Zalim bir hastalığa yakalanıp, daha “yolun yarısını” göremeden, aramızdan göçüp giden, Akdeniz Üniversitesi’nin gül yüzlü, emekçilere, ezilenlere dost; elinin sıcaklığını, gülüşünün güzelliğini hâlâ hatırladığım sevgili dostum, arkadaşım, aramızda “ölüme en hızlı” koşan “bizim denizin” çocuklarından, meslektaşlarımdan Devrim Sezer’e… Bıraktığı yol, yürümekten dönmeyeceğimiz yoldur… Başbakan ne zaman bağırarak konuşsa, hemen aklıma korku ile sürekli havlayan köpeklerin […]
Zalim bir hastalığa yakalanıp, daha “yolun yarısını” göremeden, aramızdan göçüp giden, Akdeniz Üniversitesi’nin gül yüzlü, emekçilere, ezilenlere dost; elinin sıcaklığını, gülüşünün güzelliğini hâlâ hatırladığım sevgili dostum, arkadaşım, aramızda “ölüme en hızlı” koşan “bizim denizin” çocuklarından, meslektaşlarımdan Devrim Sezer’e… Bıraktığı yol, yürümekten dönmeyeceğimiz yoldur…
Başbakan ne zaman bağırarak konuşsa, hemen aklıma korku ile sürekli havlayan köpeklerin tutumu geliyor. Genelkurmay Başkanı, uzun sürmüş bir toplantıdan sonra Başbakanı ziyaret ediyor. Ertesinde, Başbakan sakin sakin söyleyeceği şeyleri bağırarak anlatmaya çalışıyor. Yediği muhtıranın verdiği korku ile olsa gerek… Yine de işi erbaplarına bırakalım, onlar, psikologlar değerlendirsinler. Ancak, onlara yardımcı olmak için de Yalçın Küçük’ü konuşturmak gerekecek!…
Başbakan ne zaman bağırarak konuşsa, hemen aklıma suç işlemiş bir çocuğun yaygarası geliyor. İsrail ile Ankara’da üst düzeyde yapılan uzun sürmüş görüşmelerden sonra Gazze cehenneme çevriliyor. Ertesinde Başbakan bağırıyor… Suçüstü mü yakalandı diye “işkilleniyor” insan! Bu durum da işin erbabı ola psikolog bir iş. Ancak, onlara yardımcı olmak için de Yalçın Küçük’ü konuşturmak gerekecek!
İnsan’ın “En güzel hali, isyan halidir. Yüzü, heyecanlı-gergin, ayaklarının ucunda uçmaya hazır, dünyayı yaratan bir iddia’dır. İsyan halinde insanı, hep boyu uzamış görüyorum. İsyan halinde insan, atılmaya hazır insan’dır ve insana çok yakışıyor”.
“İnsanı yükselten her eylem, yüksek’tir. Ve insanın en güzeli yüksekte olanıdır; herhalde ‘uçanı” demek durumundayız. Bu sürekli ‘isyan’ halidir. Bu nedenle isyan, insanlık kapısıdır, diyoruz”.
“Gülüş, öncelikle, bir aydın halidir.
Çünkü çelişkiyi görebilme kabiliyetini gerektiriyor; çelişkide gülünçlük, çözülebilir olmasından kaynaklanıyor. O halde çözülebilir çelişkilere gülmek, bir yüksek insanlık halidir, öyle diyebiliyoruz. Ancak çelişkiyi görebilmek için ise isyancı bir ruh mutlaka gerekiyor. Birbirine bağlıyoruz.
Doğru mu; peki, ‘muhalif’ olmayan mizahçı oldu mu, cevabı burada biliyoruz.
Öyleyse, isyan yoksa mizah yoktur.
Mizah yoksa isyan yoktur.
Ve çok acı, mizah yoksa, aydın yoktur”.
“Hapishanelerimizin tarihi, bir açıdan da, mizahımızın tarihidir.
Ve mizahmız, barışçıl silahımızdır”.
“Bizden kaçanlar hep ‘büyük’ oldular.
