2009 1 Mayıs’ı son yılların üzerine en çok tartışılan ve yazılan çizilen 1 Mayıs’ı oldu. Biz de kendi değerlendirmemizi kısaca yapıp, geriye kalanı önümüzdeki dönem pratiğinde sınamaya-uygulamaya bıraktık. 1 Mayıs 2009’a dair kimi tutumların emekçilerin ve solun kolektif duygusu tarafından hak ettiği yere yerleştirildiğinden emin olduğumuzdan (Salim Uslu-vari “Taksim’i biz açtık” türü saçmalamalara ‘sizi Allaha […]
2009 1 Mayıs’ı son yılların üzerine en çok tartışılan ve yazılan çizilen 1 Mayıs’ı oldu. Biz de kendi değerlendirmemizi kısaca yapıp, geriye kalanı önümüzdeki dönem pratiğinde sınamaya-uygulamaya bıraktık. 1 Mayıs 2009’a dair kimi tutumların emekçilerin ve solun kolektif duygusu tarafından hak ettiği yere yerleştirildiğinden emin olduğumuzdan (Salim Uslu-vari “Taksim’i biz açtık” türü saçmalamalara ‘sizi Allaha havale ediyoruz’ der misali) üzerinde durmaya gerek görmedik. Ancak Evrensel gazetesinde 1 Mayıs’ın haberinin veriliş şeklinden başlayarak 2 Mayıs’tan itibaren her gün en az bir karalama yazısı yayınlanınca cevap vermek kaçınılmazlaştı. Çünkü Evrenselcilerin yaptığı, yaşananları ve sonuçlarını anlatım yoluyla değiştirmeye çalışma abesliğini aşıp küfür ve karalamaya vardı. 1 Mayıs’ta AKP’ye ve gerici-sömürücü politikalarına değil de EMEP’e karşı mücadele edilmiş duygusu taşıyor bütün yazılar ve EMEP’in açıklaması.
Gerçekte neler oldu? AKP, 2009 1 Mayıs’ında alicengiz oyununu andıran bir taktik izledi. AKP, iki yıldır DİSK’in öncülüğünde ilerici emek örgütlerinin ve devrimcilerin ortaklaşa, (tüm sorunlarına rağmen) gerçek bir güç birliği ile zorladıkları tatil ve ‘Taksim’ talebini, 1 Mayıs’ı tatil edeceğini ilan ederek boşa çıkarmayı, şu kriz günlerinde emek hareketi üzerinde bu yolla siyasal inisiyatif kurmayı hedefledi. İlerici emek örgütlerinin ve devrimcilerin “tatile evet, Taksim’i de istiyoruz” tutumu alması üzerine iktidar elde ettiği siyasal inisiyatifi yitirdi. Ve her üstünlüğü yitirdiği durumda yaptığı şeyi yaptı: şiddeti ve kontr-siyaseti birlikte devreye soktu. Şiddet, askerle takviye edilmiş polis gücü ile icra edilirken kontr-siyaset Türk-İş ve Hak-İş eliyle yürürlüğe kondu. Türk-İş, DİSK ve KESK’le görüşmeden[1] kendi başına girişimlerde bulundu ve Taksim’e başvuru yapacağını ama ısrarcı olmayacağını söyleyerek oyunda rolünü aldı. Hak-İş ise başka bir rol alarak kalabalık bir işçi kitlesiyle (2000 kişi) Taksim’de kutlama yaparak başka bir rol aldı. 2007 1 Mayıs’ında da Türk-iş’in bunu yaptığı ve 2008 1 Mayıs’ında son anda geri çekilerek o zaman da Taksim eylemini kırma manevrası yaptığı hatırlanırsa son manevrasının bu misyonun gereği olduğu daha iyi anlaşılır. Tabii bu arada hem Mustafa Kumlu hem de Salim Uslu, DİSK ve KESK’e çağrı yapma âlicenaplığını da göstermekten geri durmadılar.
