Sol, Devrimci sol Radikal sol Jakoben sol Anarşist sol Otonomcu sol Reformist sol Sağcı sol Marxist sol Leninist sol Maoist Sol Hocacı sol Castrocu sol Kautskici sol Stalinist sol Troçkist sol Sosyaldemokrat sol Komünist sol Proleter sol Küçük burjuva solu Burjuva solu Köylü sol Şirin sol Milliyetçi sol Devletçi sol Sol liberalizm Demokratik sol Kürt […]
Sol,
Devrimci sol
Radikal sol
Jakoben sol
Anarşist sol
Otonomcu sol
Reformist sol
Sağcı sol
Marxist sol
Leninist sol
Maoist Sol
Hocacı sol
Castrocu sol
Kautskici sol
Stalinist sol
Troçkist sol
Sosyaldemokrat sol
Komünist sol
Proleter sol
Küçük burjuva solu
Burjuva solu
Köylü sol
Şirin sol
Milliyetçi sol
Devletçi sol
Sol liberalizm
Demokratik sol
Kürt solu
Türk solu
Alman Solu vs.
Sol antinomik bir kavram, yani çelişki kavramı, mücadele kavramı, karşıta ihtiyaç duyan bir kavram, kısacası toplumsal politik süreçte diyalektik bir kavram. Bu diyalektiğin diğer kutbu sağ. Soldaki çeşitlilik, sağda da sol da olduğu kadar olmasa da mevcut. Sağda birlik temelleri daha sağlam, çünkü sağ değişim hareketinin değil, korumacılığın ve düzenin adı. Geçmiş tarihlerin egemenlik bilgisi ve deneyi, toplum yöneticiliğinin her şekli ve her şeyden önce de cisimleşmiş olan devlet ve ekonomi düzeni sağın tartışmasız direkleri. Cisimleşmiş bu düzenlerin gücü ise, sağın gücünün maddi temeli. Sol ise farklı. Bir değişim kavramı olarak, kendi içinde de sürekli değişen geniş bir yelpazenin adı. Bazen bir hastalık diye adlandırılan bölünme, solun değişim özlemlerinin değişkenliğinin sesi olmasından kaynaklanıyor. Yine solda başından itibaren sağda olmayan bir özellik, onun kendi içerisinde sürekli bölünerek çeşitlenmesini ve dolayısıyla çok parçalı olmasını beraberinde getirmiştir: bu da onun evrenselci özelliğidir. Bu özelliği dolayısıyla küresel gelişmelerden sağa nazaran daha çok etkilenir. Yani evrenselci sol, değişim mücadelelerinin sınırları aşırı geniş adı olduğundan toplumlardaki ve evrensel ilişkilerdeki değişimlerden daha hızlı etkilenir.
Bürokratik reel sosyalizmin çözülmesi ile birlikte kapitalist üretim biçimi ve pazar ekonomisi temelinde yükselen burjuva düzenin artık tartışmasız bir şekilde “tarihin sonu” (Francis Fukuyama) olduğunu ve insanlığın tarihinde bulabildiği en iyi yanıta denk düştüğünü iddia edenlerin sayısı oldukça artmıştı. Özellikle ABD’de yeni sağ diye adlandırabileceğimiz azgın bir pazar liberalizmi ile radikal bir muhafazakârlığı birleştiren düşünsel-kültürel ve siyasi akımın ideologları tarafından geliştirilen ve hızla dünya çapında yankı bulan bu teze göre, artık Pazar ekonomisi düzeninin alternatifi tarih sahnesinden yok olmuştu. Kendi içindeki çeşitliliği ile sosyalizm kavramı altında toparlayabileceğimiz bu alternatif iflas etmişti ve aslında kapitalizmin çocukluk döneminin bir hastalığıydı. Olgunlaşan kapitalizm ise artık radikal karşıtlarını üretmeyen, ekonomide ve siyasette bölücülük yerine uzlaşmacılık mekanizmalarına oturan ve dolayısıyla tarihsel olgunlaşma aşamasına gelmiş evrensel bir düzendi. Bu tezin en radikal savunucuları ise, özellikle ABD hükümetlerinin sürekli danışmanlığını yapmış olan think-thank’lerin küresel meşhurluğa sahip “bilim adamları” Francis Fukuyama ve Samuel Huntington olmuştur. Bunlara ve özellikle sonuncusuna göre günümüzün çatışma tiplemesi değişmiştir. Ortaçağda derebeyleri ve krallar arasındaki belirleyici çatışma tipi daha sonra ulusal devletler arasındaki savaşlara bırakmıştı yerini. Özellikle 1917 Ekim Devrimi ile birlikte ulusal devletler arasındaki savaş, yerini sağ-sol, sosyalizm-kapitalizm ideolojileri arasındaki çatışmaya bırakmıştı. Günümüz dünyasında ise ideolojiler çağı kapanmış, yerini medeniyetler arası çatışma, kültürler arası savaş almıştır. Harvard üniversitesi stratejik araştırmalar enstitüsü başkanı Huntigton’un çağ tespiti budur.
Sol ve sağ kavramlarının artık açıklayıcı olmadığını iddia eden tek akım, neokonservatif akım olmamıştır. Blair Labour’unun danışmanlığını yapan düşünür Anthony Giddens ve çevresindekiler, sosyal demokrasi hareketinin kendisini yenilemesi gerektiği belirlemesiyle sağ ve sol ayrımının artık önemini kaybettiği doğrultusunda bir söylem ve uluslararası etkiye sahip bir tartışma geliştirmişlerdir. Bu tartışma, kendisini “üçüncü yol” stratejisi olarak sunmuştur. Giddens bu değişikliğin en önemli tespitini şu cümle ile yapmıştır: “Eski sosyal demokrasi hakları … zorunlu haklar olarak görmüştür. Artan bireyselleşme ile birlikte bireylerin zayifelerinin de artması gerekiyor” (Anthony Giddens, Der Dritte Weg. Die Erneuerung der sozialen Demokratie, Frankfurt am Main 1989, S. 81). Bu söylemin siyasal sahneye yansıması, Blair-Schröder tezleri diye bilinen ve sosyal demokrasiyi “üçüncü yol” tezleri doğrultusunda yenilemek gerektiğini anlatan çağrı belgesidir. Üçüncü Yol ve Yeni Orta politikası (bu kavram strateji değişikliğinin politik dili açısından önemlidir: Sosyal demokrasi eskiden Ortanın Solu olmak isterdi, artık Yeni Orta olmak istiyor), söz konusu bu belgede eski sosyal demokrat değerleri yeni liberalizme teslim eden şu kavramları vurguluyor:
“Kişisel başarı ve verim, teşebbüs ruhu, sorumluluk bilinci ve cemaatçilik güçlendirilmelidir… sık sık haklar ödevlerden yüksek görülmüştür, insanlara ödevleri hatırlatılmalıdır… Pazarın güçlü yönleri unutulmuştur… Esneklik gereklidir… Devlet harcamalarının kısıtlanması zorunludur… Toplum başarılı işverenleri onaylamalıdır… firma kurmak kolaylaştırılmalıdır… iş piyasasında düşük ücretli sektörler genişletilmelidir… dünya ticareti liberalleştirilmelidir… vergiler düşürülmelidir… emek pahalıdır… işverenler için emeğin masrafları düşürülmelidir” (Schröder-Blair metni). Bu kavramlar, sosyal demokrasi içerisindeki dönüşüm tartışmalarının etkisiz köşe taşları değildir. Almanya örneğinden hareket edecek olursak milyonlarca emekçinin ve işsizin, sosyal yardım alanın ve emeklinin, kadınların ve çocukların giderek daha fazla yoksullaşmasını sağlayan uygulanan sosyal demokratik-yeşil programın ideolojik gerekçesidir. Agenda 2010, sağlık reformu, emeklilik reformu, işsizlik reformu, iş piyasası reformu vs. adları altındaki programların adıdır. Tarihte ilk kez reform kavramı, var olan durumdan bir adım daha iyileştirmeyi değil, tersine var olan durumun geriye çevrilmesinin adı haline gelmiştir. Reform, kelimenin gerçek anlamı itibariyle re-aksiyon şekline dönüşmüştür.
