Başta 15. Altın Koza Film festivali En İyi Film Ödülü olmak üzere katıldığı çok sayıda festivalden ödülle dönen ve 19 Aralık’da gösterime giren Sonbahar filminin yönetmeni Özcan Alper ve Yapımcısı Serkan Acar’la görüştük. Alper ve Acar’la Sonbahar, Türkiye sineması, halkın kültür hakkı mücadelesini geliştirecek olanaklar üzerine sohbet ettik. Siz sinemanın olmadığı bir ilçede büyüdünüz, şimdi […]
Başta 15. Altın Koza Film festivali En İyi Film Ödülü olmak üzere katıldığı çok sayıda festivalden ödülle dönen ve 19 Aralık’da gösterime giren Sonbahar filminin yönetmeni Özcan Alper ve Yapımcısı Serkan Acar’la görüştük. Alper ve Acar’la Sonbahar, Türkiye sineması, halkın kültür hakkı mücadelesini geliştirecek olanaklar üzerine sohbet ettik.
Siz sinemanın olmadığı bir ilçede büyüdünüz, şimdi ise sinema üzerine çalışıyorsunuz. İlk uzun metrajlı filminizle de oldukça başarılı bir işin altına imza attınız. Yönetmenliğe kadar uzanan sinema serüveninizi bize anlatabilir misiniz? Bu tercih nasıl şekillendi sizi bu uzun çalışma süreciniz boyunca motive eden şey neydi?
Özcan Alper: Sinema aslında bizim kasabada da varmış, klasik herkes söyler. Yılmaz Güney filmleri oynarmış. 80 sonrası sinemalar kapanmış. Ben Trabzon’da bir sinema vardı saçma sapan filmler gösteren oraya giderdim. Ama ilk gerçek sinema filmini Ortaköy Kültür Merkezi’nde izledim 91 yılında. Yılmaz Güney filmlerinin toplu gösterimlerini yapıyorlardı ona gittim. ‘Sürü’ filmini izlemiştim. Ciddi anlamda ilk filmimi orda izledim. Ama lise yıllarında TRT 2’de Vecdi Sayar’ın ‘İki Film Birden’, Rekin Teksoy’un ‘Sinema ve Edebiyat’ kuşağı olurdu, sonra Atila Dorsay’ın ‘Sinema Büyüsü’ diye programı vardı. Lise sonda oradaki filmleri izlediğimi hatırlıyorum. Onunla gelişen bir sinema birikimi oluşmuş aslında. Nasıl edebiyatta bir Maksim Gorki okursun ve değişmeye başlar edebiyat serüvenin, bizim de herhalde sanat sineması dediğimiz ticari olmayan sinemayla tanışmamız o programlarla oldu. Çünkü orda gerçekten de iyi filmler yayınlanıyordu. Tabii o zamanlar kafamda sinemacı olmak gibi bir şey yoktu. Taşrada büyüdüğüm için bu fikir ancak üniversite yıllarımda oluştu. İstanbul’da okuyorsun İstanbul gibi bir yerde gelişen süreç yavaş yavaş içimdeki sinema serüvenini baskın çıkarttı. Ondan sonra o dönem; ‘Görüntü’, ’25. Kare’, ‘Yeni Sinema’ gibi sadece film tanıtan değil de sinemanın felsefesi üzerine, sinema estetiği üzerine çıkan dergiler vardı. O dönemler artık bilinçli olarak da sinema yapmak istiyordum. Edebiyatla ilgili bir şey yapmak istedim ama sonra sinemaya doğru kaymaya başladı. Sonra Mezopotamya Kültür Merkezi’nde sinema kursuna gittim. 96 yılında orda düzenlenen sinema kursları bizim sinema okulumuz gibi bir şey oldu. Küçük bir odaydı orası, penceresiz merdiven altı bir oda. Ama orda Hüseyin Kuzu ve Ahmet Soner gibi iki ismin ve dışardan onların ilişkileri ile gelip bize kurs veren isimlerin emekleri… Orda anlatılan dersler konular ciddi bir birikim ve alternatif sinema yapma duygusu yaratmış sanırım. Böyle böyle başladık. Sonra asistanlık yaparak bu sektörde çalışarak devam ettim. Akabinde bugünlere kadar geldik.
