KESK Genel Merkezine, PKK bağlantısı iddiasıyla baskın düzenlendi. (Tabii ki “kriz ortamında KESK’in halktan yana muhalefet potansiyelini kırmak için operasyon yapıyoruz” demediler). Türkiye çapında ağırlıklı olarak Eğitim-Sen üyesi Kürt öğretmenleri hedef alan, KESK Genel Merkezine kadar uzanan operasyonu protesto için Ankara’da ve İstanbul’da KESK tarafından birer gösteri yapıldı. Ankara’da uzun bir gerilimden sonra kısa bir […]
KESK Genel Merkezine, PKK bağlantısı iddiasıyla baskın düzenlendi. (Tabii ki “kriz ortamında KESK’in halktan yana muhalefet potansiyelini kırmak için operasyon yapıyoruz” demediler). Türkiye çapında ağırlıklı olarak Eğitim-Sen üyesi Kürt öğretmenleri hedef alan, KESK Genel Merkezine kadar uzanan operasyonu protesto için Ankara’da ve İstanbul’da KESK tarafından birer gösteri yapıldı. Ankara’da uzun bir gerilimden sonra kısa bir yürüyüşe izin verildi, İstanbul’da ise Galatasaray Lisesi önünde toplanan kitlenin yürümesine üç saat boyunca izin verilmedi. Yine Emekli-Sen’lilerin yürüyüşüne de izin verilmedi.
Halkevcilerin Ulaşım Zamlarını protesto etmek için Taksim’den bisikletlerle İstanbul Belediyesi’ne ‘yürüyüş’lerine izin verilmedi ve kırka yakın kişi tartaklanarak gözaltına alındı.
Eğitim-Sen’in Türkiye yürüyüşü kapsamında İstanbul’dan çıkacak kolunun önü yine altı saat boyunca Galatasaray Lisesi’nin önünde kesildi, öğretmenler coplandı ve yürütülmedi.
Ankara’da Yüksel Caddesi’nde liseli gençlerin standına esnaf kılığına girmiş bir grup saldırıyor, civardaki demokratik kitle örgütlerinden haber alanların yetişmesiyle, liseli gençleri satırla yaralayan bu satırlı-bıçaklı çete kovalanıyor. Ardından polis, panzerlerle ve gazlarla devreye girip kendini savunan kitleye saldırıyor. Görgü tanıklarının anlattığına göre panzerin arkasında, “PKK Konur Sokak’ta Türk bayrağı yaktı” çağrılarıyla kışkırtılmış ve sivil polisler tarafından ‘sopa’landırılmış, 20-30 kişilik bir grup da polisle birlikte sokağa saldırmış.[1] Çete tarafından saldırıya uğramış sokak, 30-40 el silah atışıyla, su sıkılarak, gaz atılarak bir de polis tarafından saldırıya uğruyor. Çeteye karşı kendini savunmaktan başka bir suçu olmayan on sekiz solcu genç ağır şekilde dövülerek gözaltına alınıyor. Polisin gerekçesi olay çıkaranları dağıtmak!? Televizyon ve gazetelerde “esnafla solcuların kavgası ve polisin esnafı korumak için müdahalesi” şeklinde haberler yayınlanıyor. Ertesi gün saat 14.00’te dağıtılan standlar yeniden açılmak üzere toplanıldığında eli satırlı, sallamalı 4-5 kişi, sayısı beş yüz civarında olan kitleye saldırıyor. Yine yaralananlar oluyor, neyse ki saldırgan çete etkisizleştirilip, ellerinden satırları alınıyor. Polis bu defa da kitleden dayak yiyen çeteyi kurtarmak için gaz bombalı saldırıya geçiyor. Dört saat sonra da basın açıklaması yapılıp, polisin bir ‘katkısı’ olmadan kitle dağılıyor. İlk gün on sekiz kişiyle birlikte gözaltına alınan Öğrenci Kolektifleri üyesi gençlerden biri tutuklanıyor. Yüksel Caddesi esnaf derneği “burada solcu esnaf çatışması yok çetelerin saldırısı var” diye basın açıklaması yapmasına rağmen basında yine esnaf solcu kavgası olarak lanse ediliyor. Özellikle HaberTürk gazetesi haberi çarpıtmaya çalışırken içinden çıkamaz hale getirip öyle yayınlamış. Bu çarpıtılmış haberleri muhabirlerin böyle yapmadığını biliyoruz. Peki yazı işlerine, haber masalarına bu çarpıtılmış haberleri dikte eden etkili mercii kim?!