Sosyal demokrat akım, kendi içerisinde çeşitli olsa ve örneğin Avrupa’nın güneyi ile kuzeyi arasında farklılık arz etse de, bugün bu akım içerisindeki belirleyici ideolojik-politik nehir, eski sosyal demokrasiyi belirleyen ilkeleri büyük ölçüde terk etmiştir: Yeni strateji, bölüşüm politikaları aracılığıyla sömürülen ve ezilen kesimleri kapitalist topluma kazandırmak, sosyal hakların genişletilmesinin sözcülüğünü yapmak ve bireysel özgürlükleri savunmak yerine, sosyal hakların budanmasını örgütleyen, zorunlu dayanışma yoluyla bireyin özgürlüklerini kısıtlayan, ayak bağlarından kurtulan kapitalizmi ehlileştirmek yerine onun vahşileşmesine aracılık yapan otoriter-bürokratik bir çizgi haline dönüşmüştür. Bu çizgi, eski sosyal demokrasiden iki temel noktada kopmuştur: Birincisi sosyal vatandaşlık haklarının zorunlu haklar olmadığı fikri ile sosyal devlet düşüncesinin aşağıdan yorumlanış tarzı terk edilmiştir. İkincisi toplumu cemaat olarak kurgulayan ve cemaat olarak topluma öncelik veren çizgi ile özgürlüğün salt liberal yorumu bile terk edilmiştir. Sosyal demokrat yenilenmenin kapitalizm tarihine hediye ettiği tek gerçek yenilik, “Ich-AG” ideolojisidir de
nilebilir. Birey, salt kapitalist teşebbüsçüye indirgenmiş, kapitalizmin hükmetmekte her zaman zorlandığı “ben”, doğrudan kapitalist şirket şeklinde örgütlenmeye çalışılmıştır.
Sağ-sol ayrımın ortadan kalktığı, günümüz dünyasını açıklayamadığı, eski çağın koordinat sistemine ait olduğu doğrultusundaki güçlü akıma üçüncü destek, SSCB güdümlü komünist partilerin hızla kabuk değiştirmeleri sürecinden gelmiştir. Resmi ideolojileri itibariyle kendilerini 70 yıllık reel sosyalizm tarihi boyunca kapitalizmin baş düşmanı olarak tanımlayan bu partilerin kadroları, çok hızlı bir şekilde yenilenme adına yukarıdaki tezleri üstlenmişler, partilerinin adlarını özellikle Doğu Avrupa’da sosyal demokratlaştırmış ya da liberalleştirmişler, pazar ekonomisinin alternatifi olmadığını savunur olmuşlardır. Söz konusu akımlardaki bu büyük dönüşüm, tek başına Gorbaçov çizgisinin mantıki bir sonucu değildir, çünkü Gorbaçov çizgisi en azından ilk gündeme geldiğinde sosyalizm temelinde bir yenilenmenin sesi olmak istemiş ve kısmen Ekim Devrimi’nin sovyet fikri gibi kaybolan değerlerine atıfta bulunmuştur. Komünist partiler ve bunların önemli sayıdaki kadroları ise, hızlı bir değişim ile sosyalizme ait tüm temel kavram ve felsefelerden uzaklaşmışlar, hızla kapitalizmin siyasal sahnesindeki liberal, sosyal demokrat ve hatta muhafazakar akımlara, mistisizme ve dinciliğe eklemlenmişlerdir. Her dönme de (dönek değil, dönme kavramını kullanıyorum) gözlemlenen aşırı gayretkeşlikle, kapitalizmin demokratik ve liberal rejimlerinin en hızlı savunucuları haline gelmiştir. Biliyorsunuz Yahudi Saulus İsa’nın yaveri haline gelince, Hıristiyanlığın en katı ve dogmatik savunucusu haline gelmişti. Bildiğim kadarıyla 70 yıllık sovyetvari kominist partilerden geriye kala kala aşırı otoriter, Rus milliyetçisi, devletçi ve kalkınmacı Syuganov’un Rus Komünist Partisi ile Avrupa komünizmi süreci ile hızla reformistleşmiş olan etkisiz bürokratik Fransız Komünist Partisi kaldı. En azından kayda değer olanları bunlar. Çin ve Küba’da ise sağ-sol ayrımı zaten yok, sadece yüzde yüz oy birliği ile karar veren Komünist Parti’ler var. Ancak Çin ve Küba örnekleri, kendi özellikleri olan ve dolayısıyla ayrıca tartışılması gereken konular. Burada ise buna girmek zaman dolayısıyla mümkün değil.