EMEP basınında 1 Mayıs karalamaları
EMEP’in gayrı resmi yayın organı Evrensel’de yazılanlara baktığımızda içinde bulundukları telaşlı ve öfkeli ruh halini açıkça görmek mümkün. Kimse kendileriyle tartışmazken ve yazdıklarına cevap vermezken bu kadar seri halde suçlamalar getirmeleri, bize, 1 Mayıs politikalarının içerde tartışmalar ve ciddi sıkıntılar yarattığını düşündürdü. Eğer öyleyse EMEP’in sola çatmak yerine kendi kararının ve eyleminin sonuçlarını ve bu sonuçları nasıl ileriye taşıyacağını tartışıp, politikasının doğruluğunu ispat edip, taraftarlarını öyle ikna etmesi gerekmez mi? Ama öyle yapmıyorlar.
İ. Sabri DURMAZ şöyle yazıyor. “2 Mayıs günü çıkan yandaş ya da ‘muhalif’ sermaye basını, ‘Taksim’in emekçilere açıldığı’ anlamına gelen ‘sevinç çığlıkları’ manşetleriyle çıktı. Meğer o basın, işçi davalarına ne kadar duyarlı imiş, 1 Mayıs’a ne büyük özlem duymuş da haberimiz yokmuş“. Aynı İ. Sabri Durmaz, 1 Mayıs’tan önce şöyle yazmıştı: “Eğer her yerde 1 Mayıs yaparsak, ‘2 Mayıs 2009 günü, sermaye basını da emek basını da genel tabloyu; ‘Yüz binler, hükümete ve IMF’nin krizin yükünü emekçilere yıkan politikalarına hayır dedi’, ‘Emekçiler hükümeti uyardı’, ‘Dev silkelendi!’ gibi başlıklarla vereceklerdir. Ülkeye ve dünyaya da böyle bir hava yayılacaktır. Miting alanına gelmeyenler, ‘Tüh, keşke ben de gitseydim’ diyecekler; hükümet ve patronlar kara kara düşünecek, ‘Taksim’i verseydik acaba daha iyi mi yapardık?!’ diye hayıflanacak“. Bu yaklaşımdan anladığımız, İ. Sabri Durmaz basının sadece kendisini övmesini temenni ediyor; başkalarını överse kötü. Burjuva basınının Durmaz’ın iddiasının aksine, nasıl bir yaklaşım sergilediğine ve bu yaklaşımındaki sendikacılar ve marjinal gruplar ayrımının ardındaki niyete burada girmeyeceğiz.
“Taksimci Platformla sermaye basını arasında maalesef 1 Mayıs karşısında bir ideolojik yakınlığı” deşifre ederek başarılı bir küçültme hamlesi daha gerçekleştiren Sabri Durmaz’ın mantığına göre “Taksim Karşıtı Platform”u tanımlarsak, nasıl bir tablo ve nasıl bir ideolojik yakınlık ortaya çıkar acaba? Taksim karşıtlarını özetle sıralayalım: Tayyip Erdoğan, Muammer Güler, Celalettin Cerrah, Mustafa Kumlu, Salim Uslu, Doğu Perinçek, Levent Tüzel… “Bunlar arasındaki ideolojik yakınlığa ne demeli?” diye de sormak gerekmez mi? (Ama bu soruyu Durmaz’dan başka soran olmadı şimdiye kadar, onu da belirtelim).
Sabri Durmaz, polis kordonuyla kuşatılmış sıkça gaz yiyen ve üç buçuk saatlik bir gergin yürüyüşten sonra alana girmiş topluluğu küçümsemek için korteje yaklaştırılmayan, çevrede gaz-cop-su-plastik mermi şiddetine maruz kalanlara başvurduktan sonra “Gaz ve copla dağıtılanlar da memnun!” diyerek (herhalde olayda bir mazoşizm görüyor olacak ki) hayretler içerisinde kalıyor. Bu satırları okuyanların şu cümleleri sarfettiklerini duyar gibi oluyorum “Evet biz güç birliği kelimesinin gerçek bir karşılığı olarak mücadele ettik ve başarımız ortak, başarısızlığımız da. O nedenle alana giren de giremeyen de, gaz-su-cop-plastik mermi yiyen de yemeyen de, hepimiz memnunuz”.
