“İsrail Filistinlileri katlediyor, bütün dünya seyrediyor, kimse bir şey yapmıyor…” Ne büyük yalan! Bütün dünya yalnızca seyrediyor olsaydı, İsrail’in bugün bu ölçüde büyük bir vahşeti gerçekleştirmesi mümkün olamazdı. İsrail, Filistinlileri, dünya güçlerinin büyük bir bölümünün, özellikle de ABD, işbirlikçi Arap rejimleri ve Türkiye’nin 2006’dan bu yana yoğunlaşan aktif katkılarıyla katlediyor. AKP hükümetinin sadece son Gazze […]
“İsrail Filistinlileri katlediyor, bütün dünya seyrediyor, kimse bir şey yapmıyor…” Ne büyük yalan! Bütün dünya yalnızca seyrediyor olsaydı, İsrail’in bugün bu ölçüde büyük bir vahşeti gerçekleştirmesi mümkün olamazdı. İsrail, Filistinlileri, dünya güçlerinin büyük bir bölümünün, özellikle de ABD, işbirlikçi Arap rejimleri ve Türkiye’nin 2006’dan bu yana yoğunlaşan aktif katkılarıyla katlediyor.
AKP hükümetinin sadece son Gazze saldırısı için İsrail’e ne gibi katkılarda bulunduğuna bir bakalım. İki yıllık ilginç bir öykü söz konusu…
İsrail, 2006’da önce Gazze’ye ardından da Lübnan’a saldırdıktan sonra 33 günlük başarılı Lübnan direnişi karşısında geri püskürtüldü. Lübnan ve Gazze’nin yakılıp yıkılmasına sessiz kalarak onay veren Birleşmiş Milletler (BM), İsrail’in yenilgisi kesinleşince harekete geçti ve “Lübnanlı direniş güçlerinin silahsızlandırılmasını, Lübnan’ın güneyinin BM Barış Gücü askerlerinin kontrolüne devredilmesini” öngören bir anlaşma dayattı. Topraklarının bir bölümü hala İsrail işgali altında olan Lübnanlılara direnişi yasaklayan anlaşma, İsrail’in “savunma hakkını” ise saklı tutuyor, yani yeni bir saldırı ya da işgale açık kapı bırakıyordu. AKP hükümeti, bu anlaşmanın uygulanmasını sağlamak, yani İsrail’in saldırı ve işgal siyaseti karşısında Lübnanlıların elini kolunu bağlamak için bölgeye gönderilen BM Barış Gücü’ne askeri bir birlikle katılma kararı aldı. Bu birlik görevine hala devam ediyor.
2006 ABD ve İsrail açısından işlerin kötüye gittiği ve Ortadoğu politikasında kimi tadilatlara gitmenin kaçınılmaz hale geldiği bir yıl oldu. Irak direnişi zirve yaptı, Afganistan Iraklaşmaya başladı, Kuzey Kore atom bombası elde etti, İsrail Lübnan’da yenildi, Hamas’ın iktidara gelmesinin ardından Filistin direnişini bütünüyle ezme/bitirme girişimleri başarısız oldu, İran bölgesel bir güç olarak öne çıktı ve hedefte olduğu ilan edilen Suriye kefeni yırttı. ABD ve İsrail’in saldırgan politikası bölgede bir İran-Suriye-Hizbullah-Hamas ekseni oluşturdu. ABD’nin askeri tökezlemesi, düşman ilan edilen devletlerin direnme eğilimlerini güçlendirip karşı eksenler oluşturmalarına yol açınca, ABD örtük/açık müzakerelere başladı. Yeni stratejiye göre İran, Suriye, Lübnan ve Filistin birbirinden ayrılacak; bu ülkelerdeki uzlaşmaya yatkın yönetimler ve fraksiyonlara daha olumlu ve uzlaşmacı yaklaşılacak; Ahmedinejad yönetimi altındaki İran, Hizbullah ve Hamas tecrit edilecekti. AKP hükümetinin Ortadoğu’daki “barış” turları tam da bu arada gündeme geldi. “İsrail-Filistin barışı” için yeni bir yol haritası belirlemek amacıyla Aralık 2007’de ABD öncülüğünde gerçekleştirilen Annapolis görüşmeleri ve AKP hükümetinin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen 2008 İsrail-Suriye barış görüşmeleri bu sürecin ürünleriydi.