Sağ-sol ayrımının ortadan kalktığını iddia eden diğer bir düşünsel-kültürel-politik akım da postmodernizm. Bu akım yukarıdaki dönüşümlerde fikirsel olarak önemli olsa da ayrıca anılmasında fayda var, çünkü kendi içerisinde karmaşık ve çeşitli olduğu kadar salt siyasal bir akım da değil. Postmodernizmin en önemli iddiası, modern çağa ait olan tüm kavram ve kamplaşmaların globallik çağında önemini ve açıklayıcılığını yitirmiş olması tezi. Bizi ilgilendiren boyutuyla bunun anlamı, sağ-sol kutuplaşmasının geçmiş tarihe karıştığı, sınıflar mücadelesinin bittiği, en azından belirleyici mücadele ekseni olmadığı, proleterya ve burjuvazi kavramlarının günümüz dünyasını açıklamadığı, metropoller ve geri bıraktırılmış ülkeler farkının silikleştiği, iktidarın yoğunlaştığı merkezin olmadığı, insan yaşantısının her boyutuna dağıldığı, tek bir toplum, tek bir kimlik, tek bir kültür, tek bir iktidar, tek bir ekonomi, tek bir alternatif olmadığı söylemi. Çok kültürlülük, çok kimliklilik, azınlık hakları vb. gibi söylemleriyle geçmişin kalıpçı yaklaşımlarını aştığı düşünülen postmodernist söylem, sağdan çok solu etkilemiş vaziyette. Bu da anlaşılabilir bir durum: Kapsamlı bir yenilgi sürecinden geçen sol bireyler, yenilgilerinin nedenlerini açıklama çabası yerine, kurtuluşu kendi kalıpçı solcu hayatlarını çeşitlendiren ve dolayısıyla kendilerine soluk alma şansı sunan belirsizlikler dünyasında görüyorlar. Bu akımın siyasal, felsefi ve toplumbilimsel temelini oluşturan en önemli düşünürler ise, poststrüktürelizmden evrilen Fransız düşünürler (Foucault, Deleuze, Derrida) olurken, postkolonyalist diskursun teorisyenileri (Bhabba vs.) de anılmak zorundadır.
Dünya çapındaki bu siyasal-kültürel kaymanın ise elbetteki politik ekonomisi var. Bu politik ekonomiyi kısaca başlıklar halinde şöyle özetleyebiliriz:
– Ehlileştirme stratejisinin temeli olan fordist düzenin krizi:
1. İş süreçlerinin taylorist örgütlenmesi ve standart tüketim maddelerinin üretime dayanan bu birikim modeli, hem toplumda hem de doğada geniş üretim rezervlerini devreye sokmuş ve düzenli bir ekonomik büyümeye yol açmıştı.
2. Bu kitlesel tüketimin ön koşulu olan ücretlerin yükselişini mümkün kılmıştı.
3. Ücretlilerin alım güçlerinin yükselmesi, yeni pazarlar açılmasını sağlamış, yeniden üretim süreci sermayenin birikim sürecinin bir parçası haline gelmişti.
4. Bu ise toplumsal yapıların ve değerlerin, sosyal ilişkilerin ve yaşam tarzlarının değişimine yol açmıştır. Ev üretimi, küçük çaplı üretim, küçük köylülerin ve zanaatkârların üretimi büyük ölçüde çökmüştür. Sermaye büyük çaplı bir iç kolonileştirme hareketine girişmiştir. İç pazar genişletilmiş ve derinleştirilmiştir.
5. Toplumun baştan aşağı kapitalistleştirilmesi, ücretli emeğin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Kişisel hizmetler, kapitalist hizmet sektörüne dönüştü.
6. Bu ücretliler sınıfının iç yapılanmasını değiştirdi. Eskinin zanaatkar ve kalifiye ustasının yerini, kalifiye olmayan kitlesel işçi orduları aldılar.
7. Fordizmin aile modeli, babanın düzenli ve ömür boyu bir işte çalıştığı, kadının yeniden üretimden sorumlu olduğu ortak tüketim üzerine kurulu küçük aileydi. Bu dönemde kadın kitlesel olarak kapitalist üretimin devresine sokuldu.
8. Fordist düzenin doğa temeli, onun pervasızca katlidir. Sınırsız doğa kirliliği kuraldır: Örnek: arabalaşma, petrol tüketimi, hava kirliliği kör üçgeni.
9. Geleneksel üretim tarzlarının çöküşü ve kapitalistleştirilmesi, yeni rizikoları yarattı: İşsizlik, yaşlılık, hastalık, çocukluk tehlike haline geldi. Bu durum sosyal güvenlik sistemlerini gerekli kıldı. Bu sistemler hem işçileri çalışabilir durumda tutmaya hem de kitle tüketimini ve dolayısıyla pazarları stabilize etmeye hizmet etti.
10. Fordist düzen kapitalist sınıf çelişkilerinin merkezi devlet aracılığıyla kurumlaşmasına dayanıyordu. Sosyal partnerlik ideolojisi, militan sınıf mücadelesini geri plana itti.
11. Yine devlet bu dönemde önemli yapısal dönüşümler geçirdi: Keynezyen devlet sosyal alanda, büyüme, araştırma ve eğitim, sanayi ve konjonktür politikası ve kültür sahasında sübvansiyon ve yardımlarla geniş çaplı bir düzenleme sistemi geliştirdi. Güvenlik devleti: hem “refah” devleti anlamında hem de “bürokratik kontrol, denetim ve şiddet aygıtı” anlamında.
12. Bu gelişmelerin siyasal sahneye yansıması, sınıf partileri yerine “kitle” yada “halk” partilerini doğurdu. Bu partiler ideolojik açıdan net olmayan, maddi bölüşümü örgütleyen bürokratik aygıtlardır.
13. Fordist dönem, aynı zamanda toplumun büyük korporatist örgütlenmelere bölündüğü bir dönemdir. Toplumun her alanına müdahele eden bir devlet, bürokratik kitle partileri, sendikalar, işveren, köylü, doktor, mühendis, memur çıkar gruplarının örgütleri vs.
Toplumsal bölüşüm kavgasının siyaset sahnesinde düzen içi sağ-sol ayrımına izin veren, düzen dışı sola karşı ise barikat çeken bu fordist düzen, belli b
ir süredir derin bir krizdedir. Kimilerine göre artık postfordizm de, kimilerine göre ise transnasyonal kapitalizmde yaşıyoruz. Nasıl kavramlaştırırsak kavramlaştıralım, bazı temel gelişmeleri ve dönüşümleri göz ardı edemeyiz:
1. Kapitalizm hem toplumsal hayatın tüm hücrelerinin şifreleyicisi hem de globalleşen dünyanın kodu haline gelmiştir. Bu ne demektir: Artık değer artık sadece fabrikada değil, bilimsel-teknolojik-iletişimsel tekniklerin gelişimi sonucu toplumsal hayatın bir çok alanında üretilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla sömürü ve karın gerçekleştirildiği alanlar, tek başına fabrika ve pazar olmaktan çıkmış, bir yönelim olarak sömürü tüm topluma yayılmış, tüm toplum ve insan hayatının her alanı fabrikalaştırılmış ve pazarlaştırılmıştır. Bu sanayi proleteryasının devrim teorisindeki öncü rolünü sorgular bir gelişmedir ve sınıfların bileşimi ve güçler dengesiyle ilgili yeni kapsamlı ekonomik ve siyasi analizleri zorunlu kılmaktadır. Kadın emeğinin kapitalist birikim sürecinin devresine sokulması, toplumsal kalıpları (aile vs.) yıkmıştır. Bilgisayarlaşma üretimin ademi merkezileştirilmesini, esnekleştirilmesini, emek gücünün neredeyse evde değer üretir hale getirilmesini mümkün kılmıştır.Yine metropollerde hızlı bir üçüncü dünyalaşma, üçüncü dünyada hızlı bir kapitalist adalar oluşumu şeklinde yaşanan küreselleşmenin yeni boyutu kapitalizmi dünya sistemi haline getirmiştir. Bu durum ise milli kalkınmacı, modernleşmeci, izolasyonist, yerel değişim stratejilerini tartışmalı hale getirmiştir.