Bu sinema geçmişinizin öyküsü. Bir de filmin öyküsünü öğrenelim. ‘Sonbahar’ nasıl ortaya çıktı nasıl şekillendi?
Özcan Alper: Film 2003 yılında başladı. İlk önce Çamlıhemşin’de filmi çektiğim eve gitmiştim başka bir şey için. O evle Karadeniz coğrafyası ve kültürüne dair bir şey yapmak fikri oluştu. Oralar muazzam yerler ve çekim yaptığım ev, içinde bir çok aile yaşarken tek başına kalakalmıştı. Bir de o mekanın kendisi beni düşündürtmüştü. 19 Aralık sonrası yavaş yavaş kendi kuşağımızdan insanlar da artık cezaevlerine girmişlerdi. 10 yıl 12 yıl cezaevinde yatıp çıkmaya başlayan insanlar görmeye onlarla konuşmaya başladım. Bir şeylerin olduğunu hissettim. Açıkçası hem kendi dönemimize hem de o insanlara dair bir şeylerin mutlaka beyaz perdeye yansıması gerektiğini düşünmeye başladım. Bir de Hopa biliyorsunuz eski Sovyetler üyesi Gürcistan’ın sınırında bir yer. O dönemde reel sosyalizmin yıkılması sosyalizm tartışmalarının başlaması bizim ona kıyısından katılmamız derken süreç başka bir şeye dönüştü. Türkiye solundaki o tartışmalar farklı yönelimler. Yıkılan Sovyetler Birliği’ne rağmen halen bu düşünceler uğruna cezaevine girebilen bedel ödeyebilen insanlar olması başlı başına zaten bir hikaye. Bütün bunları anlatmak isteyince bu hikaye oluştu. Sonra yavaş yavaş senaryoyu yazmaya başladık. Senaryoyu Serkan’la tartıştık. Sık sık Hüseyin Kuzu’ya gönderdik, cezaevinde kalan, edebiyat kitapları olan Mehmet Taşdemir adında bir arkadaşım var ona gönderdik. O dönem açlık grevlerine katılan bir arkadaşım vardı onlara gönderdik. Senaryoyu değiştire değiştire bir taraftan da o dönem yine Karadeniz’de fuhuş yapan kadınlarla röportaj yaparak hikayenin daha gerçekçi anlatımına yönelik bir süreç oluştu. Daha sonra da Serkan’la “tamam” dedik hazır senaryo kafamızda. Çekmeye karar verdik. Başladık.
Yapım aşaması ile ilgili de konuşmak istiyoruz. Sonuçta tekelleşmenin yoğun yaşandığı bir endüstride iş yaptınız. Farklı bir içerikle yaptınız. Yapım aşaması, dağıtım aşaması nasıl yaşandı?
Serkan Acar: Yapım aşamasında ilk filmi yapmanın özellikle uzun metrajlı bir film yapmanın zorlukları var. Bir film yapıyorsunuz sonuçta sinemalara girdikten sonra artık metaya, ticari değeri olan bir şeye dönüşüyor. Onun içinde ticaretin kendi kuralları içinde dağıtımcıların belirlemiş olduğu kurallara uymanız gerekiyor. Yapım aşamasına tekrar dönersek filmi gerçekleştirmek için Kültür Bankalığı’ndan destek aldık. Bakanlık 2005’ten beri böyle bir şey oluşturdu. Sinema Telif Hakları Genel Müdürlüğü kurulundan senaryo geçti. Filmi yapabilmemiz için elimizde bir miktar para oldu. Proje başladı sonrada kendi kaynaklarımızı kullandık. Belli bir noktaya kadar getirdik. Normalde başka bir yapım firmasıyla yapsaydık şu an yaptığımızdan çok daha yüksek maliyeti olurdu. Çünkü o bölgede çekmiş olmamızın bize avantajları oldu. Ben de Artvinliyim, Özcan da. Belediyeler olsun oradaki sivil toplum örgütleri olsun oldukça destek oldular, filme sahip çıktılar. Bunlar mesela bizim işimizi kolaylaştıran şeylerdi. Fakat film bittikten sonra festivallerde ödüller alarak vizyon öncesi kendi havasını yaratmış oldu. Dağıtım şirketleri tarafından da daha kolay kabul edildi. Çünkü bizim film ticari sinemanın yükselişte olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Bu dönemde böyle bir filmin vizyona çıkması bile önemli. Şu anda 36 sinemada gösteriyoruz filmi.
