindeki hükümet u
zantıları, “krize karşı” patronlarla ve bakanlarla kolkola piyasaya çıkıyor.
1 Mayıs’ta toplumsal muhalefet için bir umut ışığı yakan DİSK ise, kriz gerekçesiyle emekçilere karşı tırmandırılan saldırılar karşısında henüz bir mücadele programı ortaya koyabilmiş değil. Ne var ki, kısıtlı ve kıymetli enerjisini sermayenin bitmeyen anayasa değişikliği gündeminde tüketiyor. DİSK’in “Özgürlükçü, Eşitlikçi, Demokratik ve Sosyal Bir Anayasa İçin Temel İlkeler” adı altında sunduğu öneri, “Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku devletlerinin rejim değiştirmesi, ‘insanlığın ortak değerleri’ni kurumsal çerçevede güvenceleme yönündeki çalışmalara ivme kazandırmış; buna karşılık, ‘sosyal devlet’ hedefi, önem ve güncelliğini yitirmemiştir” ifadelerindeki gibi sosyalizm düşmanı yaklaşımlar üzerine temellendirilmiş. Ancak, sosyalizm karşısında liberalizmin kutsandığı anayasa taslaklarıyla işçi sınıfının çıkarlarını savunmak mümkün değil. Bu anlayışı o çok öykündükleri AB sol partilerinden edindiklerini biliyoruz. Ama son seçimlere bakarlarsa kılavuzlarının fena çuvalladığını da göreceklerdir. Çünkü sol etiketli sağ programlı partiler bir kez daha ağır bir yenilgi aldılar. İşçi sınıfı için tek çarenin sosyalist bir yaklaşım olduğu artık ABD vatandaşları tarafından bile yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. DİSK’e Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” şarkısındaki ustanın, “işçisin sen işçi kal, giy tulumlarını” tavsiyesini dinlemelerini öneririz.
Bu arada Dikmen Vadisi halkının Melih Gökçek karşısındaki zaferine değinilmeden geçilmemeli. Sermayenin, rantçı kentsel dönüşüm programına karşı barınma hakkı talebiyle dört yıllık “uzun soluklu” ve kararlı bir mücadele yürüten Vadi halkı, hak mücadelelerinin hanesine yeni bir kazanım ekledi. Daha önce de eğitime katkı paylarına, ulaşım zamlarına ve ekmek zamlarına karşı kazanımlar elde edilmişti. Vadi halkının kazanımı barınma hakkı mücadelesinin büyük ölçekli ilk kazanımıdır.
Başka olumlu gelişmeler de yaşanıyor. Eğitim emekçilerinin polis terörüne direne direne gerçekleştirdikleri Ankara yürüyüşü, KESK’in toplu iş sözleşmesi talebiyle ve KESK’e yönelik baskıları protesto etmek amacıyla 20 Haziran’da gerçekleştireceği Başbakanlık’a yürüyüş eylemi; Halkevleri’nin “krize karşı halkın şartları var” kampanyası kapsamında gerçekleştirilen hak eylemleri ise emek cephesinin sınırlı ancak umut vaadeden anlamlı başlangıç noktaları olarak öne çıkıyor. Halka dönük emek düşmanı ve baskıcı politikalara karşı, emek hareketinin daha fazla zaman kaybetmeden krizin yıkımına ve baskılara karşı adımlarını ortaklaştırması gerekiyor. İlerici toplumsal muhalefetin her bir unsuru bilsin ki, ya toplumsal muhalefetin diğer unsurları da mücadeleye katılacak ya da katılmayan unsurların görevleri de mücadele edenlerce sırtlanacak. Çünkü sıcak bir yaz bizi bekliyor…
*Rize’de dereler üzerine kurulan ve köylülerin tepki gösterdiği Hidroelektrik Santrallerinin korunması için silahlı özel güvenlik birimlerine eleman alınmaya başlanması, İSKİ’nin robocop ekipleri kurmaya başlaması sermayenin nasıl bir yağma hedeflediğinin ülkemizdeki göstergeleridir.