Bazı sorular, soruya muhatap olan kişinin fikirlerini öğrenmek ya da bilgisini ölçmek için sorulmaz. Bunlar esas olarak, belli ideolojik/politik bir yaklaşıma teslim olunması beklentisiyle gündeme getirilen, yönlendirici sorulardır. Soruya muhatap olanın bu yönlendirmeye kapılıp kapılmayacağı, konuya ne kadar hakim olduğundan çok, ideolojik/politik tutumu ile ilgilidir. Cehalet ise sorunlu bir tavrı daha da vahim hale getiren […]
Bazı sorular, soruya muhatap olan kişinin fikirlerini öğrenmek ya da bilgisini ölçmek için sorulmaz. Bunlar esas olarak, belli ideolojik/politik bir yaklaşıma teslim olunması beklentisiyle gündeme getirilen, yönlendirici sorulardır. Soruya muhatap olanın bu yönlendirmeye kapılıp kapılmayacağı, konuya ne kadar hakim olduğundan çok, ideolojik/politik tutumu ile ilgilidir. Cehalet ise sorunlu bir tavrı daha da vahim hale getiren ikincil bir unsur olarak işlev görür.
Emperyalist güçlerce yıllardır askeri saldırı ile tehdit edilen Kuzey Kore’nin, son nükleer silah ve füze denemeleri ile gündeme getirilişinde de benzer bir durum söz konusu. Emperyalistler, saldırganlıklarını haklı göstermek için müstakbel kurbana haklı ya da haksız eleştiriler yöneltmekte ve çeşitli propaganda araçlarıyla, başkalarını da kendileri gibi tepki vermeye zorlayan bir atmosfer yaratmaktadır. Bu zorlamaya kapılarak, söz konusu kurbanı eleştirenler korosuna katılan başkaları da, niyetlerine ilişkin iddiaları ne olursa olsun, saldırganlığın meşruiyet sorununun giderilmesine katkıda bulunmakta ve kurbanı savunmasızlaştırmaktadır.
İşin ilginci Türkiye’den iki sol parti yöneticisi de Kuzey Kore gündemiyle ilgili olarak sol bir internet sitesine açıklama yapmış, ‘sosyalist bir ülkenin kaynaklarını silaha değil eğitim ve sağlığa ayırması gerektiğinden’, ‘nükleer denemelerin ABD’ye değil insanlığa karşı olduğundan’ söz etmiştir.[1] Yani, ‘Kuzey Kore bizden değildir, yanlış yapmaktadır, durdurulmalıdır, nesini savunalım’ demeye getirmişlerdir. Sadece söz konusu iki parti yöneticisine mal edilemeyecek bu tavrın temelinde, emperyalist-kapitalist sistemin propaganda/dezenformasyon araçları karşısında edilgenlikte yansımasını bulan bir ideolojik teslimiyet yatmaktadır. Cehalet, yazının başında belirtildiği gibi bu teslimiyette asli değil, kolaylaştırıcı, ikincil bir unsurdur.[2]
Ancak doğru tavır almak için de bilgi sahibi olmak şarttır. Kuzey Kore ve nükleer silahlar konusunda temel bazı gerçeklere dikkat çekmek, emperyalist saldırganlığın odak noktası Ortadoğu’dan Güney ve Doğu Asya’ya kayarken neden ve ne tür bir dezenformasyon kampanyasıyla karşı karşıya olduğumuzu gözler önüne serecektir.
Kuzey Kore’nin “günahı” ne?
Bugün, Kuzey Kore’nin hedef tahtasına oturtulmasına neden olan şey sosyalist olması ya da olmaması değildir. Reel Sosyalizmin çöküşünün ardından Marksizm-Leninizm’i anayasasından çıkarmış olan ülkenin bu konuda bir iddialaşması da yoktur[3] (Petras’ın “milliyetçi bağımsız devlet” sınıflandırması Kuzey Kore’yi tanımlamak için daha uygun düşmektedir). Bu nedenle de, Kuzey Kore’yi “böyle de sosyalist olunmaz ki” diye eleştirmek, dünyadan bihaber olmanın ya da emperyalist saldırganlık karşısında kayıtsızlığa bahane uydurmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.