2. Bilimsel-teknolojik-iletişimsel sıçrama, işsizlik oranını alabildiğine yükseltmiş, emeğin verimliliğinde artış aynı zamanda bir gerileme olarak gündeme gelmiştir (bugün her metadaki emek gücü oranı alabildiğine azalmıştır). Sermayenin kar oranlarındaki eğilimsel düşüş, artmıştır. Sosyal giderler yüksek emek verimliliğinden finanse edilemez hale gelmiş, bölüşüm mekanizmaları ve sübvansiyonlar kar oranları üzerinde baskı oluşturmuştur.
3. Üretim sektöründeki kar oranlarının düşüşü, spekülatif sermaye pazarında müthiş bir patlamaya yol açmıştır. Bugün “casino kapitalizmi” denilen finans sermayesinin tam egemenliğine yol açan bu gelişme, giderek yatırımlarda düşüşü ve işsizliğin büyümesini sağlayan önemli bir gelişmedir.
4. Casino kapitalizminin diğer bir yüzü, toplumların iletişim ve kendilerini ifade etme süreçlerinde gözlemlenmektedir. Medyada alabildiğine bir çeşitlenme ve özelleşme, çeşitlileştiği ölçüde ideolojik tekleşme, ezilenlerin olanaklarını korkunç derecede azaltmıştır. Dünya tam bir şov sirki haline getirilmiştir. Hızla değişen fetişler dünyasında, tek egemen fetişizm olduğu için geleneksel değerlerde büyük bir erozyon yaşanmaya başlanmıştır.
5. Bilimde, kültürde, felsefede, dinde, ahlakta sadece kapitalist toplumsal kodlanmaları sonucu değil, kendi iç çeşitlenmeleri ve rekabetleri sonucu da disiplinlerin çözülüşü ve tanınamaz hale gelmeleri süreci başlamıştır. Bilim, eğitim, kültür artık pazar ekonomisinden kısmen korunan alanlar olmaktan çıkmıştır.
6. Dış kontrol süreçlerinin yerini iç kontrol süreçleri almıştır, bu da yetmediği için toplumlar tam bir kontrol toplumuna dönüşmüştür. Her köşede görebileceğiniz kameralar bunun sadece bir sembolüdür.
7. Küreselleşmenin yeni aşamasında ulusal devletlerin rolünde değişme gözlemlenmektedir. Tarihsel işlevlerinin bir bölümünü uluslararası örgütler ve yapılar üstlenmektedir. Birleşmiş Milletler, G8, IMF, GATT, uluslararası yargı kurumları, AT vs. bunların örnekleridir. En önemlisi ise, ulusal devletin kimi işlevlerini uluslararası tekellerin almış olmasıdır.
8. Bu gelişmeler çoğu kez sunulduğu gibi politikanın dışında işleyen doğal süreçler değildir. ABD’den başlayarak yeni liberal politikalar, bu gelişmelerin başarısında doğrudan rol oynamışlardır.
Sağ-sol ayrımının önemini yitirdiği doğrultusundaki temel iddianın ardında yatan diğer önemli faktörler ise şunlardır:
1. SSCB ve etrafındaki kamp ile birlikte iki kutuplu dünyanın çözülmesi (ki çoğu zaman kapitalizmin zaferi diye çarpıtılır), uluslararası siyasal dengeleri krize sokmuş, bir kaç kutuplu bir dünyaya doğru evrimin önünü açmıştır. Her ne kadar ABD hegemonyası özellikle askeri ve ekonomik alanda sürüyor olsa da, çelişkilerin karmaşıklığı daha bir açıklık kazanmıştır.
2. Geri bıraktırılmış ülkelerdeki antisömürgeci, sosyal kurtuluşçu hareketlerin tamamı iflas etmiştir, yapılan devrimler birbiri ardına ya basit bir kalkınmacı diktatörlüğe dönüşmüş ya da hızla kapitalizme doğrudan eklemlenmiştir.
3. Kapitalizmdeki tarif edilen gelişmelerin emperyalizm dönemini geride bıraktığımız, ideal tüm emperyalizm veya imparatorluk aşamasına geçtiğimiz tezlerini doğurmuştur. Bu tezler eşliğinde ABD’nin ayrıcalıklı rol oynadığı yeni dünya düzensizliği sistemi, müdahalelerini artık iç müdahaleler, polisiye önlemler olarak sunmaya başlamıştır. Emperyalizm tarihinde sürekli görülebilen insan hakları emperyalizmi, demokratik emperyalizm, baş düşman olarak solu değil, evrensel terörizmi ilan etmiştir. Direnişin her türlüsü artık sadece terörizmdir.
4. Dünya çapında sendikalar ve sol hareket büyük bir kriz dönemi yaşamaktadır. Bu kriz döneminin en önemli belirtisi, değişim mücadeleleri yerine savunma mücadelelerinin geçmiş olmasıdır. Her yenilgi döneminde olduğu gibi belki de tarihinin en kapsamlı yenilgisini yaşamış olan işçi sınıfı ve emekçi hareketleri, büyük ölçüde bir sorgulama dönemine girmişlerdir. Bu dönemin tüm sosyal mücadelelerdeki büyüme belirtilerine rağmen geride bırakıldığı söylenemez.
Tüm bu gelişmelerden sonra sağ ve sol kavramları üzerine yeniden düşünülmesi anlaşılabilir bir durumdur.
“Sol nedir” sorusu, sol kavramının ortaya çıktığı günden bu tarafa tartışılan bir konudur. Sol kavramının ortaya çıkışı aslında, “kıç” coğrafyası ile ilgilidir. Fransız devriminden sonraki restorasyon (karşı devrim) döneminde 1814’den sonra Fransız parlamentosunda başkan gözüyle sağda oturanlar mevcut düzeni korumak isteyen muhafazakar “sağcılar”, solda oturanlar ise devrimci ve reformcu fikirlere sahip düzen karşıtlarıdır. Sol kavramı ilk kez burada oluşmuştur.