AKP hükümetinin aktif katılım sergilemekle övündüğü Annapolis konferansı, düpedüz, Filistin’de direnenleri tecrit edip teslim olanları meşru temsilci ilan etmeye yönelik bir oyundu. Hamas’ın, Filistin’de 2006 seçimlerini kazanmasının ardından, Mahmud Abbas liderliğindeki El Fetih ile Hamas arasında çatışmalar başlamış ve bu çatışmada ABD-İsrail tarafından askeri ve mali olarak desteklenen El Fetih, Haziran 2007’de darbe yaparak Batı Şeria’da yönetimi ele geçirmişti. Batı Şeria ile toprak bağlantısı olmayan ve dünyanın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip toprak parçası Gazze ise Hamas’a kalmış ve bu tarihten itibaren İsrail’in bugüne dek uzanan sürekli ambargo ve saldırılarına maruz kalmaya başlamıştı. Vaktiyle Filistin ulusal kurtuluş hareketinin bölünmesi ve harekete liderlik eden El Fetih’in zayıflatılması için İsrail’in desteğiyle önü açılan Hamas, kendisinin de doğrudan bir parçası olduğu bölünmenin ve çürümenin sonucunu yaşıyordu. Hamas ve El Fetih, silahlarını İsrail’e değil birbirlerine yöneltirken, İsrail “Hamas’ı vurma” bahanesi ile Gazzeli bebekleri katlediyordu. Bu süreçte planlanan Annapolis Konferansı’na İsrail tarafını temsilen Şimon Peres, Filistin tarafını temsilen Mahmud Abbas çağrıldı. Hamas ise görüşmelere çağrılmadı. İsrail de zaten Hamas gerekçesiyle Gazze’ye saldırı hakkını saklı tuttuğunu ve Filistinli mültecilere geri dönüş hakkı verilmesinin sözünü dahi etmeyeceğini ilan ediyordu. Konferansın bir yol haritası çıkaramayacağı, Hamas’ı tecrit edip işbirlikçi Mahmud Abbas yönetiminin elini güçlendirmek için tertiplendiği yönündeki eleştiriler zaman içinde doğrulandı. Sözüm ona “ABD ve İsrail’in muhalefetine rağmen” Hamas’la görüştüğü için övünen AKP hükümeti, gerçekteyse Annapolis sürecini aktif olarak destekleyerek Hamas’ın tecrit edilip dışlanmasına yardım etti. Peres ve Abbas konferans öncesinde Türkiye’ye davet edilip TBMM’de kürsüye çıkarıldı. Türkiye, Ortadoğu Dörtlüsü’nün (ABD, AB, Rusya, BM) yanı sıra Annapolis konferansına katılan beşinci en önemli aktördü. Annapolis’in ardından El Fetih ile Hamas (Batı Şeria ile Gazze) arasındaki ayrışma derinleşti, Hamas uluslararası alanda tecrit edildi ve Gazze, İsrail kuşatması altında kaderine terk edildi. AKP hükümeti Hamas’la görüşmüş olmakla övünedursun, uluslararası alanda Hamas’ın tecridine ve işbirlikçi/darbeci Abbas yönetimine verdiği destek de ortadadır. İşin doğrusu, ABD ve İsrail, resmen muhatap almak istemediği Hamas’la görüşmelerini AKP kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir.
Tabii bu arada, Annapolis daha hazırlık aşamasındayken, İsrail-Türkiye askeri işbirliği tam gaz sürüyordu. Eylül 2007’de İsrail jetleri Türkiye hava sahasını ihlal ederek Suriye’yi bombaladı. Bu uçakların Konya’da eğitim uçuşu yapan İsrail jetleri olabileceği öne sürüldü. TSK ses çıkarmadı. AKP hükümeti ses çıkardı ama “bypass edilmenin, bilgilendirilmemenin hıncıyla” ses çıkardı. AKP’nin rahatsızlığı elbette yine sözde kaldı. Hükümet, bu egemenlik ihlali karşısında somut bir adım atmadı, somut bir talep dile getirmedi.