Ne yazık, büyük oldular, fakat, intihar ettiklerini bilmiyorlar.
“İnsan mı, sürekli saçma gören ve hep saçma’yı vuran’dır.
Vurmayı dans haline getiren ve her vuruş’ta gülen’dir.
Buna sürekli isyan hali veya kısaca ‘insan hali’ diyoruz”.
“… demokrasi, mutlaka iktidar kullanımını sınırlamak ile başlamaktadır. Kuşkusuz, sınırlamak gerek koşuldur ve asla yeterli olmadığını biliyoruz.”.
“Türkiye’yi Roma’da ararken, belki de Cumhuriyet’in temellerine korkak ve hedonist kazmaların inmeye başladığı bin dokuz yüz altmış altı tarihine kadar, pek çok Romalı olduğumuzu anladım. Ne büyük yıkış ve ne büyük korku ve korkudan kaynaklanan kin; kazmalar, Caligula misli ‘küstah ve köle’ idiler”.
“Caligula döküntüdür; Tansu Çiller’i, Caligula yapamadım. Daha döküntü, daha korkak, daha ahlaksız ve daha itaatkâr aradım. Daha döküntü, daha korkak, daha ahlaksız ve daha emirber’i aramayı, büyük zenginlerimizden öğrendim. Görgüsüz, gayri milli, tamahkâr ve zevksizdiler; arayışlarında, ahlaksızlığa alt sınır tanımadılar”.
“Sir Ronald, ‘devrim’ diyor ve ben Marx’ın ‘her karşı-devrim aynı zamanda devrim’dir önermesine bağlı kalarak, ‘karşı-devrim’ tabir ediyorum. Roma’da cumhuriyeti yıkmak bir karşı devrim idi ve bizde cumhuriyeti yıkmak için bir karşı-devrim gerekiyordu. Bunu buldum, ancak yetmiyordu; yıkmak mı, çökertmektir ve Caligula’yı, çöküntüyü tepeleyici olarak gördüm”.
“Bütün Caligula’lar, küstah ve köle, hedonist ve ölümün eşiğindedirler”.
“Her Caligula, yerel sözükle, takiyeci’dir.
“Roma’da gördüm; İç Savaş, bütün parlak, kabiliyetli ve aşk dolu olanları, kırmak demektir.
Ortalığı döküntülere bırakmak için ‘İç Savaş’ var. Döküntüler, kırık-dökük, saralı, miyop ve aşksız’dırlar”.
“Karanlık düşkünleri döküntüleri, severler”.
“Cumhuriyet’i yıkmak, despotizm’i, kurmaktır.
“Hem ‘iç savaş’ ve hem despotizm, hukuksuzluk üzerinedir”.
“İç savaş’ta hem en cesurlar ve hem de en yetenekli ve donanımlı olanlar temizleniyorlar”.
Cumhuriyet’i çökerten Augustus’tu, Julius’un yolundadır ve tepeleyici olarak Caligula bulundu. Bu nettir.
Çökerten varsa tepeleyici gerekmektedir”.
“Ve daha dindar ve çok daha muhafazakâr bir Roma için, aydın düşmanlığı şarttır; Cicero’nun bir kürsüde serginenen bir çift eli ve bir başı, yaşayan aydınları korkutmaya yarıyordu”.
“Aydın yok etmek mi, belleği silmektir”.
“Bütün canlıların iliklerine kadar işlemiş bir korku, bunun sonucu kararsızlık ve kişisizlik, iç savaş’ın kaçınılmaz sonuçlarıdırlar”.
Yalçın Küçük, 2007 Mart’ında yayınlanan “Caligula Saralı Cumhur” kitabında bunları yazıyordu. Kuşkusuz böyle düşündüğü için, bir bakış, bir bilimsel düşünüşün uyarlanışı olarak… Alıntılar ile yaşananları “üst üste” koymak her okuyucu için farklı anlam ifade etse de Yalçın Küçük’ün derdest edilişini bize çok net gösterir. Sizce?