O tarihten bu tarafa sağ ve sol şemasının dışına çıkmak gerektiğini düşünen bir çok kişi ve hareket görülmüştür. Bunların son dönemlerdeki en önemlileri, 1970’li yıllarda kurumlaşmaya başlayan yeşilciler hareketidir. Yine daha sonra barış hareketleri, bu kavramları sorgulamış ve başka bir şey olmak gerektiğini düşünmüşlerdir. Ancak geçen dönem içerisinde bu şemayı terk etme girişimleri, ham hayal olarak ortaya çıkmışlardır. Örneğin yeşiller artık yeşil pazar ekonomisi programlarıyla normal bir ‘burjuva’ partisi haline gelmiş, Yugoslavya ve Afganistan örneğinde hatta bir savaş partisine dönüşmüşlerdir.
Sağ ve solu “kıç coğrafyasına” indirgemek, bu nedenle doğru değildir. Daha çok toplumsal içerikleri ile ilgilenmek gerekir.
Pekala, siyasal yaşamın “sağ” ve “sol”a ayrılması toplumsal boyutu itibariyle nereden kaynaklanmaktadır? Bu soruya cevap verilirken genellikle izlenen yol, düşünce tarihi yolu olmaktadır. Ancak bu yol, sağ-sol ayrımının toplumsal içeriğini anlamamıza izin vermemektedir. Yorumun daha çok yapısal olanla, demokra
tik ve sosyal çatışmanın formasyonu ile ilgilenmesi gerekir. Modern toplumlar tarihinde ikili şemalar oluşmuştur. Bu şemaların öncüllerini 17. yüzyıl İngiltere’sindeki muhafazakar Tories ve liberal Whings’lerde, 1730’lu yılların İsveç’indeki “hoterliler” ve “şapkalılar” da bulabiliriz. Bu tür dualizmlerin içeriği 1789 Fransız devrimi ile birlikte radikalleşmiş ve düzenin korunması ile yıkılması arasındaki ikileme dönüşmüştür. Ama o dönemde de sol ve sağ kavramları kullanılmamaktadır: Daha çok radikal devrimcilerden oluşan “dağ partisi” (la montaigne) veya ılımlıları anmak için “vadiden” veya polemik yapılarak “çölden” bahsedilmiştir. Daha sonra 1814’ler sonrası sağ ve sol parlamentoda oturma düzeni olarak oluşmuştur. Solda oturanlar Cumhuriyetçiler, sağda oturanlar ise monarşistlerdir. Bazı ülkelerde halen tam sağ-sol şeması bulunmamaktadır. Mesela İrlanda’daki akımları açıkça sağa veya sola yerleştirmek zordur. ABD’deki Demokratlar ve Cumhuriyetçileri de. İran’daki muhafazakâr ve ılımlı reformcuları da…
Sağ ve sol ayrımının altında yatan toplumsal dalga, toplumdaki çelişkilerin antagonist karakterinin keskinleşmesi olmuştur. Elbette ki bu doğal bir süreç değil, toplumsal-siyasal demokrasinin gelişimde üretilen, toplumsal antagonizmanın siyasal boyutta ya böyle ya şöyle tarzında yeniden üretilmesidir. Cumhuriyet ya da monarşi mücadeleleri büyük ölçüde tamamlanıp, parlamentarist demokrasi ya da aristokratik yönetim mücadelelerinin yerini ulusal mücadelelerin ve ardından sosyal mücadelelerin almaya başladığı dönemde sağ-sol şemasının içeriğini belirlemek giderek güçleşmiştir. Daha 19. yüzyılın sonunda düalist şemaların dışında “üçüncü yol” gerekli diyenlerin sayısında bir artış gözlenebilir. Bu hareketler arasında ni droite, ni gauche diyen Avrupa faşizminin öncülleri de vardır. Ama “üçüncü yol” diye gündeme gelen faşizmin, Avrupa sağının zirvesini oluşturduğu kısa süre sonra anlaşılmıştır.
Sağ ve sol ayrımını vücut politikasında da izlemek mümkündür: Sağın ve solun ideal vücut tiplemelerini incelediğimizde karakteristik farklar görürüz. Sağ vücut kaslı, erkeksi vücut resmidir. Daha soyut olan “saf ırk”, “organik” veya “korporatif” devlet, bu vücut tiplemesinden hareket eder. Devletin “vücudunu” ise, sert, enerjik, politik atlet olan lider temsil eder. Solun vücut tiplemesi, sağın politik mitolojisindeki vücuttan farklıdır. Sol vücut daha çok asketiktir, kültürel açıdan disipline edilmiştir, sol, vücut pazarlamacılığını, kas estetiğini eleştirir. Fanatik spor taraftarlığı daha çok sağa yönelir, spor eleştirisi ise sola. Sağ militaristtir, üniformaya tapar, vücudun hareket tarzı olarak askerlerde gözlenen “dikliğe”, “sertliğe” tapar. Gerçi solda da askeri hareketler ortaya çıkmıştır, ama her defasında sol içerisinde eleştiriye uğramış ve kendilerini meşrulaştırmak zorunda kalmışlardır. Cinsler arasındaki ilişkiler boyutunda da sağ ile sol farklıdır: Erkek birlikleri, tipik sağa ait kurumlardır. Feminizm ise sola yönelir. Sol kadın-erkek eşitliğini vurgular, sağ ise kadın-erkek farklılığını mutlaklaştırır. Sol, cinselliği ve aşkı özgürleştirmek ister, sağ ise bu alanları kadını disipline etmenin ve erkek egemenliğine hapsetmenin sahası olarak görür.
Tevrat ve İncil’de şöyle cümleler sık sık bulunabilir: “Efendi, sağ elin büyük kerametler yaratır; Efendi, sağ elin düşmanları yendi”. Sağın önceliğini Kuran’da da, meleklerin oturma düzenlerinde de bulabilirsiniz. İyilik meleği sağ omuzda, kötülükleri kaydeden melek ise solumuzda oturur. (Sağ elin kullanımı da farklı betimlemelere tanık olmuştur, sol el ise teorik eldir, denge eli, kurtarıcı el).