AKP hükümeti, 2008’de gündeme getirilen Suriye-İsrail barış görüşmelerini de Türkiye’nin “bölgesel bir güç” olarak “bölge barışını desteklemesi” retoriğiyle sundu. Görüşmelerde Suriye’ye ait Golan tepelerindeki İsrail işgalinin sonlandırılması müzakere ediliyordu ancak İsrail’in şartları asla açıktan dile getirilmedi ama herkes ne istendiğini biliyordu. İsrail’in şartları Suriye’nin İran ile arasına mesafe koyması, Lübnanlı ve Filistinli direniş güçlerine sunduğu desteği kesmesi idi. Uzun süredir Batı ile entegrasyon niyetini ortaya koymuş olan fakat ABD vetosuna takılan Suriye, bölgedeki ABD-İsrail karşıtı cephenin zayıf halkası olarak, nihayete ermeyen bu görüşme sürecinde, uzlaşma fırsatını geri tepmemek için konumunu giderek nötrleştirdi. Böylece AKP’nin arabuluculuk ettiği Suriye-İsrail görüşmeleri sayesinde İsrail’in işgal siyasetinin güvenliğini tehdit eden Lübnan ve Filistin direniş güçleri etrafındaki tecrit sıkılaştırılmış oldu.
AKP hükümeti bir yandan İsrail ile askeri tatbikatlar yürüttü, İsrail ordusunun eğitim görmesi için Türkiye topraklarını açtı ve yeni işbirliği anlaşmalarına imza attı. Diğer yandan Lübnan direnişinin İsrail karşısında silahsızlandırılarak elinin kolunun bağlanması, Filistin’de ise Hamas’ın tecrit edilmesi, işbirlikçi yönetimin meşru ilan edilmesi ve Filistin davasının bölgesel destekçilerinin bu destekten vazgeçmesi için çalıştı. Yani, İsrail’in savaş aygıtının gelişmesi için tüm olanaklarını seferber ederken Ortadoğu’
daki direniş odaklarının etkisizleştirilmesi için “BARIŞ” söylemine/politikasına sarıldı: Lübnan “BARIŞ” Gücü, Annapolis “BARIŞ” konferansı, Suriye-İsrail “BARIŞ”ı gibi oyunlarla sahneye çıktı.
İki yıllık çabalar boşa gitmedi. AKP hükümetinin de desteğiyle savaş kapasitesini geliştiren İsrail, yine AKP hükümetinin BARIŞ girişimleri sonucu eli kolu bağlanan ve yalnız kalan Gazze halkının tepesine bomba yağdırmaya başladı.
Gözü yaşlı katiller
Başbakan Tayyip Erdoğan, son Gazze saldırısının ardından yine İsrail’e esti gürledi. Anaların gözyaşlarında boğulursunuz, dedi. “Madem o kadar tepkilisin, İsrail ile ilişkileri kes” diyenleri “kurusıkı” konuşmakla itham eden Erdoğan, sanmayın ki İsrail ile ilişkilerde değişikliğe gitmedi. Gazze saldırısının ilk günlerinde basına düşen bir haberde, Savunma Bakanlığı’nın İsrail’den 167 milyon dolarlık silah alım anlaşması imzaladığı belirtiliyordu (Yani İsrail’le askeri/ticari ilişkilerin daha da ilerletilmesi gibi bir değişiklik Gazze saldırılarıyla eşzamanlı olarak gündemdeydi). Bu anlaşma üzerine defterler açıldı ve Türkiye ile İsrail arasındaki askeri işbirliğinin hacminin geçen yıl itibariyle 1.8 milyar dolara ulaştığı gazetelere yansıdı. Bu ticarette AKP döneminde yapılan tank modernizasyonu anlaşması ve Heron casus uçaklarının alımı gibi “tuzlu” ihaleler öne çıkıyor. AKP hükümetinin sözcüsü Cemil Çiçek, gazetecilerin, Gazze saldırısı nedeniyle silah anlaşmalarının askıya alınıp alınmayacağı soruları karşısında, bu anlaşmaların Türkiye’nin çıkarına olduğu bu nedenle de iptal edilmesinin söz konusu olmadığı şeklinde bir cevap verdi.