Durmaz, durmuyor. Döktürüyor:
“Valilikle anlaşılarak çıkılmış, icazet alınmış“… “çirkin, berbat, kapalı kapılar ardında görüşme” diyerek işi küfüre ve çamur atmaya vardırdığı yazılarına, “onun içindir ki bunun sorumlusu kişiler; çirkin bir anlaşmaya boyun eğerken” diyerek devam ediyor. Hangi öfke gözünü karartmışsa hızını arttırıyor: “‘32 yıl sonra yeniden Taksim’deyiz, 32 yıl sonra sevgilimize kavuştuk’ diye ortalığı velveleye verecek, edebiyat parçalayacak yeni bir durum yoktur ortada” . Evet! Taksim’e kavuşmak birileri için sevgiliye kavuşmak gibi ise eğer Sayın Durmaz, bu çok onurlu bir şeydir; davaya bağlılıktır, sınıf kardeşliğidir, sınıf belleğidir özet adı ise sınıf bilincidir, hiçbir seminerde veremeyeceğiniz.
“Tartıştığımız konu artık Taksim’de 1 Mayıs kutlayıp kutlamamak değil…” diyerek korkusunu ele verirken “tartışılan konu ideolojiktir” diyerek de ideolojik pozisyonunu ele veriyor. Arkadaşların durumu gayet sıkışık; Taksim eylemini kırma amacıyla tezgah çeviren Türk-İş’in kuyruğuna takıldılar ve Taksim başarısı karşısında Kadıköy fiyaskosu tabanlarında büyük rahatsızlık yaratmış gibi görünüyor. Bu nedenle biri bırakıp diğeri kalemi eline alıp saldırmaktadır Taksim kavgasına. Hükümet bile yenilgiyi kabul edip konuyu kapatmaya çalışırken bu arkadaşların hiddetinin kaynağı Denizlerin tabanlarındaki etkisidir. Bu basıncın yarattığı korku 2010’da Taksim’in açılma ihtimaliyle de birleşince stresleri panik atağa dönüşmektedir.
* * *
Burjuva basını Mustafa Yalçıner’i de hayal kırıklığına uğratmış “Burjuva medyaya göre tüm Türkiye’de neredeyse sadece Taksim’de 1 Mayıs vardı ve ‘işçiler, 31 yıl sonra 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamışlardı’!”… Herhalde Taksim civarında işçi yoktu. Ne kadar işçi katılmışsa İstanbul’da
1 Mayıs’a, ya işletmelerinde ve yakınlarında, ya da Kadıköy’deydiler. Ama onlar da 1 Mayıs kültürüne en az sahip olanlardı. En azından ’70’lerden bu yana 1 Mayısları kültür edinenler, 1 Mayıs kültürünü sahiplenip yaşatanlarsa, genellikle ‘sol’ yaklaşımlara sahip DİSK ve KESK’e üyeydiler. Ve onlar da sendikalarının Taksim çağrısına uyma uğraşındaydılar.”
“Neden ortalama işçinin ne hissedip ne düşünmekte olduğu, kendisiyle 1 Mayıs’ın ilişkisini nasıl ve nereden kurduğuyla ilgilenilmemiştir?”, “Evet, mücadelede ‘birlik’ sınıfın en geri ferdi gözetilerek, en geri tutumlara dayanarak kurulamaz.”…. “Deniz’in dersi doğrudur: ‘Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi!‘”
Taksim’de işçi olmadığını Yalçıner ve arkadaşlarından öğreniyoruz. İşin ilginç yanı Mustafa Kumlu bile Taksim’de işçi olmadığını söylemiyor. Hatta Salim Uslu bile! Uslu, Taksim’e çıkanların ideolojikliğinden dem vuruyor (Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisinden bahsediyor olmasın). Bu arkadaşlara inanırsak eğer, işçi sınıfının tapusu Türk-İş’in elindedir; DİSK, KESK başta olmak üzere diğer emek örgütleri ve devrimci örgütler tartışmasız Tük-İş’in kararlarına uymalıdırlar. Bu dersin ardından “İleri işçiler” gibi siyasal bir kategoriden sonra ortalama işçiler gibi bir kavramı da arkadaşlardan öğrenmiş oluyoruz. Bir de işçi kimdir, nedir bu ortalama işçi ve 1 Mayıs’ta neredeymiş, ileri işçiler neredeymiş, neredeymiş en geri tutum onu da anlatsa çok daha aydınlanmış olacağız. Kadıköy’de kendisine uzatılan mikrofona “kalbimiz Taksim’de” diyen işçi acaba hangi kategoriye girer? Yalçıner’in değerli bir başka sorusu ise “işçilerin birliği neden gerilemiştir” (07 Mayıs 2009 tarihli EMEP Basın Bülteni başka söylüyor ama biz Yalçıner’e inanalım) diye ‘Taksimcilere’ sorduğudur. Nedense bu soruyu kendisine sormayı akıl etmiyor ve aslında kendi mantık örgüsünü ilerletip ‘zaten Taksim’de işçi yoktu ve bu nedenle işçilerin bölünmesi diye bir şey gerçekleşmemiştir sadece solcular işçilerden kopmuşlardır ve bu da hayırlı olmuştur’ demesi gerekmez mi?