El burada aslında, yapmanın ve davranışın, yani şiddetin ve iktidarın sembolü olarak kullanılmak istenmektedir. Sağ-sol düalizmi burada modern siyasal düalizm olarak göstermektedir kendisini. Hemen hemen tüm ülkelerde sağ sola nazaran daha uzun süre hükümette kalmıştır. Solun klasik rolü, muhaliflik olmuştur. Sağ, “icraatçı” insan, menajer, asker, şef, “iş yapan” betimlemelerini idealize eder. Sağ, insanların başka insanlar üzerindeki iktidarını, insanların objeler ve şeyler üzerindeki iktidarını yüceltir. Böyle olunca sola “engelleyici”, “frenleyici” suçlamasını yapar. Sol ise iktidar karşısında mesafelidir. Gerçi reform ister ve hatta total değişim olan devrimi ister, ama genelde iktidarı istemez. “İktidarı alma” konsepti daha çok sağdır, devrim ve isyan ise daha çok sol. Yani sol kavramının ilk anlamı, devrimci bilince sahip isyancı bir sınıfın ürünü değildir, muhalefete itilip parlamentoda oturacakları yeri bile kendileri belirleyemeyenlerin ismidir. Elbette sol tarihte ortaya çıkan, bürokratik sosyalist iktidar ile bürokratik sosyal demokrasi “betonu” ve şefliği görmezlikten gelinemez. Ama Stalin bile reel sosyalist bürokrasinin en çok kan döktüğü dönemde dahi, iktidarı sol adına meşrulaştıramamış, devlet tapınmacılığı geliştirememiş, onu bir çeşit geçiş dönemi zorunluluğu olarak sunmak zorunda kalmıştır. Bu da iktidar düşmanlığının soldaki derin kökenlerine işaret eder. Klasik Prusya sosyal demokrasisi, devletçi bir sosyalizm modeli sunmuştur, buna August Bebel’in “trenyolu sosyalizmi” demek de mümkündür. Lenin, proletarya diktatörlüğü yorumu ile, yani “Alman postasının” işleyişiyle kıyasladığı kalkınmacı sosyalizm ile, Rosa Luxemburg’un daha devrim anındaki eleştirisini neredeyse haklı çıkarmak için elinden geleni yapmıştır: Rosa Rus devrimcilerine mektubunda devrimi selamladıktan sonra Lenin’in parti modelinin sonuçta genel sekreterin mutlak egemenliğine dönüşeceğini iddia ederek, bunun proleter demokrasiyle alakası olamayacağı konusunda uyarmaktadır. Öncü partisi modeli, partiyi işçi sınıfının temsilcisi, merkez komitesini partinin temsilcisi, politbüroyu merkez komitesinin temsilcisi, genel sekreteri de polit büronun tek egemeni yapacaktır demektedir. Bugün reddedilemez ki tarih, Rosa’nın söylediği doğrultuda evrilmiştir. Michael Bakunin, “bir yıl çarın yerinde otursak, aynen ona benzeriz” demişti. Brejnev’de, reel sosyalizmin tüm farklılığını göz ardı etmeden söylersek, çara benzer yanların sayısı gereğinden fazla değil miydi? Jelzin ve Putin, 70 yıllık sosyalizm deneyine sahip toplumların yaratabildiği modern çarlar değil midir? Bunda reel sosyalizmin iktidar anlayışının ve kültürünün rolü yok mudur?
Tüm bu farkları, Fransız parlamentosundaki oturma düzeninden çıkarmaya çalışmak yanlış olur, daha çok kökenlerini toplumsal insanların ve siyasi kollektiflerin somut pratiklerinde aramak gerekir.
Yani sağ-sol ayrımı eski bir ayrım. Eski bir ayrım olduğu kadar, bakış açıları ve yönelimleri itibariyle gündelik kavgaları ve karmaşaları aşan bir davranış eminliği yaratan siyasal mücadelenin de önemli bir unsurudur. “Ebedi bir sol” veya aynı şekilde “ebedi bir sağ”ın gerçekten var olup olamayacağından öte, bir çok insanın bilinen ilişkilerde politik yönelime sahip olma ve iki de bir belli olmayan dost-düşman cephelerinde iç savaşa sürüklenmeme arzuları daha önemlidir. Tarihsel tecrübeyi içeren kavramların açık seçik tarif edilmesi, bir kalıpta tanımlanması güçtür. Bu kavramlarda gizli olan diyalektik, zaten onları canlı kılan özelliktir. Bugün sol olarak tanımlanabilecek olan, her zaman sol olmayabilir. Geçmişte sol olan, bugün sol olmak durumunda değildir. Eskiden egemenlik ilişkilerini yıkmaya muktedir olduğu düşün
ülen üretici güçlerin devrimci gücüne tapmak solculuktu, bugün kesintisiz bir ilerleme fikrine inanan kişiyi solcu olarak adlandırmak güçtür. Eskiden sosyalizm adına endüstriyel kalkınmacılığı savunmak solculuktu. Bugün doğanın ve kendileri de doğa olan hayvan ve insanın tahribine yol açan sürekli endüstrileşmeyi savunmak, artık solculuk olamaz. Sağ-sol kavramlarının içeriğindeki bu ve benzeri değişmeler, dışsal ve kavramsal değişmeler değildir, kapsadıkları toplumsal ilişkilerdeki değişiklikten kaynaklanmaktadırlar. Sağ yada sol pozisyon radikalleştikçe, dıştalamalarla çalışır ve kendi tersine dönüşmenin sınırına gelir.
Sol olduğunu düşünen hiç kimse ve hiç bir düşünce, rahata kavuşmayı ve gündeme geçmeyi düşünemez. Tökezlemek, kararı zorlayan engebeli yollarda yürümek solun özelliklerindendir. “Yolumuz engebeli ve …” demiş Türkiyeli parlak solcu… Çünkü solcu, yaşadığı dünya ile aktif ve bilinçli bir ilişki içerisindedir, bu dünyanın sağ düzeni ise, büyük bir insan kitlesini dıştalamaktan yaşar.
Sol, işçi hareketi ile bir ve aynı şey değildir. Gerçi Marx’ın toplum analizi çoğu kez kabul edilir ve kısmen uygulanır, ama toplum eleştirisinin tek biçimi olarak algılanmaz. Sol, eleştirinin ve direniş biçimlerinin daha geniş bir sosyal ve siyasi potansiyelini anlatmaktadır. Lenin’in aşağılayıcı bir şekilde eleştirdiği sol radikalizm, parti disiplininin düşünce yasaklarına karşı otonom düşünme çabasını dıştalamaştı.
Bugün önemli olan, özellikle sol kavramını tarihsel pratiği dolayısıyla ortaya çıkan bir çeşit dıştalama ve polis kavramı olma gölgesinden kurtarmaktır. Sorun, sağ ve sol kavramlarının meşruiyetini sorgulamak değil, sol kavramını zenginleştirmek sorunudur. Sol artık içi boş fikir yığınlarının klasifikasyon aracı olamaz, bugün var olan krizlerden insani çıkış yollarını ifade eden bir kavram haline gelmek zorundadır.