(Daha önceki DTP baskınlarını ve tutuklamaları; İHD Genel Merkezi’nin basılması ve tutuklamaları, Başbakan’ı protesto eden Kürt çocuklarına 20 yılı aşan cezalar verilmesini ve DTP’li vekillerin dokunulmazlıklarının hiçe sayılması gibi baskıları da unutmazsak tablo daha da aydınlanır.)
Anlaşılan 1 Mayıs 2009’da, ortaya çıkan tablodaki bulanıklık berraklaştırılmaya çalışılıyor. Sol’un ve ilerici emek örgütlerinin inisiyatif alma olanakları arttı mı yoksa daraltıldı mı? Emek örgütleri bu olanakları arttırmak, AKP ise daraltmak üzerinden 1 Mayıs taktiklerini belirlediler. Ancak sonucun tüm yönleriyle bir tarafın başarısına işaret ettiği söylenemez. Sol’un ve ilerici emek örgütlerinin AKP’nin bir manevrasını etkisizleştirdikleri söylenebilir ancak tamamen boşa çıkarttıklarını söylemek güç. AKP açısından da benzer bir şey söylenebilir. Yani halkın içerisinde güç olma mücadelesi sol açısından hayati önemdeyken AKP açısından da (ya da sermaye açısından) kritik bir hal aldı. AKP ve sermaye açısından işi kritik bir dönemece getiren dinamik ise bilindiği üzere yaşanan ekonomik krizdir.
Krizin, egemen sınıfla halk arasındaki çıkar zıtlıklarını deşifre eden etkisini AKP de biliyor. Kriz süreçlerinde sermayenin (daha önceki tavizlerinden vazgeçerek) krizin asıl yükünü emekçilere yıkmaktan başka bir çözüm üretmesi olanaklı değildir. Bu da ucu iktidarın devrilmesine kadar gidebilecek şiddetli sınıf çatışmaları tehlikesine işaret eder. Bu nedenle kriz dönemi baskıların hızla arttırıldığı, kitlelerin pasifizme zorlandıkları bir dönem olarak yaşanacaktır. Yukarıda aktardığımız, tamamı bir haftalık zaman dilimi içinde yaşananlara baktığımızda baskının ivmesinin artış yönünde olduğunu görürüz.
Yaşanmış ve yaşanmakta olanlar göstermiştir ki sistemin yönetici aktörleri kim olursa olsun; ister Bush, ister Obama ya da ister Demirel ister Erdoğan ana işleyiş değişmez. Emperyalist kapitalist sistemin sahip olduğu ve bir yenisini ekleyemediği iki tane siyasal rejim vardır: Burjuva demokrasisi ve faşizm. İkisi de sermaye egemenliğinin devlet modelidir. Faşizm, asıl olarak 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra (krizdeki Alman tekelci sermayesi tarafından daha önce icat edilse de) uygulamaya sokulmuş bir rejimdir. Ancak daha önceki modelin çok kanlı bir biçimde yenilgiye uğramış olmasından dolayı sömürge tipi faşizm olarak ‘yenilenmiş’ ve siyasi, askeri, ideolojik birçok yeni cihaz eklenerek yeni sömürgecilikle birlikte ihraç edilmiştir. Bu sayede (sömürge tipi) faşizmin imalat ve kumanda merkezi emperyalist metropoller, kendi sınırları içerisinde ‘burjuva demokrasisini’ bir devlet biçimi olarak uygulayabilme olanağı elde etmişlerdir.[2]
Bugün emperyalist-kapitalist sistem, tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor. Bu krizin emperyalist merkezlerdeki yıkıcı etkisinin azaltılması, yıkımın yeni sömürgelere aktarılmasıyla mümkün olabilir. Yeni sömürge egemen sınıfları da bunu kendi emekçilerine aktararak zinciri tamamlamış oluyor. Ama işler bu kadar pürüzsüz yürümüyor. Sol var, emek hareketi var. Yani 1 Mayıs’ta başlatılan süreç işletilmeye devam edilecek; Emek hareketini böl, hegemonya altına al: Türk-İş ve Hak-İş’i 1 Mayıs’ın zayıflatılması ve ilerici emek örgütlerinin inisiyatifinin kırılması için görevlendir, diğerlerine şiddet uygula. İkinci adım “kriz varsa çare de var” kampanyasıyla Türk-İş ve Hak-İş’i yanına al, olası bir bağımsız emek hareketini böl, halkın kafasını karıştır böylece emek düşmanı paketlerini hayata geçir, diğerlerine baskı ve şiddet uygula!