Erdoğan’ın Gazze için İsrail’e sitem ederkenki tavırları, bu haliyle, öldürdüğü ya da öldürülmesine yardım ettiği kişinin cenazesine katılıp salya sümük ağlayan, ancak yine de yakayı ele verenlerin ikiyüzlülüğünü çağrıştırıyor.
Tayyip Erdoğan, İsrail’e verip veriştirdiği konuşmasında “Öfkeyle kalkan zararla oturur…” deyip kendilerinin öfkeye kapılmayacağından, yani fazla ileri gitmeyeceğinden bahsediyordu. Boşuna söylemiyor. Çünkü İsrail ile ikili ilişkilerin kesilmesi talebini kesin bir dille reddeden AKP, İsrail ile yürüttüğü işbirliği nedeni ile çok büyük “kârlarla” oturuyor.
İsrail sermayesinin Türkiye’deki yatırımları AKP iktidarı döneminde büyük bir sıçrama kaydetti. Carlyle MG Limited (Ofer) grubu, Mentafil, Tahal, Bank Hapoalim, Carmel Carpets AKP döneminde Türkiye’de yatırım yapan, özelleştirme ihalesi alan, şirket satın alan İsrail gruplarının en bilinenlerinden. Bunların dışında bir dizi tarım, enerji ve teknoloji şirketi daha var.
Carlyle MG Limited grubunun genel müdürü Eyal Ofer, Kasım 2005’te YASED tarafından düzenlenen ‘Yabancı Yatırımların Yeni Gözdesi: Fırsatlar Ülkesi Türkiye’ konulu konferansta kendilerini yatırıma bizzat Tayyip Erdoğan’ın ikna ettiğini, 2002’de AKP’lilerle tanıştıklarını ve Türkiye’de yatırım yapmaya bu tanışma sayesinde karar verdiklerini belirtmişti. TÜPRAŞ özelleştirmesi sırasında, TÜPRAŞ’ın yüzde 14.76 hissesinin 446 milyon dolara Oferlere satıldığı açığa çıktı. Koç’u bile isyan ettiren satış, özelleştirmede biçilen değerin üçte biri fiyatına gerçekleşmiş, açık bir peşkeş yaşanmıştı. Üstelik İsrail sermayesi Türkiye enerji sektörünün en kritik kurumuna el atmıştı. Oferler kazandıkları liman ihaleleriyle ve bu ihaleler öncesi AKP’li Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la Sami Ofer arasında geçen gizli otel buluşması ile de gündeme geldi.
İsrailli tarım tekeli Tahal, Tayyip Erdoğan’a yakınlığı ile tanınan İbrahim Çeçen’e ait IC firmasının daveti ile Türkiye’ye geldi. Erdoğan ile Çeçen arasındaki dostluk o kadar aleniydi ki, AKP, bir yasa teklifiyle Ağrı Dağı Üniversitesi’nin adını Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi olarak değiştirdi. 2006’da ise İsrailli halı üreticisi Carmel Carpets gelerek dünyanın en büyük 10. halı üreticisi olan ve Mescidi Aksa’ya özel halı üreten Atlas Halı’nın yüzde 50,1’lik hissesine sahip oldu. Örnekler çoğaltılabilir.
Bütün bunları solda bırakacak bir Türkiye-İsrail ortaklığı ise henüz proje aşamasında olmakla birlikte, bugünkü askeri, ekonomik ve politik pek çok gelişme ile doğrudan bağlantılı. AKP hükümeti, Hazar petrolünü ABD kontrolü altında Türkiye üzerinden dünya pazarlarına taşımak için inşa edilen Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının İsrail’in Hayfa limanına uzatılmasını ve bu yeni (Bakü-Tiflis-Ceyhan-Hayfa) proje ile petrolün yanı sıra, su ve telekomünikasyon akışının da sağlanmasını öngören bir projeye imza attı. Bu ise İsrail ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de askeri ve politik işbirliği yürütmesine kuvvetli bir temel oluşturulması anlamına geliyor.
İşte bu nedenlerle Tayyip Erdoğan, öfkesinin doruğundayken bile kâr zarar hesabı yapmayı, öfkesini yenip kesesini düşünmeyi, “ikili ilişkileri kes” talebi karşısında en ufak bir taviz vermemeyi tercih ediyor.