Yalçıner o kadar da ‘işçi kuyrukçusu’ değil tabii ki. “Evet, mücadelede ‘birlik’ sınıfın en geri ferdi gözetilerek, en geri tutumlara dayanarak kurulamaz” diyerek bunu bize göstermiş oluyor. Ama bizce böyle bir polemikte Deniz, Mustafa Yalçıner için hiç de iyi bir örnek olmaz. Çünkü Deniz olmak devrimci mücadelede önde değil en önde olmaktır, atak değil en atak olmaktır. “En önce göğüslemektir ipi”. Yalçıner ve partidaşları için Deniz gibi Che, Rosa, Lenin hatta Paris Komünü de iyi örnekler değildirler. Kararlılık, ataklık, gözüpeklik, yenilgiden korkmamak, sınıfın birliğini teslimiyette değil kavgada sağlamaktır bunların örnek verileceği yerler. Aslında Yalçıner ve arkadaşlarının çizgisine işçi kuyrukçusu bile denemez, çünkü işçi sınıfı Kadıköy’e değil Taksim’e rağbet ediyor. Türk-İş’in Kadıköy’e götürdüğü işçilerin bile kalbi Taksim’deki on binlerce işçi ile çarpıyor.
En son, arkadaşlarının imdadına Seyit Aslan yetişiyor ve kalemi o alıyor eline. “‘Taksim’e çıktık’ diye söylenenler ve söyleyenlerin, kendileriyle baş başa kaldıklarında yüreklerinin ve bilinçlerinin başka düşündüğünü biliyoruz” diyerek işi düşünce okumaya kadar vardırması durumlarının sandığımızdan çok daha vahim olduğunu gösteriyor. Sanırsınız ki Taksim’deki işçiye mikrofon uzatıldığında “yüreğim Kadıköy’de” diye yanıtlarken Kadıköy’dekine uzatıldığında gözyaşları içinde “işte kazandık” diye haykırmış da, bunun üzerine Seyit Aslan böyle yazıyor. “Ama artık ok yaydan çıkmıştır, burada yanlıştan geriye dönüş yoktur duygusu, bilinçlerinin önüne geçiyor ve ortaya böylesi manzaralar çıkıyor” diyerek de “pes vallahi” dedirtecek bir tespit daha yapıyor. Bu duygunun kimin duygusu olduğunu okuyucuya bırakmak dışında verecek cevabımız yok! Ancak bu duygu, düşünce okuma becerisini son üç yıla topluca uygulayıp bu ‘yürek ayrı bilinç ayrı’ şizofrenisini de analiz etse de şu on binlerce işçi, emekçi ve devrimcinin ruh haline biraz daha açıklık getirse iyi olur.
İhsan Çaralan’a göre de Kadıköy’de on binlerce işçi varmış, ayrıca EMEP korteji de beş bin kişiymiş. Ama burjuva medya proletaryanın bu coşkulu 1 Mayıs’ını yazmıyor. Burjuva medyası Kadıköy 1 Mayıs mitingi için 4-5 bin gibi sayılar veriyor. Görmezden geliyor. Çünkü bu burjuva medya tüm işçilerin Kadıköy’e gidip Mustafa Kumlu’nun konuşmasını dinlemesinden ve O’ndan sınıf bilinci almasından nasıl korkar bir bilseniz.
Evrensel’de böylesine anlaşılması zor bir mantıkla 1 Mayıs değerlendirmeleri okuyunca ister istemez “yok mu bu gazetede yazan vicdan sahibi biri” diye sormadan edemiyoruz. Neyse ki varmış.
