Bir ‘yerel’ seçim daha geride kaldı. Seçimler seçim oyununa dahil olan ‘asıl aktörlerin’ çoğunu memnun etmiş görünüyor. Medyatik ‘aydınlar’, siyaset ‘bilimciler’, sosyologlar, ‘iktisat bilimi’ denilenin ve siyasetin ‘duayenleri’, medyanın her konuda söyleyecek sözü olan vazgeçilmez yorumcuları, köşe yazarları, seçimlerin manâ ve ehemmiyetine dair derin tahliller yaptılar. “Konunun uzmanları” ve kamuoyu araştırmacıları sürüler halinde televizyon stüdyolarına […]
Bir ‘yerel’ seçim daha geride kaldı. Seçimler seçim oyununa dahil olan ‘asıl aktörlerin’ çoğunu memnun etmiş görünüyor. Medyatik ‘aydınlar’, siyaset ‘bilimciler’, sosyologlar, ‘iktisat bilimi’ denilenin ve siyasetin ‘duayenleri’, medyanın her konuda söyleyecek sözü olan vazgeçilmez yorumcuları, köşe yazarları, seçimlerin manâ ve ehemmiyetine dair derin tahliller yaptılar. “Konunun uzmanları” ve kamuoyu araştırmacıları sürüler halinde televizyon stüdyolarına üşüştüler ve egemen sistemin duymak ve duyurmak isteğini diğerlerinden önce söylemek için birbirleriyle yarıştılar… “Konunun uzmanları” elbette çok farklı ve çok değerli görüşler ileri sürdüler ama hepsini ilgilendiren temel soru: Halkın ne demek istediğine açıklık getirmekti. ‘Halkımız’ ne demişti, kime ne mesaj vermişti, kimi cezalandırmış, kimi ödüllendirmişti? Elbette bu kadar zor sorulara ancak yetkin bilim insanları ve derin uzmanlık sahipleri cevap verebilirdi. Sevindirici olan, Türkiye’nin uzman sıkıntısı çekmiyor oluşu. Herhalde dünya’da Türkiye kadar ‘aydını ve uzmanı’ bol bir başka ülke yoktur. Son dönemde artık kalkınmışlık ölçüsü olarak GSMH ölçütü yeterli sayılmıyor, başka kriterler de dikkate alınıyor, işte insanî kalkınma denilene dahil eğitim düzeyi, yaşam uzunluğu, kadınların siyasal, soysal ve kültürel yaşama katılım oranı, vb. Eğer ülkelerin sahip olduğu ‘aydın’ ve uzman sayısı da bu kriterler arasına sokulursa Türkiye’nin gelişmişlik hiyerarşisinde bir kaç basamak terfi etmesi mümkündür…
Bilimi ve uzmanlığı kendinden menkûl söz konusu zevât ve medyanın vazgeçilmez yorumcuları, hangi siyasi partinin neden ‘kazandığını’ ya da ‘kaybettiğini’ uzun uzun yorumladılar ama bu seçimlerin ne anlama geldiğini atlayarak, asıl konuşulması gerekeni konuşmayarak, söylenmesi gerekeni söylemeyerek, velhasıl bir okültasyon [yok sayma] yaparak egemen düzenin istediğini söylediler. Bu seçimler ne anlama geliyor? Hangi koşullarda nasıl yapıldı? Demokrasinin vazgeçilmezleri denilen ama ‘gerektiğinde’ egemen düzen tarafından kolaylıkla vazgeçilebilen siyasi partiler ne menem şeylerdir? Bunlar neden ‘tipik siyasî partilere benzemiyorlar? Rejimin rotasının benim asıl devlet partisi dediğim tarafından belirlendiği koşullarda yapılan seçimlerin kıymet-i harbiyesi nedir? Seçimler ‘milli iradenin’ tecellisi anlamına mı geliyor? Milli irade diye bir şey mümkün müdür? Hepsi de son tahlilde asıl devlet partisinin taşeronu olan ve birbirinden kayda değer bir farkı olmayan ‘düzen partilerinden’ birine veya diğerine oy vermenin bir önemi var mı? Kullanılan oyun gerçek dünyada bir karşılığı var mı? İnsanlar oy kullandıklarında gerçekten seçiyorlar mı? Seçenle seçilen arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir? Yerel [belediye] seçimlerin bir genel seçim niteliği kazanması nasıl açıklanabilir?