Bugün orijin sol sorular, özgür bireylerin özgür toplumunun kaygısını taşıyan, tüm toplumun ve dünyanın ekonomisi için tasarılar ve planlar üreten, şirket ekonomisi rasyonalitesinin irrasyonalliği karşısında doğayla uyumlu toplumsal üretim-toplumsal tüketim mücadelesi geliştiren somut sorulardır. Bürokratik reel sosyalizmin hiç de rasyonel olmayan plan ekonomisinin çöküşünün ardından, toplumsal planlama fikrinin kendisine güçlü bir saldırı gündeme gelmiştir. Ama bu kısa devre düşünüşün bir örneği olabilir ancak. İleri kapitalist ülkelerde de sürekli plan yapılmaktadır: büyük tekeller, devlet, toplumsal kurumlar, pazar ekonomisinin rasyonalitesine güvenmeyip plan yapmasalar ayakta kalamazlar. Bugün sorun plana karşı çıkmak değil, insan emeğinin en yüksek ürünü olan bilimsel-teknolojik gelişmenin sunduğu toplumsal plan olanaklarının özgür bireylerin özgür toplumu için seferber edilmesindedir.
Özgür bireylerin özgür toplumunun yaratılması mücadelesi ve düşüncesinin adı olması gereken bugünkü sol,
1. doğa-insan-hayvan ilişkisini yeniden kurgulayan,
2. kadın-erkek ilişkisini, cinsler arası ilişkileri özgürleştiren,
3. siyaset, ekonomi, kültür arası geleneksel ilişkileri kökten sorgulayan,
4. şiddet ile kendi arasındaki ilişkiyi kesin ayrımları mümkün kılacak şekilde yeniden tarif eden, toplumsal önermelerini ve pratiğini kurgularken sürekli insanlık tarihinin en büyük barbarlığı olan Auschwitz’in, reel sosyalizm tarihinin karanlık sayfaları olan “temizlik” harekatları ve diğer kitlesel kıyımların öğretilerini göz önünde bulunduran,
5. kendi geçmişinin acımasız teorik ve pratik eleştirisini yapmayı, örgütlenme anlayışı, devrim teorisi, değişimin öznesi teorisini gözden geçirmeyi beceren,
6. siyasi mücadele, ekonomik-demokratik mücadele, ideolojik mücadele ayrımını ve bunun cisimleşmiş örgüt ve kurumlarını sorgulayan, tüm topluma yayılan kapitalizmle birlikte mücadelenin her yerde ve her zaman siyasi, ekonomik ve kültürel-teorik olduğunu kavrayabilen,
7. kendi geçmişinin dıştalama mekanizmaları ile hesaplaşan ve dıştalananların (anarşizm, sosyal demokrasi, troçkizm, eleştirel sol, feminizm, yeşilcilik, mistik sol) gerçeklik paylarını bugünkü mücadelenin teorik-kültürel-siyasi donanımına katan,
8. sorunları kısa yoldan (genellikle şiddet yolundan) çözme basitliğinden kaçınan, Marx’ın özneyi tanımladığı gibi köstebek gibi çalışan,
9. kendisini çoğunluk kararlarıyla kısa vadeli başarılarla avutmayan, somut üretimi mümkün kılmak için zaman kazanmayı farklı görüşleri örtbas etmeye yeğleyen,
10. kendi içerisindeki tartışmalarda ilkesel olarak uzlaşmazcılıktan kaçınan, kilise, cami ve dergahlardaki güçlü kimlik baskısını uygulamayan, politik hedeflerini uzlaşmalara kurban etmeyen,
11. kendi düşüncelerini daha iyi ifade edenlere öncelik tanımaktan korkmayan, yaptığı tecrübeleri ideolojik slogan kalıplarına hapsetmeyen,
12. kendi iç ilişkilerinde ve üretim ağlarında büyüklük kaprislerini affetmeyen, ama bu kaprislerde gizli olan enerjiyi maddi üretime dönüştürmeye çalışan,
13. kendi düşüncesinde ve davranışında bir düşmanı tanımlayabildiği zaman uyanan insanlara güvenmeyen, bunların çalışma grupları içerisindeki en küçük ayrılıkları dıştalama sebebi olarak kullanmalarına izin vermeyen,
14. içerisinden insan emeğinin yok edildiği objektiflik havaları yaratan tüm yaklaşımlara güvenmeyen, bu objektiflik havasının zorunluluk fikrine yol açtığını iyi bilen,
15. politikayı tek kişi olarak yapma, yani her şeyi yaşam hikayelerinden üretme öznelliğine düşmeyen,
16. iktidarın gizlilikten ve ilişkilerin parçalanmasından yaşadığını bilerek üretim sürecini bağ kurma, açık ilişki yaratma, aklını kamuoyunda kullanma gibi niteliklere göre düzenleyen,
17. teorinin, kültürün siyasal praksis karşısındaki özerkliklerini göz ardı etmeyen, onları praksisin özgün bir biçimi olarak kavrayan,
18. siyasal faaliyet koşullarının daraldığı dönemlerde zamanını geçmiş mücadeleleri ve bugünkü olanakları değerlendirerek, bilanço çıkararak geçiren,
19. siyasi mücadeleyi küfür sahası ve matadorlar savaşı olarak değerlendirmeyen, karşıtını dahi ciddiye alan, söylenenleri anlayan, söyledikleri anlaşılan,
20. hiyerarşi ve iktidar ilişkilerini kendi ilişkilerinde doğrudan demokrasiyi yaşatarak en aza indirgemeye çalışan,
21. mücadelenin objektif yükseliş aşamalarında dahi insanların birbirleri ile ilişkilerine dikkat eden, birbirlerini koruyan dayanışmacı ilişkiler içerisinde olmalarına özen gösteren, devrimci dönüşümün öznesinin değiştirilebilecek basit bir faktör olmadığını, özgür ve adil bir toplumun temel belirleyicisi olduğunu hiç bir an unutmayan,
22. mücadele ettiği toplumun kapitalist, seksist, ırkçı ilişkilerinin kendi içerisindeki yansımalarının üzerine giden bir sol olmak zorundadır.
Devrimci özne ve insana gelmişken, konunun başlığı olan sol ve birey ilişkisinin de üzerinde biraz durmakta fayda var.
Sol ve birey arasındaki ilişki, bugün yeniden kurulmak zorundadır. Bu ilişki “her şey devrim için” sloganında özetleyebileceğimiz hızlı mücadeleler döneminde, neredeyse “özgür bireylerin özgür toplumu” şeklinde ifade edilmiş olan komünist toplum- birey ilişkisinin tersine çevrilmiştir. Mitolojik devrim ve kadro söylemlerinde devrimci birey, devrim ve onun partisinin “isimsiz neferine”, devrim mücadelesinde ölen/öldürülen birey, islamdan ödünç alınan bir deyimle “şehite” indirgenmiştir. Bugünkü çarpıtılmış liberal bireycil
iğin eski sol kadrolar ve kitleler içerisinde bu kadar rağbet bulmasının sorumlusu, liberal birey söyleminin gücünde değil, solun bireyi tüketici geçmiş pratiklerinde aranmalıdır. Bireyi sınıfa, sınıfı partiye, partiyi merkez komitesine, merkez komitesini politbüroya, politbüroyu efsaneleştirilmiş tek bir bireye tabi kılan anlayış, ne yazık ki çoğu kez bireyin toplumsal kurtuluş mücadelesi içerisinde zenginleşip olanaklarını artırarak kurtulmasına değil, radikal formüle etmek gerekirse kölelik zincirlerinin rengini değiştirmesine yol açmıştır. Değişen toplumsal olanaklarla kendi istem ve arzularını gerçekleştirme olanakları artan bireyleri, salt siyasete katılım ölçüsüyle değerlendirmiş, bu şekilde siyaset alanlarını da alabildiğine daraltmıştır.