Özcan Alper: Şunu da belirtmek gerekiyor o kadar çok salonda yer almamız yine insanların verdiği destekle oldu. Filme yönelik sinema salonlarındaki talepler de filmin dağıtımında kolaylık sağladı. Bizi tanıyan insanların yoğun çabası oldu. Bursa’da Kadıköye’de filme böyle verildi salonlar. İsteyince o tekeli kırmanın yolları bulunabiliyor.
Serkan Acar: Ödüllerin mesela şöyle bir katkısı oldu. Bizim o tarihte gösterim almamızda çok zordu. Aralık-Ocak sinemacılar açısından en yoğun olan tarih. Ticari filmlerin vizyona girme oranının ve insanların sinemaya gitme oranının arttığı bir tarih. Kasım 15 ile Şubat 15 arası. Ve biz bunun tam da göbeğinde yer aldık. 19 Aralık tarihini bilerek tercih ettik. Filmi bitirdikten sonra ve gösterim tarihini konuşurken “biz bu filmi 19 Aralık’ta gösterime sokacağız” dedik. Bunun tarihsel de bir anlamı var sonuçta. Bu konuda da ısrar ettik ve dağıtım şirketi de bunu kabul etti. Çok zor olacağını söylediler. Ama biz dedik ki “zor olsa da bunu bu şekilde yapmak istiyoruz”. Nitekim bu tarihi aldık ve tam da bütün o popüler filmlerin ‘Arog’, ‘Muro’, ‘Issız A
dam’ gibi filmlerin ortasında girdik.
Fakat biz kendimiz farklı bir dağıtım ve insanların sinemaya gitmesi için başka bir yöntem kullandık. Bire bir her şehirdeki sivil toplum örgütleriyle, sendikalarla, oradaki ilerici siyasi partilerle çeşitli temaslar kurarak, insanlara filmi anlatarak, filmi duyurarak hazırlamış olduğumuz afişleri broşürleri oralara göndererek ulaştık. Oradaki arkadaşlar da çok emek harcadı. Üniversiteli arkadaşlar afişler astılar. Şu anda toplu gösterimler yapıyoruz. Mesela bir şehirde 300-400 insan bilet alıyor bizi davet ediyor film üzerine sohbet ediyoruz.
Neler konuşuyorsunuz bu söyleşilerde?
Özcan Alper Mesela akşam İzmir’deydim. Sohbetlerde hem politik gündeme dair meseleleri konuşuluyor, hem de bulunduğun yere göre değişiyor. Karadeniz’deysen dil konusundan çıkıyor Kürt meselesine geliyor. Başka bir yerde bir konudan çıkıyor başka bir konuya geliyor. İzmir’de Türkiye solu, Sovyetlerin yıkılması ve tartışmaları, oraya kadar gitti. Zaten düşündüğümüz de buydu. Filmi biraz klasik biçimde gösterime sokup bırakabilirdik. Bu halden çıkarmamız çok anlamlı oldu. Görmüş de olduk çünkü daha önce pek yapılmıyordu. Belgeseller için yapılıyordu ama sinema filmleri için yapılmıyordu. Aynı zamanda bir filmi bu sinema durumunun dışına çıkarabileceğimizi de gördük o bizim için not etmeyi düşündüğümüz ciddi bir deneyim oldu. Mesela insanlar arıyorlar Sırrı Süreyya (Önder) aradı onunla konuştuk paylaştık.
Bu dağıtım biçimi, sinemanın dağıtım ve yapım tekellerinden bağımsız bir biçimde ayakta durabilmesi açısından ne derece önemli?