Fatih Polat “İstanbul Valisi Güler’in ‘makul sayısını’ sağlamak adına estirilen terör…” diyerek makul sayının nasıl sağlandığını yazıyor.
Yine Evrensel’de yazan vicdan sahibi A. Cihan Soylu’nun da vurguladığı gibi “bu 1 Mayıs, özellikle yaygınlığı, taleplerin içeriği, ileri işçi kitlesinin kararlılığı (abç) vb özellikleriyle ayrıştı”,…”ileri işçi-emekçi kitlesinin tüm emekçi ve ezilenlere karşı sorumluluklarının arttığı, burjuvazi ve uzlaşmacı-teslimiyetçi sendikal çizgiye karşı daha kararlı (abç) bir çalışma ve örgütlenmenin zorunlu olduğu bir döneme giriliyordu” diyerek doğru yaklaşımın ne olduğunu gösteriyordu.
İzzettin Önder Hoca da köşesinden gelinim sana söylüyorum kızım sen anla misali “Bu parlak liberal beyinler, Taksim’in bir simge olduğunu halktan gizlerken hiç mi utanmazlar?!” diyerek durumu çok güzel ortaya koyuyor.
İşte Evrenselcilerin okuması gereken bir yazarları daha Turgay Olcaytu’da,”İşçi ve emekçiler bayramlarını yeniden Taksim Alanında coşkuyla kutlama olanağına kavuştu“; diye yazdı.[2]
Evet, EMEP’lilerin 1 Mayıs’tan, Taksim’den, işçilerin birliğinden ne anladıkları yukarıda alıntıladığımız sözlerinden anlaşılmaktadır. Bu kadar uzun alıntılar yapmamızın asıl nedeni arkadaşların ruh halini kendileri kadar yansıtamayacak olmamızın yanı sıra okuyucuyu “bu kadar da yazdılar mı?” şüphesinden kurtarmaktı.
Sınıf kim, siyaseti ne
EMEP, “‘Taksimcilik’ etrafında bugün süren tartışma, işçi sınıfı ve emekçiler açısından basitçe bir ‘Taksime çıkıldı, çıkılmadı’ , ‘sayı makuldü, değildi’ sorununun ötesinde; işçi sınıfıyla, sınıf dışılık arasında yaşanan ideolojik bir sorundur“. Diye yazmakta. Doğrudur sorun ideolojiktir.
EMEP’lilerin “işçi sınıfı” kavramından ne anladıkları da pek belirsizdir. Polemiklerinden anlaşılan sigortalı olmayan, bir sendikaya üye olmayan, hatta Türk-İş’e üye olmayanları işçiden saymıyor olacaklar ki ne Taksim’e çıkan beş bin kişiyi işçiden sayıyorlar ne de etrafta polis terörüne karşı 1 Mayıs’ı savunan on binlerce insanı işçiden sayıyorlar. Hatta solcu işçileri de solcu olarak sınıf bilinci aldıkları için işçilikten çıkmış sayıyorlar. O gün alana giren ve girmeye çalışan on binlerce insanı-emekçiyi sınıf dışı olarak görüyorlar. Bu da Marksizm açısından bayağı sorunlu bir bakış açısıdır.