Halbuki Marx toplum-birey diyalektiğini, hiçte cemaatçiliği bireye karşı geliştiren, bireyi toplumun basit bir parçası olarak kurgulayan bir tarzda düşünmemişti. Bir taraftan liberalizmin birey kurgusunu eleştiren Marx, diğer taraftan ayakları havada olan bu burjuva bireyi özgürleştirmeyi asıl hedef olarak belirlemiştir.
Nedir burjuva liberalizminin birey kurgusu? Liberalizm bireyi, toplumsal ilişkilerinden arındırılmış, sosyal olmayan, bireyi ve bireysel çıkarları soyut şekilde toplumun karşısına çıkaran Leipniz’in kör monade’leri gibi düşünür. Bu bireylerin eşit ve özgür doğduğunu ve doğal haklara sahip olduğunu söyler. Kör monade’ler ise, sözde insani egoizmlerinin dürtüsüyle serbest rekabete girişirler ve bu rekabet içerisinde sürekli kendi mutluluklarını artırmak için kıyasıya savaşırken, istemeyerek tüm toplumu ve onun mutluluğunu da yaratmış olurlar. Bu savaşta kaybedenler olursa, en hafif açıklamasıyla beceriksizliklerindendir. Kaybedenlerin varlığını, zeka geriliğiyle, ırk teorileriyle, deri rengiyle, cinsle açıklamaya çalışmış ve halen de çalışan liberal teori kırıntısı da az değildir. Liberalizmin bu bireyi, kapitalist toplumun ekonomik modeline göre oluşturulmuştur. Bu toplumda tek bir sermaye yoktur, birçok sermaye vardır ve bunlar kıyasıya bir rekabet mücadelesindedirler. Feodalizmden burjuva toplumuna geçiş aşamasında hümanist talepler olarak gündeme gelmiş olan liberal bireycilik, burjuva toplumunda gerici bir akıma dönüşmüştür. Özgür bireylerin özgür toplumu istemi karşısında söz de bireyin “hak” ve “özgürlüklerine” atıfta bulunan liberalizm, gerçekte kapitalist bireyin sosyal temeli olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti savunmaktadır. Bugün kimi liberal düşünürler birey-toplum birliğini savunsalar da, bu programların hedefi çalışan bireylerin kapitalist sisteme tam entegrasyonunu sağlamaktan ileri gitmemektedir. Bireylere bugün tanınan tek güç ise, soyut “şans eşitliğidir”.Kapitalist toplumda şans eşitliğinin sistematik bir sinizm olduğu ise, burada açıklanmasına bile gerek olmayan bir dogmadır. Bu yönleriyle muhafazakâr ve yeni muhafazakâr ideolojilerin birey ve toplum kurgularına iyice yaklaşmaktadır. Faşizmde ise birey tamamen toplumun, daha doğrusu toplum adına kurgulanan “organik devletin” kölesi haline getirilmektedir. Alman faşizminin sloganı “sen hiç bir şeysin, halkın her şeydir” olmuştur.
Marx ve Marxçı sol ise birey-toplum ilişkisini farklı düşünmüştür. Birey, Marx’da toplum dışında ve dolayısıyla tarih dışında kurgulanıp sonra tarihe sokulmaz. Birey, doğduğu andan itibaren sosyal bir varlıktır ve ancak toplum içerisinde yaşayabilir. Kendinde yatan potansiyel yeteneklerini ve becerilerini geliştirebilmek için toplumsal ilişkilere ihtiyaç duyar. Bu nedenle sosyalleştirilmiş ekonomi koşullarında Marx, özgür bir birey ile özgür bir toplum diyalektiğini düşünür. Son tahlilde özgür bireyin özgür topluma ihtiyacı vardır, özgür birey ise özgür toplumun denek taşıdır, olmazsa olmazıdır. Günümüzde bireycilik söylemi arttıkça, birey de kaybolmaktadır. Özgür birey ise özgür toplum mücadelesinde kendisini tamamlayabilecek, bugün gerçek olmaktan çok, gerçekleşme potansiyelleri bulunan, ama dumura vurulmuş bir varlıktır. Marx, özgür bireyin doğmasının şartının, toplumsal şartlarda eşitliği sağlamaktan geçtiğini vurgulamaktadır. Buradan hareketle sola eşitlemecilik suçlamasında bulunulmuş, bireylerin görünümleri ve yetenekleri itibariyle farklı olduğu hatırlatılmıştır. Marx bunu her liberal düşünürden daha iyi bilmekte ve anlatmaktadır. Kastettiği eşitlik, tüm insanların birbirine eşitlenmesi değil, tüm insanların kendi potansiyellerini gerçekleştirebilmeleri için eşit toplumsal koşulların yaratılmasıdır. Marx’daki özgür insan tanımı, Aristoteles’in zoon politikon’undan (politik varlık) çok, sosyal zoon (toplumsal varlık) tanımına daha yakındır. Çünkü Marx’ın düşünüşünde politika, özgür toplumun toplumsallığı ve bireyciliği içerisinde erimek zorundadır.
Geçen yüzyılın sol akımlarında ise bireyin otonomisi artırılmak yerine, ne yazık ki çoğu kez kolektivizm ve devrim vurgularıyla daraltılmıştır. Latincede birey (individiuum), bölünmez demektir. Bireyin otonomisine sol içerisinde en fazla saygı duyan görüşler, ne yazık ki ah o şanlı Marksizm-Leninizm değil, anarşizm, eleştirel teori ve solun otonomcu akımları olmuştur. Bugünkü sol bu geleneklerden öğrenerek, birey-toplum diyalektiğinde özne merkezli kurulmak zorundadır.
Devrimci değişim hareketi, aslında sol bir hareket de değildir. Çünkü sol ve sağ kavramları burjuva düzene ait, hatta onun parlamentarist biçiminden çıkan kavramlardır, kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin politik sahnedeki kamplaşmasının adlarıdır. Kapitalizm sonrası eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumu isteyen devrimci değişim hareketi ise, kendisini daha çok o topluma ait özlem ve değerlerle tanımlamak durumundadır. Sol kavramı, bu özlem ve değerleri ifade ettiği ve yeniden somut ütopya haline getirebildiği ölçüde anlamlıdır.