Özcan Alper: Biz kendi bağımsız gösterim ağın yoksa bağımsız sinemanın olamayacağını düşünüyoruz. Çok da olabilecek bir şey değil. Sen ne zaman Türkiye’nin her yerinde kendi bağımsız sinema ağını kurabilirsin, istediğini yapıp istediğin filmi gösterime sokabilirsin o zaman bağımsız sinema olabilir. Bu yüzden de direk bağımsız sinema yapıyoruz demiyoruz. Çünkü bağımsız sinemanın siyasal bir geçmişi de var. Fakat tabi şimdi en azından onun nüvelerini görmeye başladık. Diyelim ki film farklı ve sert bir konusu olduğu için sinemalarda gösterime giremeyen bir film de olsaydı gördüm ki biz aslında bu örgütlenme ve gösterim biçimini yayabilirsek yine de gösterebilirmişiz. O koşullarda belki ortam başka olurdu yöntem değiştirirdik. Ama bunun örneğini görebilmek önemli. Dün akşam İzmir’deki söyleşi de sendika temsilcileri vardı ben onlara “sendikaların salonları inanılmaz atıl kalıyor. Niye böyle yapıyorsunuz? Bunun yerine o salonlarda küçük bir sinema makinesi alınsa, Sine-Sen’le ya da bizim gibi sinema gruplarıyla ilişki kursanız” diye bir öneride bulundum. Biz onlara ille de popüler ya da o an gösterimde olan filmler değil başka başka filmler seçsek. Hafta sonu işçiler, aileleri popüler filmlere gideceklerine bu filmleri izleseler. İşçiler için aileleriyle sosyal bir etkinlik olanağı olsa. Yavaş yavaş onların aklına da bu fikirleri düşürüyoruz. Onlar da katılıyor.
Yani bu söylediklerinizden sinemayı eyleme de geçirmenin mümkün olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz?
Özcan Alper: Aynen öyle. Türkiye’de toplumsal olarak nerde durduğumuzu da bilerek bir filmle başka şeylere de yarar sağlayabileceğimizi gördük. Artvin ve Rize’de hayatında hiç sinemaya gitmemiş insanları sinemaya taşıdık. 70 yaşında teyzeler geldi. Orda bizim filmi izleyen insanların birçoğu aslında hiç sinemaya gitmemiş mahalleli kadınlar yaşlı yaşlı teyzeler. Belediyelerle konuştuk ücretsiz servis sağladık. Mesela 60-70 yaşında teyze hem gelip orda başka bir şey görüyor, küçük de olsa onun sosyal dünyasında bir şeyler değiştiriyorsun.
Serkan Acar: Aslında bir de şöyle bir şey var Türkiye’de demokratik kitle örgütleri siyasi partiler solda yer alan yapıların her şehirde kurdukları ortak platformlar var, işbirliği yaptıkları koordinasyon kurulları var. Biz bunları harekete geçirmeye çalıştık. Bir tarafıyla bizim yaptığımız tek başına bir film değil, biz sinema yaptık ve onun yansımalarını olumlu olarak aldık izleyicilerden. Bu şunu gösteriyor sonuçta bir sanat eseri de olsa insanlarla ilişki kurmak iletişim kurmak için bir araç gidecek; yani çok ciddi bir izleyici kitlesine ulaşacak. Burada neyi gösteriyoruz, cezaevine giren insanın da aslında niye girdiği, onların da insan olduğu, aşık olduğu, olabileceği, anneleri olduğu, bir köyü olduğu, hayata dair duyarlılıkları olduğu… Bu insanlara ulaşmak için sendikaların, kitle örgütlerinin bu işe destek vermesi gerekiyor.
Öncelikle bu filmin kendisi, daha sonra ise dağıtım ve gösterim biçimindeki alternatif duruş sizce Türkiye sinemasında alternatif kanalların hayata geçebileceği bir akım ortaya çıkabilir mi, film bunun için bir dönüm noktası olabilir mi?