Kuzey Kore, egemen propaganda araçlarınca, nükleer silah ve uzun menzilli füze denemelerini sürdürdüğü için suçlanmaktadır. BBC, CNN ağızlarını bırakıp daha tam ve doğru bir cümle kurarsak; ABD’nin askeri saldırı tehditlerini 2006’da nükleer silah denemeleri yaparak engelleyen Kuzey Kore, 2007’de imzaladığı nükleer silahsızlanma anlaşması ABD tarafından ihlal edildiği ve saldırı tehditleri yeniden yükseldiği için savunma programına devam etmekte ve bu nedenle eleştirilmektedir. İşin özü, Kuzey Kore’nin nükleer silahları gerginliğin kaynağı değil sonucudur. Kuzey Kore’nin bu gerginliğin odağında yer alması ise, aslolarak jeo-politik talihsizliğinde yatmaktadır.
Çin, Rusya ve Japonya tarafından çevrelenen Kore yarımadasının kuzey yarısında yer alan Kuzey Kore, yüzyıldır bu jeo-politik talihsizlikten mustariptir. Güney Kore’nin 1945’ten bu yana fiilen ABD toprağı olduğu da hesaba katıldığında, Kuzey Kore’nin bugün benzersiz bir kuşatılmışlık içinde olduğu görülecektir.
Kuzey Kore ve nükleer kader
Doğu Asya’nın tarih atlasına bakıldığında, Kuzey Kore tarihi ile dünyanın nükleer silahlanma tarihi arasında sıkı bir ilişki olduğu görülecektir. Dünyada nükleer silahlanma tarihinin 1945’te Kuzey Kore’nin kuruluşundan hemen önce başladığı, ancak Kuzey Kore’nin 2006’ya kadar nükleer silah sahibi olmadığı da hesaba katıldığında bu ilişkinin Korelilerin egemenlik hakları açısından ne kadar tahrip edici olduğu da açığa çıkacaktır. Kuzey Kore, ‘hatalı bir sosyalizm yorumuna sahip insanlık düşmanı bir yönetim’ altında olduğu için değil, nükleer silah elde etmeden varlığını korumasının ve kendi kaderini tayin etmesinin mümkün olmadığını gördüğü için bu yolu izlemektedir.
Kore, 1905 Rus-Japon savaşından 1945’e yani II. Dünya Savaşı’nın bitimine kadar Japon işgali altında kaldı.[4] Japonya’nın teslim olmaya zorlanıp Kore yarımadasının Sovyetler Birliği ve ABD tarafından işgal edildiği süreç ise; aynı zamanda dünyada atom bombasının elde edildiği, kullanıldığı ve savaş sonrası uluslararası dengeleri belirlemeye başladığı süreçtir.
1939’da Nazi Almanyası’nın atom bombası elde etmek için çalışmalara hız vermesi üzerine Albert Einstein, ABD Başkanı Roosevelt’e bir mektup yazarak ABD hükümetini elini çabuk tutarak atom bombası çalışmalarına acil maddi yardım vermeye çağırdı. Böylece, bilimcilerin savaş süresinde atom bombası üretmeye çalıştığı Manhattan Projesi açığa çıktı. 8 Mayıs 1945’te Almanya teslim oldu ama ABD’nin nükleer silah çalışmaları devam etti. 16 Temmuz 1945’te dünyadaki ilk nükleer patlama olan Trinity Denemesi gerçekleştirildi. ABD artık nükleer bir güçtü ve bu silahı, herhangi bir nükleer programı olmadığı gibi yenilgisi de artık kesinleşmiş olan Japonya üzerinde kullandı. Ancak zamanlama dikkat çekiciydi. Sovyetler Birliği, Almanya teslim olduktan tam üç 3 ay sonra, yani 8 Ağustos’ta Japonya’ya savaş açacağını açıklamıştı ve ABD iki gün erken davranarak 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya ilk atom bombasını attı. Sovyetler Birliği 8 Ağustos’ta Japonya’ya savaş ilan etti ve ABD ikinci atom bombasını da 9 Ağustos’ta Nagasaki’ye attı. Nükleer silahı olmayan ve yenilgisi kesinleşmiş Japonya’ya atılan atom bombaları Sovyetlere yönelik bir mesajdan başka bir şey değildi.