Yok birbirlerinden farkları
Bir başka husus da DTP grup başkan vekili Selahattin Demirtaş tarafından dile getirildi. Demirtaş 6 Ocak’taki grup toplantısında Kandil’e bomba yağdırma talimatı veren Erdoğan’ın Filistin’de barışı sağlayamayacağını ifade ederek, “İsrail ne kadar barış ve ateşkesi istiyorsa Başbakan Erdoğan da o kadar istiyor” dedi. AKP hükümetinin emriyle bombalanan Kandil, ABD ve İsrail’in icazeti, istihbaratı ve silahı ile vuruluyor (Heron’lar özel olarak bu operasyonlar için istenmişti). Erdoğan boş gürültü yapmaktan başka şansı olmadığını, aksi takdirde Gazze’ye karşılık olarak Kandil’in, Hamas’a karşılık olarak PKK’nin hatırlatılacağını çok iyi biliyor. Erdoğan’ın fikri neyse zikri de o: yerel seçim hesaplarıyla Kürtlere karşı savaşı tırmandıran AKP’li Başbakanın, İsrail hükümet liderleri Olmert ve Livni’ye “seçim hesaplarıyla Filistinlilere karşı bu savaşı yürütmeyi bırakın” diye sitem etmesi de fikir-zikir ilişkisinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor.
İlerici toplumsal muhalefet silkinip kendine gelmeli
Türkiye’de de Gazze’deki saldırı karşısında İsrail’e yönelik büyük bir tepki oluştu ve Filistin halkı için bir şeyler yapabilme isteği geniş kesimlerce ifade ediliyor. Halkın geniş kesimleri bu vahşeti durdurabilmek, Filistinlilerin yaralarının sarılmasına yardımcı olabilmek, İsrail’in böylesi bir saldırıya bir daha girişmesini engelleyebilmek gibi asgari insani talepleri savunuyor. Politik İslam’ın çeşitli fraksiyonları, emek örgütleri ve sol halk içindeki tepkiyi farklı eylem formlarında, çeşitli talepler etrafında seferber etmeye çalışıyor. Gazze’deki katliama karşı itirazların yükselmesi ve bunun sokağa taşınmasına öncülük edilmesi elbette anlamlıdır. Ama eğer Filistin halkına gerçekten yardımcı olmak gibi bir niyetimiz varsa eğri oturup doğru konuşmalıyız. Yanlışlara düşmemeli ve anlamlı, somut, gerçeğe uygun bir mücadele yürütmeliyiz.
İsrail’i durdurmak ve Filistin halkının yaşam hakkını, özgürlüğünü, onurunu korumak istiyorsak, istedikleri kadar esip gürlesinler, İsrail’in suç ortaklarını hedef tahtasından çıkarmamalıyız. Tersine, İsrail’in suç ortaklarını teşhir edip onlara karşı mücadele etmeliyiz.
Değil 200 bin, 200 milyon kişi dahi toplasa, Necmettin Erbakan’ın iktidarda olduğu dönemde İsrail ile imzaladığı işbirliği anlaşmalarını hatırlatmalıyız. 22 Şubat 1996’daki Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması ve 28 Ağustos 1996’daki Savunma Sanayi İşbirliği An
laşması’nın yanına karşılıklı yatırımları teşvik etmeye yönelik dört ayrı ekonomik anlaşmayı da koyup, “asker zorladı, ben istemedim” yalanlarını yutmayacağımızı söylemeliyiz. Yerel seçimlere hazırlık olarak yapılan bir gövde gösterisinin ve AKP ile rekabette oynanan bu ikiyüzlü oyunun en fazla bir suiistimal olduğunu, Filistin halkının kaderinden çok seçim sandığından çıkacak oyların dert edildiğini görmeli, göstermeliyiz.