Özcan Alper: Film başlı başına bunu yaratmaz ama biz gösterime girmeden önce farklı yerlerde sinemayla uğraşan arkadaşlarla da filmin bu yönünü tartışan konuşmalar yaptık. En azından şimdi gösterim süreçlerinde onu idrak etmeye başladım. Gerçekten ciddi anlamda ayrı ayrı kanallardaki enerjileri de birleştirirsek ortak bir payda da buluşabiliriz. Sonuçta kendi içimizde farklı farklı düşünme biçimlerimiz olabilir ideolojik olarak da küçük ayrımlar olabilir, ama genel olarak büyük medya ve egemen kültür anlayışına karşı gerektiğinde ortak paydalar bulduğumuzda sinemada ya da başka araçlarla ciddi bir kamusal alan yaratmaya hizmet etmiş olacağız. Yeni bir şey yaratabiliriz diye gördüm. Biz bu deneyimi değerlendirmek istiyoruz. Kimliğine ya da kişiliğine inandığımız biri; derdi meselesi olan bir film çekerse biz gidip onunla bu deneyimi de paylaşmak isteriz. O yüzden bu belki bir kırılma da yaratabilir. Bu kırılmayı dört-beş günlük gösterimlerle gördük. Nedense insanların kafasında şöyle bir şey var, “festivallerde ödül alan ya da entelektüellerin, eleştirmenlerin beğendiği filmleri geniş halk kitleleri izleyemez bu filmleri işte en fazla 5 bin kişi izler O da işte sen ben bizim oğlan.” Biz de diyorduk ki; “Hayır iyi olan, meselesi olan, estetik olarak da iyi bir filmle insanlara ulaştığın zaman izlerler. Programlar için de söyleniyor “halk bunu istiyor” bu fikir “halk kötü olanı istiyor ben de zaten sanat yapıyorum onlar beni anlayamaz” gibi kibirli bir tavır da doğuruyor. Türkiye sinemasında. Kimse bunu çok açık açık ifade etmese de böyle bir kibir var açıkçası. Biz bunu da kırmak istedik nasıl yapacağımızı bilmiyorduk ama hedeflerimizden birisi buydu. Film gösterime çıkmadan insanlara büyük reklamlar yapmadan ama bir çok dünya festivaline giderek de bu iş olabileceğini gösterelim istiyorduk. Biz bu ülkede bu filmi insanlara ulaştırabiliriz ve insanlarda anlar. Tabi ki sanatla ilgilenen birisi filmin katmanlarında başka göstergeler farklı şeyler okuyabiliyor. Ama zaten film gösterime girmeden en fazla 20 bin 30 bin izleyici olur deniliyordu. Dağıtım şirketi “hayallere kapılmayın, 10 bin de yapabilir, 5 bin de” diyordu. Ama biz bu filmin çalışmasını yapacağız ve en azından belli bir sayının üzerine çıkartabiliriz. İnsanlara ulaştırabiliriz diye düşündük. Ve şimdi onun olabileceğini gördük. Bu onlarda da bir kırılma yarattı açıkçası.
Serkan A
car: Sizin bu bir akım olabilir mi sorusuna gelince tekil bir filmle ya da birkaç filmle bir akımın olduğunu söylemek için henüz erken. 60’larda 50’lerde ortaya çıkan Gerçekçi Alman Sineması, Brezilya Özgür Sineması akımları düşünüldüğünde Türkiye sineması’nda yeni bir akım akımdan bahsetmek için erken. Bunun ortaya çıkabilmesinin önce bir teorik zemini olması lazım. Bunun üstüne ciddi tartışma yapılması lazım yönetmenler, eleştirmenler tarafından. Ama en azından birkaç yıldır yeni yönetmenlerin çıkması, yeni filmler yapması ve bu yeni filmlerde belli birtakım dertleri olan insanların, toplumla bağları daha güçlü, oradan gelen insanların olması umut verici bir durum. İkincisi de bu ülkede belki sansür hafiflemiş görünüyor ama bir otosansür söz konusu. Mesela sinemacıların, dağıtımcıların kendilerine yaptıkları bir otosansür söz konusu. Devletin kırmızı çizgilerini aşan bir film yaparsanız ne olacağını henüz bilmiyoruz. Açıkçası bilmemize de gerek yok, ne olacağı az çok kestirilebilir. Alternatif dağıtım kanalları bulmamız lazım bu nedenle. En azından Türkiye’de 10-15 tane bu filmin gösterilebileceği salonlar olabilse biz kendi yaptığımız filmleri de dağıtabiliriz. Bu çalışmadan da gördük ki filmlere seyirci bulabiliriz. Yani sadece filmi salona verip geri çekilmekten değil, filmle beraber hareket etmekten ve filmin motivasyonunu seyircilere taşımaktan bahsediyorum. Ortaya bir enerji çıkıyor buradan. Siz başka filmler yaptığınızda insanların da bunu beklediğini göreceksiniz. Bu tip filmlere ilgilerinin olduğunu da göreceksiniz.