Kore yarımadası, birkaç yüz kilometre ilerisine iki atom bombası atılmasının ardından, Japon işgalinden kurtuldu, ancak bu kez de SSCB ve ABD birlikleri yarımadaya girmişti. SSCB ve ABD birlikleri 1948-1949’da ikiye bölünmüş yarımadadan çekilirken iki önemli gelişme daha yaşanıyordu. ABD’nin İngiltere ile ortak bir nükleer program geliştirerek nükleer silah elde etme hakkını kendi tekellerinde tutma isteğine itiraz eden SSCB, 29 Ağustos 1949’da yaptığı deneme ile dünyanın üçüncü nükleer silah sahibi ülkesi oldu. Bir ay sonra, 1 Ekim 1949’da da Çin Devrimi tamamlandı ve Çin Halk Cumhuriyeti ilan edildi. Bunlar ABD açısından oldukça can sıkıcı gelişmelerdi.
Komünist Kuzey Kore ile ABD güdümlü Güney Kore yönetimi arasındaki ihtilaf 1950’de sıcak çatışmaya dönüşünce, ABD bu fırsatı kaçırmadı ve Asya’da aleyhine dönen güç dengesine müdahale etmek için Kore’ye girdi. Kore’de yalnızca Kuzey Kore ile Güney Kore arasında değil, daha çok SSCB-Çin ile ABD arasında bir savaş; Soğuk Savaş’ın ilk sıcak savaşı yaşandı. Çin’in Kuzey Kore’yi, ABD’nin Güney Kore’yi desteklediği savaş yarımadadaki dengeleri değiştirmedi. Kuzey sosyalist kampta, güney kapitalist kampta ihtilaflı iki devlet olarak varlıklarını sürdürdü.
ABD ve İngiltere’nin ardından SSCB’nin de nükleer silah elde etmesi ile tarafların birbirlerine saldırmasının muazza
m bir yıkım tehdidi ile engellendiği bir “dehşet dengesi” oluştu. Ancak denge, nükleer silah koruması altında olmayanlar için geçerli değildi. Soğuk Savaş yıllarında ‘nükleer silah koruması altında olmayan ülkelerde’, ‘nükleer silah sahibi ülkelerin çıkar çatışmalarından kaynaklanan’ pek çok sıcak çatışma yaşandı (Küba Devrimi karşısında gelişen ABD askeri saldırganlığı, ancak, SSCB füzelerinin adaya yerleştirildiği 1962’de son buldu).
BM Güvenlik Konseyi’nin nükleer silah sahibi olmayan iki üyesi Fransa ve Çin de sır olmayan bu gerçeğin farkındaydı. Fransa 1960’ta, Çin de 1964’te nükleer silah elde etti.
Çin’in de nükleer bir güç olmasını izleyen birkaç yıl içinde Çin-Sovyet ayrılığı doruğa çıktı. Sırtını yasladığı iki büyük güç arasındaki bu ihtilaf, tarih boyunca büyük güçlerin kapışmasından fazlasıyla mustarip olmuş Kuzey Kore’yi de -sosyalist kampın diğer unsurları gibi- büyük basınç altına aldı. Yıllar sonra Kuzey Kore için Marksizm-Leninizm’in yerini olacak olan ve ‘siyasette bağımsızlık’, ‘ekonomide kendi kendine yeterlilik’ ve ‘ulusal savunmada kendi kendini savunabilirlik’ şeklinde üç temel ilkeye dayandırılan Juche felsefesi bu dönemde geliştirildi. Kuzey Kore yönetiminin niyetinden bağımsız olarak, ülkenin emperyalist saldırganlık karşısında büyük bir savunma ihtiyacı vardı ve sosyalist kamp içindeki ayrılık da onu kendi başının çaresine bakmak ya da muhtaç olduğu ‘dostlar’ arasındaki kapışmaya malzeme olmak arasında tercih yapmaya zorlamıştı.
Kuzey Kore’nin silahlanmaya büyük kaynak ayırmasının, dünyanın en büyük 4. ordusuna sahip olmasının ve devrimci özne olarak işçi sınıfının yerine orduyu geçirmesinin böylesi bir tarihsel arka planı vardı ve sonraki yıllarda da bu eğilimi besleyen dış gelişmeler yaşanmaya devam edecekti.