EMEP’in işçi sınıfının birliği lafından anladığı nedense hep sağ sendikaların kuyruğunda birliktir. Sadece Türk-İş’le değil, Hak-İş’le de, Türk Kamu Sen’le de birlik için onların bulunduğu (geri) noktaya gitmeyi hep savundu. Ama nedense işçilerin b
irliğinin mücadelede sağlanacağı, sendika merkezlerinde, sendika bürokratlarının rızasıyla sağlanamayacağını aklına getiremiyor. 1 Mayıs değerlendirmelerinde defalarca “birlikten” bahsederken bir kez olsun “mücadele” sözcüğünü kullanmamaları da bu anlayışlarının sonucu olsa gerekir. İşçi sınıfını, tam da Yalçıner’in bahsettiği “en geri tutum” etrafında birliğe çağırıyorlar. 1 Mayıs işçi sınıfının ve emekçi halkların uluslararası “birlik, mücadele ve dayanışma” günüdür. Yani nasyonal değil enternasyonaldir. Türk-İş’in ise her 1 Mayıs’ta İstiklal Marşı okutmaya çalışması ve bu 1 Mayıs’ta da açılışı İstiklal Marşıyla yapması, Türk Bayrakları ile yürümesi 1 Mayıs’ın sınıfsal ve enternasyonal içeriğine yapılmış bilinçli bir saldırıdır (Türk-İş’in adından, amblemine kadar bu misyonla kurdurulduğunu görevlendirildiğini ve bugün de bu misyonu gereği böyle davrandığını bu arkadaşlar bilmiyor olamazlar).[3]
Türk-İş merkezinin 1 Mayıs mitingi düzenlemeye kalkışmak için herhangi bir sınıfsal gerekçesi olmadığı ve kendisine bağlı “sol” sendikaları DİSK ve KESK’in düzenleyeceği programdan alıkoymak için 1 Mayıs programı oluşturduğu gerçeğine hiç değinmeden, yapılan tartışma ve yorumların objektif hatta iyi niyetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Oysa 2009 1 Mayıs’ında yaşanan gelişmeler iyi irdelendiğinde, Türk-İş’in bölme manevrası olmadığında Taksim’in daha düzgün açılacağı rahatlıkla söylenebilir. Yani iktidar “makul”leştirmeyi Türk-İş’in manevraları sayesinde başarmıştır.
Bir başka önemli nokta ise EMEP’lilerin ülke çapında gerçekleşen mitingleri kendi politikasının doğrultusunda gerçekleşmiş saymasıdır. Bunun gerçekle bir ilgisi olmadığını söylemekle yetinelim. “Kimi örgütlerin şubelerine ortak kutlamalara katılmaması genelgesi” ise abartılmış bir iddiadır. İstanbul’a Türkiye çapında katılma kararı alan örgütlerin böyle bir genelge yollamaları örgüt olmanın doğal bir sonucudur. Ancak Türkiye’nin her tarafında 1 Mayıs kararı olan örgütlere getirilen bu suçlama, başka bir kabahat örtme kaygısını yansıtmaktadır. Taksim’e izin verilmediğinde, Ankara ve İzmir’dekiler başta olmak üzere “işçilere yasaklı tüm alanları zorlama” taktiği, EMEP tarafından büyük bir telaşla karşılanmış, bunu bozmak için hemen harekete geçmişlerdir. Bu taktikten amaç AKP’yi sıkıştırmak iken EMEP bu taktiği boşa çıkartmayı garip gerekçelerle kendine görev edinmiştir.[4] Gerçekte tüm Türkiye’deki 1 Mayıs mitingleri EMEP’in politikasını doğrulamış değildir. EMEP’in bu 1 Mayıs’lar üzerinde ne gibi pozitif katkıları olduğunu da kendilerinden başka bilen olduğunu sanmıyoruz.[5] Kendi adımıza Halkevleri olarak, birçok örgütle birlikte Ankara’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Bursa’da, Samsun’da, Giresun’da, Trabzon’da, Sivas’ta, Mersin’de, Adana’da, İskenderun’da, Hatay’da, Antalya’da, Artvin’de, Hopa’da, Şavşat’ta, Pazar’da ve diğer birçok yerdeki 1 Mayıs’larda etkili şekilde yer alırken, EMEP’in durumunun, en azından saydığımız yerlerde pek parlak olduğunu ne yazık ki söyleyemeyeceğiz.
Evrensel yazarları ve 1 Mayıs üzerine değerlendirme yapan herkes yaşanan kriz karşısında emekçilerin ve işçi sınıfının mücadelesini ilerletecek bir 1 Mayıs politikasından bahsetmekte ve politikalarını buna göre belirlediğini iddia etmektedir (Bu konuda önemli bir yazı olarak Arzu Çerkezoğlu’nun “1 Mayıs… Sendikaların bayramı mı?” yazısına bakılabilir) Nedir kriz, krize karşı mücadelenin yolu nereden geçmektedir?
Baştan söyleyelim, işçi sınıfının kim ve ne olduğu doğru tanımlanmadan bu sorunun doğru yanıtlanabilmesi olanaklı değildir ve bu konuda burada uzun tartışmaya girmeyecek olsak da yazınımızda bu konuda hatırı sayılır bir külliyat biriktiğini söylemeliyiz.