Türkiye sinemasında politik film çekiliyor. Yönetmenleri okuyunca çok politik soldan düşünen insanlar olduğunu görüyorsun ama mesela bu dağıtım tekelinin dışında mevcut egemen sinema sisteminin dışına kendisini atmadığı sürece bir şekilde o makinenin içinde yarattığı imajın içinde öğütülüp gidiyor. Filimin dağıtım biçimi; ulaştığı kitleyi de verdiği mesajı da etkileyen bir şey. Bu dağıtım kısmı önemli ve bunun aşılabilmesi bir sinema yapma biçimin önünü açacak bir şey.
Özcan Alper Kesinlikle karşılıklı bir ilişki. ‘Sonbahar’ı ne kadar başka niyetlerle yapsan da sinema salonuna gidince endüstri malı oluyor.
Serkan Acar: Buna karşı değiliz, bunu söylemiyoruz. Ama önemli olan şu; bu bahsettiğin süreci besleyebilmesi için sinema yapan insanlar dışında izleyicilerin de bizlere destek olması gerekiyor. İkincisi yerel yönetimlerin ciddi anlamda destek olması gerekiyor. Çünkü kitle örgütleri ve yerel yönetimler bu ikisinin desteğiyle bu dağıtım sürecini örgütleyebilir ve oradan geri dönüşlerle de yeni filmlerin üretimine katkı sağlayabiliriz.
Özcan Alper Sadece doğrudan film yapılmasına değil de gösterim süreçlerinde de insanların algılarında farklı farklı değişimler oluyor. Örneğin dün akşam öyle bir şey oldu. Gösterime gelen insanlar “politik sinema nedir” onu tartışmaya başlıyorlar. Dün akşam 15-20 dakika “Yılmaz Güney sineması neydi”, “niye daha sonra benzer filmler yapılmadı”, bunu anlatmaya açmaya çalıştım. İlk başta çok farklı bakarlarken bir 10-15 dakikalık sohbetin ardından fikirleri değişmeye başlayabiliyor. “Politik sinema siyaset yapan değil de siyasal olandır” diyorsun nasıl olduğunu anlatıyorsun. Ne olduğunu anlatıyorsun. Sizin sorduğunuz konuya gelince yönemten kendini solda ifade edip, filmi dağıtım ağına verdiğinde kendi kulesinde oturduğu sürece, kendini mahalleye, başka yerlere taşımadığı sürece toplumsal güçlerle omuz omuza destek vermeden, orda kendini hissetmeden üretim yapıldığında bir süre sonra iş konformize dönüyor açık konuşmak gerekirse. O yüzden artık o kişinin politik olarak ne söylediği beni bağlamıyor.
Serkan Acar Zaten bir süre sonra bir şey söyleyemiyor. Çünkü yaşadığı çevrenin dışına çıkamıyor sokağa inemiyor, insanlarla temas edemiyor. Toplumun içinde olup sorunları görmeniz sizin üretim sürecinize katkıda bulunan bir şey.