Türkiye’de demokrasinin kurumları gibi görünen bir dizi kurum ve mekanizma aslında sanıldığı ve arzulandığı gibi demokrasinin kurumları ve mekanizmaları değildir. Bunlar devletimize gerekli olduğu için, gerekli olduğu zaman ve gerekli olduğu kadar var olan ve asıl misyonları kitleleri oyalamak, aldatmak olan şeylerdir. Mesela bizde parlamento [TBMM denilen] halk sınıflarının Eski Rejimden kazandığı bir mevzi değil, genel bir çerçevede ‘sivil toplumun’ iradesinin sınırlı da olsa tecelli ettiği bir kurum değil, devletin bir yönetim aracıdır, merkezî devletin bir kurumudur. Eğer öyle olmasaydı, memleketin sahipleri onu istedikleri gibi biçimlendiremez, dizayn edemez, açıp/kapatamazdı. TBMM denilen aslında milletin büyük meclisi değil, devletin küçük meclisidir. Bu yüzden yapısı, işleyişi, yetki alanı, açılıp kapanması devletimizin ihtiyacıyla uyumlandırılmış durumdadır. Başka türlü söylersek bizdeki parlamento [TBMM] oldum olası içi boş bir kabuktur, hep öyleydi ve öyle olmaya devam ediyor. Meclisin kompozisyonu ve yetki alanı bizzat kendisi tarafından değil, asıl devlet partisi tarafından belirleniyor. Meclis, devletimize gerekli olmadığı zamanlar kapatılıyor, ne zaman kapanacağına karar verenler ne zaman açılacağına da karar veriyor. Seçimlerle ilgili yorum yapanlar bu tersliğin ya farkında değillerdir ya da bu durumu adıyla çağırmak işlerine gelmiyor. İşte siyasi partiler böylesi bir politik ortamda varoluyorlar, açılıp/kapanıyorlar ve asıl devlet partisinin taşeronu işlevi görüyorlar. Velhasıl içi boş kabuk olan parlamentoyu [TBMM] dolduran siyasi partilerin kendileri de içi boş midye kabuğu gibi bir şey… Asıl devlet partisiyle taşeron devlet partileri arasında adı konmamış zımnî bir anlaşma geçerli. Bir siyasi partinin seçimlere girebilmesi, hükümet kurabilmesi, hükümette kalabilmesi, kendini asıl devlet partisinin üslubuyla uyumlardırdığında, haddini bildiğinde mümkün. Aksi halde bir darbeyle uzaklaştırılır ve veya kapatılır. Bu bakından bizdeki siyasi partiler bildik/tipik siyasi partilerden çok devletin öteki kurumları gibidir. Oysa geçerli politik sistemde ‘sivil toplumun’, halk sınıfların temsilcisi olması gerekirdi… Böyle bir ikili yapının geçerli olduğu, siyasi partilerin neyi yapıp neyi yapamayacağı önceden belirlenmiş olduğu koşullarda, siyasi partiler de temel meselelerle ilgilenmek, onlara çözüm bulmak yerine, [zira temel meseleler asıl devlet partisinin etki ve yetki alanındadır ve seçilmişlere yasaklanmış durumdadır] kendilerini, ailelerini, yakın çevrelerini zenginleştirmeyi, bu amaçla da bütçeyi ve hazineyi yağmalamayı yeğliyorlar. Şimdilerde siyasi partiler daha çok şirkete benziyorlar, parti başkanları şirketin patronuna, siyasetçiler de siyasetçiden çok profesyonel futbolculara benziyorlar. Profesyonel futbolcuların en çok para teklif eden kulübe transfer olmaları gibi, siyaset erbabı da hükümet kurma potansiyeli olduğunu düşündükleri siyasi partiye transfer oluyorlar. Hükümet olmak demek hazinenin ve bütçenin yağmalanması demek. Dolayısıyla, mantığı ve varlık nedeni itibariyle bir kamu hizmeti olması gereken politik faaliyet, artık bütünüyle varlık nedenine yabancılaşmış durumda…