Dehşet dengesinden dengesizlik dehşetine
1991’de reel sosyalizmin çöküşünün ardından ABD küresel hakimiyetini ilan etti. Ancak ABD’nin küresel hakimiyetini sağlayabilmesi/sürdürebilmesi için, ABD çıkarlarını tehdit edebilecek küresel güçlerin oluşumunu engellemesi gerekiyordu. Bu kaygılarla Paul Wolfowitz ve Dick Cheney önderliğinde 1992’de hazırlanan “Savunma Planlama Rehberi” başlıklı raporda “Yeni dönemde en önemli hedefin, ABD’ye rakip olabilecek bir süper gücün doğuşunu engellemek” olduğu belirtiliyordu. “Batı Avrupa, Ortadoğu, Doğu Asya ve dağılan SSCB olarak belirlenen dört coğrafi alanda, ABD çıkarlarını tehdit edecek küresel güçlerin oluşmasına müsaade edilmeyecekti.”
Bu yönelim 2000’lerin başında George W. Bush’un tek taraflı saldırganlık politikasını açığa çıkardı. ABD, kendisinden olanlarla birlikte, bazı hedeflere saldıracak ve bu işgal ve savaşlar ile dünyanın geri kalanını da hizaya çekecekti. Bush bu amaçla 2002’de şer ekseni olarak adlandırdığı Irak, İran ve (SSCB’nin çöküşünün ardından yalnız kalan) Kuzey Kore’yi hedef tahtasına oturttu. Doğusunda II. Dünya Savaşı öncesindeki işgalcisi/tecavüzcüsü Japonya, güneyinde II. Dünya Savaşı sonrasındaki işgalcisi ABD’nin üssü haline gelmiş G.Kore, kuzey ve batısında ise sosyalizmin çöküşünün ardından K.Kore üzerindeki etkilerini bir uluslararası pazarlık unsuru olarak kullanan iki tane güvenilmez eski dost ya da yeni yükselen emperyalist güçle (Çin, Rusya) başbaşa kalan Kuzey Kore yine bir istila tehdidiyle karşı karşıya ve esasen yalnızdı.
ABD’nin Irak’ı istilaya hazırlandığı 2003 başında Kuzey Kore, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (NPT) çekilme kararı aldı. Immanuel Wallerstein’ın deyimiyle “Kuzey Kore, elinde nükleer silah olmasının Birleşik Devletler’in saldırma ihtimalini ortadan kaldıracağına ikna olmuştu. Bunda haksız da sayılmazdı.” Irak, Saddam rejiminin elinde kitle imha silahı olduğu için değil, olmadığı için istila edil(ebil)di.
ABD’nin Irak işgali, dehşet dengesinin ardından gelen dengesizliğin dehşetini gözler önüne serdi. Dengeyi sağlayanın da nükleer silah olduğu herkesin malumuydu ve 1968 yılında imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması Pakistan, Hindistan ve İsrail’in nükleer silah elde etmesi ve diğer nükleer silah sahiplerinin silahlanmayı sürdürmesi nedeniyle fiilen hükmünü ve meşruiyetini yitirmişti.
ABD’nin Irak direnişiyle frenlenmesinden istifade ederek nükleer programını ilerleten Kuzey Kore, 5 Temmuz 2006’da uzun menzilli füze denemesini gerçekleştirdi. Kendini “dünya” diye adlandıran emperyalist merkezler ve yardakçıları ayağa kalktı. Japonya “önleyici saldırıda” bulunma tehdidinde bulundu. ABD’nin Bush yönetimi “vururuz” tehdidini sürdürüyordu. ABD’yle arayı düzelten Hindistan’ın 9 Temmuz 2006’da gerçekleştirdiği ve Çin’i menzile alarak bir ilke imza atan uzun menzilli nükleer deneme atışları karşısında ise, söz konusu “dünya”dan çıt çıkmadı. Kuzey Kore nihayet 9 Ekim 2006’da ilk yeraltı nükleer denemesini gerçekleştirdi. Dünyanın 9. nükleer gücü haline gelen Kuzey Kore karşısında daha önce askeri saldırı tehditleri savuran ABD yönetimi atom bombasını görünce, göstermelik bir iki tehdidin ardından, “diplomasi” demek zorunda kaldı ve masaya oturdu.