Özcan Alper: Ben bu filmi yapmadan yıllar önce alternatif sinema meselesinde düşünüyordum, “ne yapsak, ne etsek” diye ama o zaman örneğin ne sendikalar seni tanıyor ne sen onları arada bir ilişki kurmak zor. Dün akşam açılışta gördüm bir çok sendika temsilcisi vardı onlara mesela üç dört şey söyledim. Dediğim popüler filmler izliyor işçiler haftasonu, oysa sendikanın 500 kişilik salonu var sahip olunan ciddi olanaklar var bir tane sinema makinesi aldırın biz gelelim filmler seçilsin “adam gibi” filmler işçi sınıfını anlatan ya da bugün ki dünyayı anlatan. Hafta sonları işçiler, aileleri kendi sendika salonlarında ücretsiz olarak film izleyebilsin. İnsanlar çalışma hayatının içine hapis olacaklarına gelip film izlesinler. Üstelik bu konuda gelişen teknolojiyi kendi lehimize de çevirebiliriz. Üç dört yıl sonra sinemalarda da dijital video yaygınlaşacak. Bir tane betacam alsan; al çantanı istediğin yere taşı. Orada tek ihtiyacın üç dört tane kolon onu da koy çantaya. Beyaz bir perde ger istediğin yeri sinema salonuna çevirebilirsin.
Bu konunun üstünde özellikle durduk çünkü halkın emekçilerin kendi alternatif dayanışma ağlarını örmesi gerekiyor. Bunu sadece su hakkı gibi çalışma hakkı gibi konularda değil, kendi kültür hakkı mücadelesi için yapması gerekiyor. Kendi kültürünü yaratabilmek için ihtiyaç var bunlara. Ülke yakın tarihine baktığımızda 90’larla beraber siyasal olarak yeni bir biriktirme sürecinin yaşanması ve bu kuşağın kendi içinden çıkan çocuklarının kendilerini anlatımını ve tasvirini de beraberinde getirmesi bunu sinemaya taşıması söz konusu. Sonuçta toplumsal olarak yeni bir biriktirme, yeni ihtiyaçlar, yeni çelişkiler ve onunla beraber bu çelişkilerin çözümü için yeni yöntemler, yeni dayanışma ağları olacak. Dağıtımda farklı mecraları seçmiş olmanız ve bunu tabandan değiştiriyor olmanız önemli bunun için. Sadece Türkiye sineması için değil kültür hakkı mücadelesini örgütlenmek için de anlamlı bir şey.
Ekonomi politiğinden filmin içeriğine dönecek olursak her ne kadar hapishane filmi gibi lanse edilse de filmin içeriği farklı biraz bunu anlatır mısınız?
Özcan Alper: Az önce konuştuğumuz meselelerin Türkiye’de konuşuluyor olması daha anlamlı geliyor. İnsanların kafalarında bu yönde değişiklik sağlanması çok önemli. Filimin teması aşk ve ölüm. Her filmin bir evrensel teması oluyor F tiplerini yaşamış ve oradan çıkmış bir karakterin Karadeniz’de geçirdiği son üç ayını anlatıyor. F Tiplerini anlatmak başlı başına başka bir şeydi. Bu filmde ben daha çok o süreci yaşayan ve oradan çıkan bir karakteri anlattım. Çünkü Karadeniz’i anlatmak, Sovyetler Birliği ile ilgili de bir karşıtlık kurma derdim vardı. O yüzden hikayenin bu tarafını seçtim. Karakterin doğa içerisinde geçirdiği günleri anlatırken seyirciye zaman zaman onun nerden geldiğini anımsatmak için Brechtyen bir yöntemle 19 Aralık’tan gerçek görüntüler kullandım. Sürece dair flash backlerle ana karakter Yusuf’un hapishane geçmişini anlatmaya çalıştık. Bunda da gerçek arşiv görüntülerini kullandık.
Neden hapishane sürecini çekmemiş diye eleştiriler var.
Özcan Al
per: O bambaşka bir film olurdu. Ne olurdu onu söyleyeyim senaryo sürecinde bunu konuştuk, Cemil’le, cezaevinde yatan arkadaşımla da konuştuk uzun uzun. Önce F tipinde başlayıp sonra şimdiki hikayeye geçmek filmi bölecekti. Bu sefer de “ilk filmde her şeyi anlatmaya çalışmış ama anlatamamış” olacaktık.