Kriz ve mücadele
Neoliberal ekonomi döneminde işçi sınıfı, birçok alanda birden kayıplara uğradı. Gerçek ücretlerin bu dönem boyunca sürekli gerilemesinden, çalışma saatlerinin uzamasına, özelleştirme ve taşeronlaştırma yoluyla güvencesizleştirmeden, sosyal hakların geriletilmesine, esnekleştirmeden, sigortasız-kayıtdışı çalıştırmaya kadar uzanan ve kronik işsizliği de içeren bu kayıplar işçi sınıfının bileşiminde önemli değişimlere neden oldu.
Türkiye Ocak ayında, yüzde 21,9 a ulaşan işsizlik oranıyla dünya ikincisi, Avrupa birincisi oldu. Cumhuriyet tarihinin rekorunu kıran işsizlik oranı genç işsizlerde yüzde 28’lere varıyor. Kayıt dışı istihdamın ise yüzde 41’e çıktığı açıklanıyor. İşgücünün dörtte birinin işsiz; henüz bir işte çalışanlarının yarısından fazlasının kayıt dışı ve geriye kalan yarısının da ücretli ücretsiz izin, kısa çalışma gibi esnek çalışma biçimleriyle, “mutlak açlık yerine yarı tokluğa razı edildiği bir ülkede” yaşıyoruz. Türkiye’nin son işsizlik verileri, işçi ile kent yoksulu arasında kategorik bir ayrım yapılmasını anlamsızlaştırmaktadır. Sınıf mücadelesinde üretim alanı ile yeniden üretim alanının birbirini bütünleyen bir yaklaşımla ele alınması zorunludur. Sermayenin emekçilere yönelik kamusal harcamaları daha da küçültme saldırılarına karşı direniş, emek mücadelesinin doğrudan konusudur. Direnen işyeri ve işsizlik yığılması yaşayan hak yoksunu mahallenin bir ve aynı özne olduğunu kavrayan bir bakış açısı gereklidir.[6] Krizin etkisinin sadece işsizlik değil, eğitim-sağlık gibi ihtiyaçları gidermeme, başta gıda olmak üzere birçok temel tüketim maddesini eksik tüketme gibi birçok başka boyutu da vardır.
Neredeyse her gün basından izlediğimiz, işten atılanların fabrikaları işgal etmesi, çatısına çıkması, patronu veya temsilcisini rehin alması, hiddetle yolları kesmeleri veya ağlamaları işsiz kalmanın yıkıcı sonuçlarının bilincinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Bunun yanı sıra kredi kartı borçlarını ödeyemeyenlerin banka basmaktan ailesine-kendisine zarar vermeye varan tepkileri aynı yıkım duygusundan kaynaklanmaktadır. Krize karşı bir işçi sınıfı ve (daha geniş olarak da) bir halk hareketini bu şiddetli tepkileri örgütleyebilenler yaratabilir ancak. Fabrika işgallerine, yol kesmelere, işçi çatışmalarına-direnişlerine önderlik edemeyen özgün-militan eylem biçimleri geliştiremeyen geleneksel bürokratik sendikal yapıların bu sürecin önünü açmalarını beklemek safdillik olur. Ancak işçi sınıfının bir kesimini bünyesinde barındıran sendikaların sadece üyelerinin değil işçi sınıfının bütününün çıkarları doğrultusunda zorlanmaları, üzerinden atlanmaması gereken bir görevdir. Devrimcilerin görevi krize emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda bir müdahale programı oluşturmak ve bu programın eylem çizgisini açığa çıkartmaktır. Bu çizginin de saatini geleneksel bürokratik sendikalara göre ayarlayan değil, emek örgütlerinin saflarındaki militan, ileri dinamikleri esas alan bir çizgi olduğu açıktır. 1 Mayıs 2009’a dair belirlenen politikaların doğruluğu-yanlışlığı tartışmaları bu gerçeğin ışığında yapıldığında anlam kazanacaktır.
EMEP’lilerin ideolojik sorununun kaynağı, yukarıda özetlediğimiz gelişmeyi göz ardı eden, eskilerin deyimiyle ‘işçi aristokrasisinden’ beslenen yaklaşımlarıdır.