ABD ve Kuzey Kore’nin yanısıra Güney Kore, Çin, Japonya ve Rusya’nın katılımıyla gerçekletirilen altılı görüşmeler sonucunda 13 Şubat 2007’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “nükleersizleştirme hareket planı” dediği ortak bir bildiri yayınladı. Anlaşma gereğince, Kuzey Kore uluslararası gözlemciler denetiminde nükleer silahlarından arınıp nükleer faaliyetlerini durduracak, bunun karşılığında da ABD Kuzey Kore’yi terörizmi destekleyen devletler listesinden çıkararak yaptırımları durduracak ve Kuzey Kore’ye enerji yardımıyla, ekonomik yardım yapılacaktı.
Kuzey Kore anlaşmaya uydu, ABD anlaşmayı ihlal etti. ABD, anlaşmada yer almayan ek denetim talepleri gündeme getirip yardım taahhüdünü yerine getirmeyerek anlaşmayı çiğnedi. Bush’un ardından iktidara gelen Obama yönetimi, sallantıya giren anlaşmayı yeniden yoluna koymak için hiçbir adım atmadı. Tersine, Obama’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, meşru uzay teknolojisi hakkını kullanarak uydu roketi denemesi gerçekleştiren Kuzey Kore’ye karşı bir kınama yayınlattı ve yeni ekonomik yaptırımlar yapılmasını istedi. Böylece Bill Clinton dönemindeki görüşmelerle başlayan ve nihayet 2007’deki anlaşma ile önemli bir mesafe kaydeden barış süreci, Obama yönetiminin 3 aylık icraatları ile çöpe atıldı. Kuzey Kore, ABD’nin barış konusundaki isteksizliğini açıkça ortaya koyması ve yeniden saldırı siyasetine sarılması karşısında görüşmelerden çekildi ve nükleer programına kaldığı yerden devam etti. Kuzey Kore ile ilgili son yaygaranın bahanesi buydu.
Obama yönetimi neden böyle yapıyor?
Bush’tan daha barışçıl bir politika izleyeceği beklentileri ile iktidara gelen Obama’nın, Kuzey Kore’yle barış sürecini neden baltaladığı, Irak işgalinin ardından uykuya dalan savaş karşıtı hareket tarafından dikkate alınması gereken bir sorudur. Bu soruya halihazırda iki yanıt verilebilir.
Birincisi, Obama yönetimi “Bush’tan daha ılımlı” ya da “aynı Bush gibi” değil, Bush’tan daha savaşçı bir yönetimdir ve çatışma alanını yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Pakistan’daki durum yeterince açıklayıcıdır. Obama’nın, örtülü ödenekler ve ek paketlerle 900 milyar doları aşan askeri bütçesi II. Dünya Savaşı sonrasının en yüksek askeri bütçesidir ve Bush dönemine göre en az 4’lük bir artış anlamına gelmektedir. Irak’tan asker çeken Obama, o askerleri evlerine de
ğil dünyanın ABD askerinden yoksun diğer alanlarına göndermek için çekmektedir. Üstelik ekonomik krizle boğuşan ABD yönetimi açısından, savaşmak geri plana itilebilecek artı bir masraf kalemi ya da bela değil; tersine, ABD ekonomisini ayakta tutan bir ilaçtır.[5]
İkincisi, Ortadoğu’da daha sınırlı bir askeri çabayla kontrol sağlayabilmek için tansiyonu düşürmeye çalışan Obama yönetimi, küresel çatışmanın odak noktasını Ortadoğu’dan Güney ve Doğu Asya’ya kaydırmakta ve bunun için gerekçeler uydurmaktadır. Obama’nın Zbigniew Brzezinsky gibi kıdemli dış politika kurmayları, ABD dış politikasının Çin başta olmak üzere, Rusya, Hindistan ve İran’ı ‘ürkütmeden kontrol altına almaya’ odaklanması gerektiğini vurgulamaktadır. ‘Dünya sistemin ağırlık merkezi Atlantik’ten Pasifik’e mi kayıyor’ tartışmalarının ortasında, Obama’nın 300 dış politika uzmanından 60’ının Çin, toplamda 100’ünün Asya uzmanı olması gerçek bir ilginin varlığını göstermektedir. Hasımlarını/rakiplerini doğrudan hedef aldığında başarılı olamayan ABD, yeni döndemde kontrol altında tutmak istediği hasımlarını, benimsetilmiş ortak düşmanlara karşı benimsetilmiş ortak hedefler doğrultusunda kendi liderliği arkasında biraraya getirmeye çalışmaktadır.