Böyle bir ortamda kim neyi seçiyor? Parti başkanının [patron] tam bir şirket sahibi gibi her şeyi belirlediği, kimin nereden aday olacağına karar verdiği bir seçimde oy kullanan neyi seçmiş oluyor? Parti başkanının tercihini onaylamış oluyor. Dolayısıyla seçen oy kullanan değil, bizzat şirketin sahibidir. Milletvekillerinden seçildiği ilin sınırları içinde hiç bulunmamış olanlar az değildir ama mahalli seçimler söz konusu olduğunda durum daha da vahim demektir. Vali atar gibi belediye başkanı atanıyor ve buna seçim deniyor… O zamana kadar hiç aktif siyaset içinde bulunmamış ünlülerin milletvekili ve belediye başkanı yapılmak istenmesi de, siyasi partilerin niteliği ve seçimlerin manâ ve mâhiyeti hakkında fikir vermeye yeter. Partiler oy tacirliği yaparak hükümet olmayı amaçlıyorlar ve hiçbir siyasi etiğe ve ilkeye itibar etmiyorlar. Siyaset etiğine külliyen yabancılaşmış bir siyasi faaliyet ne anlama gelir? Bir siyasi partinin başkanı başka bir partiden transfer teklifi aldığında, pılısını-pırtısı toplayıp gidiyor… Bu vahim bir şey değil mi? Neden tartışma konusu yapılıp/mahkûm edilmiyor? Bu politik alandaki çürümenin vahametini göstermiyor mu? Bu koşullarda oy kullanmanın bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Velhasıl ilişkinin yönü seçenden seçilene doğru değil. Böylesi koşullarda seçtiğini sananla seçilen [aslında tayin edilen] arasında ilişki tersliği var demektir…
Durum böyleyken seçimlerin demokratik bir ‘etkinlik’ sayılmas
ı abestir. Bu sirk oyununun demokrasiyle ilgisi bir retorikten ve görüntüden ibarettir. Siyasi partilerin siyasi partiye, siyasi ‘etkinliğin’ siyasete, parlamentonun parlamentoya benzemediği koşullarda, demokrasiden söz etmek ahmakları aldatmaktır. Bunu tam bir ikiyüzlülük ve pişkinlikle ‘milli iradenin tecellisi’ olarak da sunuyorlar. Oysa, birincisi topulumun sınıflara bölündüğü, sınıfsal ayrımın bu ölçüde derinleştiği ve çelişkinin ‘uzlaşmaz nitelik’ taşıdığı koşullarda milli irade diye bir şey mümkün değildir. Aslında milli irade dendiğinde, rejimin siyasi partiler, seçimler ve parlamentoyu içerdiği imâ ediliyor ama bunların biçimsel varlığı başka şey, bir değerinin ve anlamının olmaması başka şeydir. Kaldı ki, bizzat farklı siyasî partilerin varlığı, milli irade [bu arada milli yarar] diye bir şeyin mümkün olmadığının da itirafıdır. Siyasi partilerin varlık nedeni, farklı sınıfsal konumlarının bir sonucu olarak çıkarları da farklı olan toplum kesimlerinin [sınıfların] çıkarlarının savununucu olmalarıdır. Egemen sınıflar ‘kitle partisi’ denilen aracılığıyla bu durumu sulandırmayı başarıyorlar. Sanki kitle partisi denilen tüm toplum sınıflarının çıkarını gerçekleştiriyormuş gibi bir yanılsama yaratılıyor. Bu durum aynı zamanda çok partili denilen sistemin sulandırılması, seçimlerin gerçek amacına yabancılaştırılmasıdır.