Evrenselcilere tavsiyemiz de işçi sınıfının ileri, militan dinamiklerini (buna M. Yalçıner “1 Mayıs kültürü” diyor) esas almalarıdır. Sanıldığı gibi bir şeye “kırk kere” kötü dendiğinde kötü olmaz, o nedenle “Taksim’de 1 Mayıs kötüdür” lafını
kırk kere tekrarlamaya kalkmasınlar. Boşuna uğraşmasınlar (daha eskilere dayanmakla birlikte) üç yıllık zorlu-kararlı bir mücadele sonucunda var edilen Taksim kazanımını basit karalamalarla yok edemezler. Başka şeylere kafa yorsunlar, mesela işçi sınıfının “mücadelesine”.
*Samut Karabulut: Halkevleri Örgütlenme Sekreteri
dipnotlar:
[1] Türk-İş’in 1 Mayıs’la ilişkisini hükümet karşısında DİSK’i zor durumda bırakmak üzerine kurduğu kendisi tarafından defalarca kanıtlanmış bir şeydir. Halbuki DİSK ve KESK’in Nisan sonunda düzenlediği ve bizim de katıldığımız birinci 1 Mayıs hazırlık toplantısında DİSK ve KESK genel sekreterleri Türk-İş’i de katmak için girişimlerde bulunacakları gerekçesiyle bağlayıcı kararı Türk-İş toplantısına kadar almamak gerektiğini vurgulamışlardı.
[2] Bu arada EMEP dışında da rastladığımız, “Taksim, işçi sınıfı ve emekçilerin hiçbir yasak ve baskıyla karşılaşmadan 1 Mayıs’ta bayraklarını dalgalandırdıkları bir alan olmalıdır” dedikten sonra üç yıldır verilen mücadeleyi anlamsız-haksız-gereksiz bulan yaklaşımları da anlayabilmek gerçekten mümkün değil. Herhalde Taksim’in açılmasının ya iktidarın insafına bırakılması ya da işçi sınıfının devrim yapacak güce erişmesine ertelenmesi önerilmiyordur.
[3] Burada amacımız ne Türk Bayrağı ile uğraşmak ne de Milli Marşla uğraşmaktır. Ne de bu ulusal simgeler gerçekten Türk-İş yöneticilerinin umurundadır. Türk-İş’in yapmaya çalıştığı halkın değer verdiği simgeleri istismar ederek işçilerde sınıf bilincinin oluşmasını ve uluslararası sınıf hareketi ile duygudaşlık kurmasını engellerken kendi milliyetinden burjuvaziyle kader ortaklığı kurmasını ve şu kriz günlerinde olduğu gibi burjuvazinin paketlerini kendi çözümleri olarak da benimsemelerinin zeminlerini hazır tutmaktır. Dünyanın hiçbir ülkesinde de 1 Mayıs böyle bir milli gün olarak kutlanmaz. Örneğin, Eskişehir’de 1 Mayıs mitingi Türk-İş görevlilerinin “Kahrolsun PKK” vb. sloganlarıyla milliyetçi bir gösteriye çevrilmiştir.
[4] Ankara 1 Mayıs hazırlıkları sırasında EMEP tarafından tertip komitesi toplantısı dahil sendika ve sol çevrelerde yapılan “duyum aldık Halkevleri olay çıkartacak” açıklamaları olabilecek her türlü militan girişimin baştan engellenmesi çabalarından bir tanesiydi.
[5] EMEP’in çizgisinin en önemli denek taşlarından bir tanesi de Kocaeli’nde 1 Mayıs’ı (işçi sınıfının birliği adına ne anlam taşıyorsa ve Mazlum-Der’in ajandasında ne zamandan beri 1 Mayıs yer almaya başladıysa?) Mazlum-Der’in de katılmasıdır. Katılan tüm grupların sayısı 300 kişi civarındadır, Halkevcilerin İstanbul’a gitmelerine izin verilmemesi üzerine yol kesme eylemi ise 100 kişidir.
[6] Ayrıntı için, “Sınıf mücadelesi solu bekliyor”, Halkın Devrimci Yolu, Sayı: 2, Nisan-Haziran 2009.