Politik İslam’ın diğer yapılarının “radikal” tepkiler gösterirken nedense İsrail’in büyük suç ortağı AKP hükümetini eleştirmekten kaçındıklarını, örneğin “işbirlikçi hükümet/AKP” demekten imtina ettiklerini gözden kaçırmamalıyız. “İşbirlikçi hükümet” yerine “işbirlikçi devlet” dendiğinde politik anlamda daha ileri bir tavır alıyormuş gibi yapanların aslında çalıyı dolandıklarını ve burnumuzun dibindeki İsrail işbirlikçiliğine rağmen, konsolosluklar ve Türkiye’deki Yahudiler dışında soyut ve erişilemez bir İsrail ve Siyonizm tarif ederek, Yahudi düşmanlığı ile perçinlenen bir tür ırkçı gericiliği kışkırttıklarını görmeli, göstermeliyiz. Bu tür Politik İslami yapılarla, Filistin için ortak bir pratik sergilemenin mümkün olmadığını bilince çıkarmalıyız.
Soygunculukları ayyuka çıkan İHH ve Deniz Feneri gibi İslami yardım kuruluşları yeniden sahne aldı. Bu kez de Filistin halkının acıları üzerinden halkı soymaya çalışıyorlar. Bu fırsatçılığa izin vermemeli, abluka sürüyorken toplanan para yardımlarının Filistin halkına değil, bu soyguncuların kasalarına aktığını görmeli, göstermeliyiz.
İsrail saldırganlığını ve emperyalist çıkarları güvence altına alan ve ezilen Filistin halkının işgale sessiz kalmasını, elinin kolunun bağlanmasını öngören yeni “Yol Haritası” ve “Barış Gücü” planlarını teşhir etmeli, bu tür girişimlere iyi niyetle yaklaşanlara cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla örüldüğünü hatırlatmalı ve gerektiğinde dostları olarak acı söylemeliyiz.
İsrail saldırılarına karşı eylemlerde atılan bazı sloganlar ve dile getirilen bazı talepler dikkat çekici. Saadet Partisi mitingi, “Filistin bizi sordu geliyoruz dedik” sloganıyla örgütlendi. Daha sonra çeşitli Politik İslami yapıların ve Türk-İş eylemlerinde “Mehmetçik Filistin’e” sloganları atıldı. Sonra İstanbul’da DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’un başını çektiği ilerici emek ve meslek örgütlerinin basın açıklamasında Gazze’ye “Barış Gücü” gönderilmesi talebi dile getirildi.
Türkiye’deki Politik İslami yapılar dünyanın dört bir yanına Kosova’ya, Afganistan’a ve Çeçenistan’a, yani CIA tezgâhlarının kurulu olduğu çatışma alanlarına binlerce militan gönderdiler. Ancak Filistin davasına hizmet etmek için Filistin’e asla militan göndermediler. Filistin’e giden sadece sosyalistlerdi. Ama “biz” derken, kendilerinin Osmanlı’nın torunları olduklarını kastediyorlarsa, o “biz” yüzlerce yıl Filistin topraklarında sömürgeci olarak kaldı. Filistin’e gidelim sloganları da Yeni Osmanlıcılık hayallerinin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Bu slogan boşuna attırılmıyor. Türkiye ABD ve İsrail’in, Fransa ve işbirlikçi Mısır’ın onay ve inisiyatifinde gelişen bir görüşmeler sürecinde bölgeye Barış Gücü kapsamında Mehmetçik göndermeyi müzakere ediyor. ABD-İsrail işbirlikçiliği Yeni Osmanlıcılık kılıfı altında yutturulmaya çalışılıyor. Kendisini 21. yüzyılın Sokullu Mehmet Paşa’sı sanan edalarıyla AKP hükümetinin dışişleri politikasına akıl hocalığı yapan Ahmet Davutoğlu, Ortadoğu’da turluyor. Geçtiğimiz hafta Suriye’de Hamas lideri Meşal’i de gördü ve ABD-İsrail ile Hamas arasındaki ulak olarak “barış” sürecini görüştü.
Birincisi, ABD’nin sözünü çiğneyemeyen Birleşmiş Milletler, ABD ya da İsrail savaşmaktan vazgeçmedikçe bugüne kadar asla devreye girmemiş, girememiştir. Ancak işgalci işini bitirdikten ya da 2006 Lübnan savaşındaki gibi artık savaşamaz duruma geldikten sonra Birleşmiş Milletler devreye girmiş ve bölgeye Barış Gücü göndermiştir. Barış Gücü de ezilen halkın direnişini engellemek ve işgalcinin güvenliğini sağlamak üzere görev yapmıştır. Gazze’deki vahşetin bir sorumlusu da bugün Lübnan’da yer alıp İsrail’i Filistinli ve Lübnanlı direnişçilerden koruyan ve içinde “Mehmetçiğin” de bulunduğu Barış Gücü’dür. Bugün Filistinlilere dayatılan “Barış” ise, ölümü görüp işgale razı olmalarıdır.