Son belediye seçimlerinin bir genel seçim havasında yapılması, seçimlerin nasıl bir ideolojik manipülasyon aracı olduğunu gösterdi. Kaldı ki bizdeki mahalli idareler [yönetimler], gerçek anlamda mahalli [yerel] değildir. Orada da gerçek durum görünenden farklıdır, yerel yönetimlerin göreli özerkliği bile söz konusu değildir. Zaten bir ülkede demokratik düzey bir bütündür. Bazı unsurlar demokratik işleyişten yoksunsa başka bazılarının demokratik olması mümkün değildir. Şimdilerde temsilî demokrasi denilen tam bir sirk oyununa benziyor ve temsil denilen de bir retorikten ibaret. Bu sadece bizde öyle değil, her yerde ‘ileri demokrasi’ denilenlerde de temsil diye bir şey yok [bu eskiden vardı anlamına gelmiyor elbette, zira, tarihsel olarak temsilî demokrasi gerçek demokrasinin önünü kesmek için peydahlanmıştı…]. Kaldı ki seçimler demokrasinin araçlarından sadece biri olabilir. Dört-beş yılda yapılan seçimler demokrasinin gerçekleşmesi demek değildir. Seçenlerle seçilenlerin yakın ve birebir ilişkide olması, seçen/seçilen ilişkisinde ilişkinin yönünün seçenden seçilene doğru olması, seçilenlerin seçenler tarafından her zaman görevden alınabilmesi gerekir. Bir yerel yönetim biriminde yurttaşların alınan her karardan haberdar olması ve o konudaki görüşünü ortaya koyması gerekir. Mesela yerel yöneticiler bir yere köprü yapmayı düşünüyorsa, oraya köprü yapılıp yapılmayacağına dair nihaî kararı yöre halkının vermesi gerekir. Yapılan harcamaların sürekli ilân edilmeli ve harcamalar ve yatırımlarla toplanan vergiler arasında bağ olmalıdır. Aksi halde vergi, vergi olmaktan çıkar ve haraca dönüşür [şimdilerde olduğu gibi.] Kreş mi yoksa üst-geçit mi yapılacağına ya da park mı yoksa termik santral mi kurulacağının kararını da bizzat yöre halkının vermesi gerekir. Bunun için seçimlerin demokratik kurallara göre yapılması ve yurttaşların da gerçekten yurttaş bilinci taşıması ve öyle hareket etmesi gerekir. Eğer insanlar yurttaş bilinci değil de bir tür misafir, sığıntı ya da mülteci bilinci taşıyor ve öyle davranıyorlarsa, orada yapılan seçimlerin bir anlamı ve değeri olması mümkün değildir. Tersinden söylersek demokrasi yurttaşı varsayar. Yurttaşın olmadığı yerde seçimler de dahil, demokrasi adına yapılan her şey, insanları aldatmaya ve oyalamaya yönelik ideolojik/politik bir manipülasyondan başka bir şey değildir.
Yerel yönetimler kamusal hizmetler alanını genişlettikleri ölçüde/kadar misyonlarını gerçekleştirmiş olurlar. Oysa, şimdilerde rüzgar tersinden esiyor. Tüm kamu hizmetleri sözde kendinden menkûl bir ‘etkinlik’ adına özelleştiriliyor, metalaştırılıyor, paralılaştırılıyor… Her şeyin özelleştirildiği, paralı hale getirildiği meta kategorisine indirgendiği koşullarda, belediye yönetimleri ne yapacak, neye yarayacak? Bizzat belediye yönetiminin bir şirkete dönüşmesi, onun gerçek misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşmasıdır. Böylesi bir ortamda seçimler ve ‘seçme eylemi’ yağma ve talana onay vermekten, çürümüş ve çürüten kapitalist sömürü düzenini, asıl adı ‘Ergenekon Cumhuriyeti’ olması gerekeni ‘meşrulaştırmaktan’ başka bir anlam taşıyabilir mi? Acaba medyatik ‘aydınların’, uzmanların, köşe yazarlarının, ‘bilim cemaatinin’, siyaset erbabının bu konuda söyleyecekleri bir şey var mı?