Fazla uzatmadan söylersek; kriz var, ekonomi şimdiye kadarki kurallarla yönetilemez durumda, olağanüstü ekonomi politikaları uygulamak gerekir. Bunun önündeki en önemli engel ise halk muhalefetidir ve gelişmesinin engellenmesi gerekir. Yani diğer yöntemler içinden ‘zor’ yöntemi ön plana çıkacaktır. “Zor”un ön plana çıkması çeşitli ‘yasal’ saldırılarla da desteklenecektir. Kızılay civarını ve Taksim civarını kitle gösterilerine yasaklamak bu politikanın parçalarıdır, başka yerlerin de sırada olduğundan kimse kuşku duymasın. AKP, kentlerin meydanlarını tümden emekçilere, halka kapatmak istiyor. Böylece büyümesi çok muhtemel olan krize karşı tepkileri görünmez kılmaya çalışıyor.
Sol ve emek örgütleri ne yapmalı?
Egemen sınıflar programlarını belirlemiş uyguluyorlar. Yasal düzenlemeler, krize karşı kampanyalar, sarı sendikal
ar, teşvik paketleri, polis devleti uygulamaları, faşistler çeteler…. Eğitim-Sen’in (5 Haziran) Ankara eylemi küçük bir başlangıç. İlerici emek örgütleri vakit geçirmeden bir araya gelip krizin yıkımına karşı halkın haklarını savunan bir mücadeleyi başlatmalı ve bir halk hareketi için gerekli ‘birliğin’ önünü açmalıdır. Ekonomik terör ve siyasal terör ancak böyle püskürtülebilir, faşist baskılar boşa çıkartılabilir.
dipnotlar:
[1] Tablo 19 Aralık cezaevi operasyonlarını hatırlatıyor. Her tarafta eylemler etkisizleştiriliyor, engelleniyor, saldırıya uğruyor ve insanlar tutuklanıyor. Ankara’da kitle örgütleri, siyasi partiler basılıyor içerdekiler gözaltına alınıyor. Ardından da eli sopalı 50-60 kişilik bir grup basılan kitle örgütlerini ve partileri bir daha basıyor. Bunun üzerinden on yıl geçmesine rağmen o ‘sopalı çete’ hala faalmiş demek ki. (Ellerindekilerin sopadan silaha ne zaman dönüşeceğine kim ne zaman karar verecek dersiniz). Yeni örgütlediğimiz o dönemin gençlerinden biri on yıl önceki anılarını anlatıyor: “Sivil polisler gelip bize gaz verirlerdi, ‘bunlar vatan haini, bölücü pkk’li’ filan. Bazen de bizi götürür birilerine saldırırdık”. Ne cezaevlerinde ne olduğunu biliyormuş ne de solcu kimdir.
[2] Her baskı, şiddetine bakılmaksızın faşizm olarak nitelenemeyeceği gibi, her faşist uygulama da şiddetine bakılmaksızın sıradan despotizm ya da sıradan baskı olarak değerlendirilemez. Bir baskıya faşist niteliğini veren onun tekelci sermayenin çıkarlarıyla, emperyalizmle bağlantısıdır. Aynı şekilde bir parlamentoya sahip her yapı da burjuva demokrasisi olarak nitelenemez. Faşizmin yeniden tartışılmaya başlandığı şu günlerde yakın tarihimizde yaşananları tekrar hatırlamakta fazlasıyla yarar var: Nedir faşizm, nedir sömürge tipi faşizm, nedir açık faşizm, örtülü faşizm ve de faşizme karşı mücadele nedir?