Obama’nın iktidara gelmesiyle birlikte, Af-Pak’ta (Afganistan-Pakistan) tırmandırılan savaş, ABD’nin yeni yönelimi açısından önemli bir örnektir. Af-Pak; coğrafi olarak İran, Rusya, (ve yeniden bir Rusya nüfuz alanı olarak tescillenen) Orta Asya, Çin ve Hindistan’ın tam ortasında yer almaktadır. “Pakistan merkezli radikal İslamcı örgütler” olduğu öne sürülen birtakım güçler Af-Pak çevresindeki ülkelerde büyük saldırılar düzenleyerek sorunun tam da ABD’nin istediği şekilde uluslararasılaşmasına katkıda bulunmaktadır. Aralık 2008’de Hindistan’ın en büyük kenti Mumbai’da, Mayıs sonunda da İran’da düzenlenen saldırılar bu niteliktedir. Yine ABD’nin zorlamasıyla Pakistan’daki çatışmalar şiddetlendikçe savaş giderek daha tehlikeli bir hal almakta ve Pakistan’ın nükleer silahları uluslararası bir güvenlik sorunu haline ge(tiri)lmektedir.
Obama yönetimi Kuzey Kore gerilimine de benzer bir işlev yüklemiş görünmektedir. Kuzey Kore’nin meşru müdafaa hakkını kullanmak için geliştirdiği silahları bahane edilerek bölgeye yığılması planlanan ABD askeri gücü, Japonya’yı ve (Güney Asya sınırları Af-Pak savaşı ile kuşatılan) Rusya ile Çin’in doğusunu da menziline alacaktır. Pyongyang ile ABD arasındaki restleşme sürdükçe, altılı ekip içinde Rusya, Çin, Güney Kore ve Japonya Kuzey Kore’ye karşı ABD ile birlikte tavır almaya zorlanacaktır. Ayrıca, Kuzey Kore’ye yönelik yaptırımlar sıkılaştırılarak ve tehdit politikası sürdürülerek Kuzey Kore’yi örnek alarak nükleer silah elde etmek isteyebilecek diğer ülkelere gözdağı verilecektir.
Türkiye toplumsal muhalefet güçleri açısından ABD’nin Af-Pak ve Kuzey Kore’yi hedef göstererek Asya’da yeni bir sefere çıkması kayıtsız kalınabilecek bir gelişme değildir. Obama’nın Türkiye ziyaretinin ardından Afganistan’daki 800 muharip askere ek olarak 1200 muharip asker daha gönderme kararı alarak, 2000 muharip askerle başkent Kabil’in bölge komutanlığını devralmaya hazırlanan; Pakistan ile Afganistan arasında ‘arabuluculuk’ görevi yürüten; son olarak da Pakistan’ın başkenti İslamabad’da NATO tarafından oluşturulan ‘Temas Noktası Büyükelçiliği’ görevini üstlenen Türkiye egemenleri, ülkeyi büyük bir belaya sürüklemektedir. Nisan başında Strasbourg’da gerçekleşen NATO zirvesinde Türkiye’ye yeni dönemde “NATO Genel Sekreter Yardımcılığı”, “Silahsızlanmadan Sorumlu Sekreter Yardımcı Vekilliği” ve “Afganistan Özel Temsilciliği” önerildiği hatırlanırsa NATO’da görev değişimlerinin yaşanacağı Temmuz sonuna kadar Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarının başımıza yeni belalar sarması sürpriz olmayacaktır.
Türkiye halihazırda Lübnan’da, Somali’de, Afganistan’da ve Pakistan’daki emperyalist işgallere fiilen katılır, iki yıldır Irak’a askeri operasyonlar düzenlerken Türkiye’nin sosyalistleri, “Kuzey Kore’nin nükleer denemesine tepki gösterecek” kadar dünyadan bihaber olmasa iyi olur. Zira bu yaz, emperyalist savaşlara ve işbirlikçiliğe karşı çıkacak etkili bir anti-emperyalist hareket yaratma görevini Türkiye sosyalistleri açısından kaçınılmaz kılacak gelişmelere gebedir.