Dün Sendika.Org bürosundan telefonla görüştüğümüz ve şu an Batı Şeria’da bulunan Uluslararası Dayanışma Hareketi militanı Adam Trailor, “barış görüşmeleri” konusunda ne düşündüklerini sorduğumuzda şunları söyledi: “Her türlü barış görüşmesi ancak İsrail işgalinin sona erdirilmesi koşulu ile mümkündür. Gazze’deki İsrail işgaline son verilmelidir ve bu noktada inanıyorum ki, dünya kamuoyu şu anda Filistinlilerin politik varlığını ve adaletli bir barışın koşullarının oluşumunu desteklemelidir. Filistinlilerin beklentisi her türlü işgale son verilmesidir.” Yani, işgal ve saldırılar devam ederken İsrail destekçilerinin yürüttüğü “barış görüşmeleri” mizansenden başka bir şey değildir.
Filistin’de barışın koşulları geçici ateşkesler ya da Barış Gücü işgalleri ile sağlanamaz. Yıllar süren çatışma ve mücadele içinde oluşmuş ve uluslararası dayanışmada savunulması gereken asgari bir dizi talep halihazırda mevcuttur:
• İsrail saldırıları koşulsuz olarak durdurulmalıdır.
• Gazze’deki abluka kaldırılmalı, sınır kapıları açılmalıdır.
• İsrail işgal güçleri, 1967 sınırlarına geri çekilmeli, Filistin topraklarındaki yasadışı İsrail yerleşimleri kaldırılmalı, Filistinlilerin gasp edilen toprakları geri verilmeli, tahrip edilen ev, bahçe ve işyerleri için tazminat ödenmelidir.
• 1948’deki İsrail katliamlarında topraklarını terk etmek zorunda kalan Filistinlilerin geri dönüş hakkı tanınmalıdır.
• İsrail tarafından Batı Şeria’da örülen utanç duvarı yıkılmalıdır.
• İsrail’in zorla alıkoyduğu Filistinliler serbest bırakılmalıdır.
İsrail’in, Filistin’de yürüttüğü vahşet, AKP hükümetinin ilerlettiği ve taviz vermek istemediği doğrudan katkıları sayesinde gerçekleşmektedir. AKP’nin Ortadoğu politikası İsrail’in elini güçlendirmiş ve direniş hareketlerinin zayıf düşmesine hizmet etmiştir. AKP hükümeti döneminde ilerletilen ve taviz verilmeyeceği söylenen askeri ilişkiler İsrail’in katliam aygıtını geliştirmiştir. AKP hükümeti döneminde sıçrama kaydeden ekonomik ilişkiler ve ortak projeler Türkiye-İsrail çıkarlarını ortaklaştırmış, İsrail devletini güçlendirmiş, bu soykırım aygıtına kan taşımış ve Türkiye hükümetlerinin İsrail karşısında somut tavır almasını güçleştirmiştir. Öyleyse İsrail‘in pek de uzakta olmadığı, uzansak dokunacak kadar yakınımızda olduğu görülmeli, gösterilmelidir. İşte o İsrail’e, Filistin halkının ve dayanışma hareketlerinin gerçek taleplerini desteklemek adına dokunulmalıdır.
Filistin halkı ve dünya çapındaki dayanışma hareketleri İsrail ile barış görüşmeleri yürütülmesini değil, diğer devletlerin, İsrail ile bütün ikili ilişkilerini kesmesini istiyor. Bunun için de ırk ayrımcılığı döneminde Güney Afrika’daki Apartheid rejimine yönelik olarak uygulanan uluslararası kampanyanın bir benzeri olarak, İsrail’e “BOYKOT, YAPTIRIM VE YATIRIMLARI GERİ ÇEKME” uygulanması isteniyor. Burada boykotla, basit tüketici boykotu değil, devletler/hükümetler düzeyinde bir boykot kastediliyor.