Dipnotlar:
[1] Bianet, 26 Mayıs’ta “EMEP ve ÖDP Kuzey Kore’nin nükleer denemesine tepki gösterdi” başlığıyla bir haber yayınladı. Haberde, Kuzey Kore’nin nükleer silah ve füze denemelerine ilişkin olarak ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş’ın ve EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel’in görüşlerine yer veriliyordu. “ÖDP’den Taş ve EMEP’ten Tüzel, nükleer silah ve füze denemesi yapan Kuzey Kore’yi eleştirdiler. Taş, ‘Sosyalistler kaynaklarını silaha değil eğitime ve sağlığa harcar’ derken, Tüzel de ‘Bu denemeler ABD’ye değil insanlığa karşıdır’ dedi.”
[2] Murat Çakır, Günlük gazetesinde yayınlanan “Kuzey Kore nire?” başlıklı yazısında bu cehaletin incelikli bir eleştirisini sundu.
[3] Bugünkü Kuzey Kore anayasası, ilk başlarda, Marksizm-Leninizm’in özgün bir yorumu olduğu öne sürülen ancak giderek başlı başına bağımsız bir doktrin haline gelen Juche felsefesine dayandırılmaktadır. Anayasada sosyalizm, komünizm kavramları hala varlığını korumakla birlikte, bu kavramlar artık Marksizm-Leninizme dayandırılmamakta, kendine özgü bir bağlamda kullanılmaktadır.
[4] İşgal yıllarında yüz binlerce Koreli kadını orduda seks kölesi olarak kullanan Japonya, bugüne kadar sürekli diplomatik hilelere başvurup resmi bir özür beyanından kaçınarak, Kore ile arasındaki düşmanlığı diri tuttu.
[5] Örneğin, ABD Ticaret Bakanlığı verilerine göre ABD dayanıklı mal siparişleri Şubat 2009’a kadar altı ay boyunca gerilemiş, Şubat ayında ise yüzde 2’lik düşüş beklentilerine karşın yüzde 3,4 artmıştı. Bu artışta askeri uçak ve uçak parçası siparişlerindeki yüzde 32,4’lük artışın etkili olduğu açıklandı. Artışın yaşandığı diğer sektörler de makine, bilgisayar ve işlenmiş metal gibi askeri sanayi bağlantılı sektörlerdi.
Kaynakça:
1. Petras, James. “Obama’s Foreign Policy Failures: Diplomacy, Militarism and Imagery”, http://petras.lahaine.org/articulo.php?p=1779&more=1&c=1
2. Wallerstein, Immanuel. “Charade or First Step? The United States-North Korea Agreement” http://www.binghamton.edu/fbc/204en.htm (Türkçesi için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=10409)
3. Wallerstein, Immanuel. “R.I.P.: Nonproliferation” http://www.binghamton.edu/fbc/215en.htm
(Türkçesi için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=12891)
4. Wallerstein, Immanuel. “Whom Has North Korea Provoked?” http://www.binghamton.edu/fbc/189en.htm (Türkçesi için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=7194)
5. Ali, Tarık. “The American War Moves to Pakistan”, http://www.informationclearinghouse.info/article20784.htm (Türkçesi için: http://www.5deniz.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2272)
6. Kang, Kwang-Shick. “Juche Idea and the Alteration Process in Kim Il Sung’s Works: A Study on How to Read Kim Il-Sung’s Works.” Monash University: KSAA Conference 2001. 25 September 2001. pp. 363-374. (http://arts.monash.edu.au/korean/ksaa/conference/33kwangshickkang.pdf)
7. Özkan, Behlül. “Amerikan Rüyası Kabusa Dönerken”, Birikim
(Raporla ilgili 8 Mart 1992 tarihli New York Times gazetesinin detaylı haberi için: http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html)
8. Brzezinsky, Zbigniew. “İKİNCİ ŞANS-Üç Başkan ve Amerikan Süper Gücünün Krizi”, Ekim 2008, İnkılap Yayınları (İngilizce orijinal baskı 2007).
9. “Emperyalist açmaz ve aktif taşeron Türkiye”, Halkın Devrimci Yolu 2. sayı, Nisan-Haziran.
10. Petras, James. “The Imperial System: Hierarchy, Networks and Clients
The Case of Somalia” http://dissidentvoice.org/Feb07/Petras18.htm (Türkçesi için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=11341)