Bir de biçimsel ve içerik olarak da farklı bir stil olması gerekiyordu. Mesela ‘Açlık’ filmi var Mart’ta onu getirmeyi düşünüyoruz Biz de dedik ki keşke imkanımız olsaydı önce ‘Açlık’ı gösterseydik sonra ‘Sonbahar’ı. Yurtdışına gittiğimiz çoğu festivalde de önce ‘Açlık’ı sonra ‘Sonbahar’ı gösteriyorlar. Kars’ta da öyle olmuştu. O filmin bittiği yerde bizim filmin başladığını, o filmin Türkiye’de mutlaka gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Martta kendi imkanlarımızla Türkiye’de gösterime sokmayı düşünüyoruz. İnsanlara ulaştırmak tartıştırmak istiyoruz. O film tamamen F tipi olgusunu anlatıyor ve sanatsal olarak çok başarılı. Cannes’da İlk Film Ödülü aldı ve aynı zamanda F Tipi sorunun nasıl bir şey olduğunu da anlatan bir film. Filmi izlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çünkü hapishane durumunu anlatan bambaşka bir biçim, başka bir iş. Orada inanılmaz sert bir şey var. Ben ise bu haliyle daha yavaş, daha iç dünyaya dönük nerdeyse konuşmayan, doğayı iç dünyasını anlatmak için kullanan bir biçim ve içerik tercih ettim. Doğanın kendisi de karakterin iç dünyasını yansıtıyor. Herkes filmde bu görüntüler için güzel diyor ama ben o güzelliği asıl olarak dışavurumcu bir şekilde karakterin iç dünyasını yansıtmak için kullanmaya çalıştım. Ama bu filmi gören biri gitsin F tiplerini anlatsın, “F Tipi sorunun diğer tarafını anlatan var ama bu tarafını anlatan yok” diyerek; zaten böyle yürüyecek bizim bahsettiğimiz sinema. O yüzden de “biz film yapmak istemiyoruz sinema yapmak istiyoruz” diyoruz. Dikine giden değil tabana yayılan ve daha çoğulcu. Bunun için varsa mesela böyle genç bir sinemacı düşlesin.
Dün 90’larda üniversitede okuyan bir izleyici ile konuştuk. Onun söylediği şey önemli: “Bizim kuşağın filmi ne zaman çekilecek diyordum ‘Sonbahar’ı ve ‘Bahoz’u izledim 90’ların öyküsünü anlatıyor” diyor. Şu an Türkiye solu hem yenilendi hem hareketlendi hem de yenilgi psikolojisini atıp…
Özcan Alper Evet yeni şeyler yapabiliriz demeye başladı.
Evet ve bunların hepsi bu eğilimi besleyen hem ilk öncüleri hem önünü açan bir durum yarattı. Birbirini besleyen ve geliştiren bir siyasi sinema için de bir nevi çağrı niteliği taşıyor aslında…
Özcan Alper Tabi mesela bir genç de gitsin DESA da direnen Emine Aslan’ı çeksin onun belgeselini çeksin. Biraz insanların aklına yaşadığımız toplumsal süreçleri görüntü diliyle anlatmak gelsin. Eskiden buna gerçekten çok uzaktık, olanaklar sinema sanatının ihtiyaçlarının pahalı olması. Ama olanaklar arttıkça bu fikirler de aşağı doğru yayılıyor.
Omuz omuza mı gidiyor muhalefet ve sanat?
Özcan Alper Bunlar birbirini çok destekleyen şeyler. Tarihsel olarak da baktığın zaman sanat, kültürün bir kolu olarak ilerliyor. Çünkü kültür daha üst bir şeydir; politika vardır onun altında felsefe vardır, toplum ne kadar politik olup ne kadar düşünsel felsefi olarak gelişirse sanat da o kadar çok besleniyor ve gelişiyor. Rönesansı düşünün, toplumsal hayattaki, bilimdeki gelişmeyle beraber gelişiyor. Sanata yansıyor, sanattaki gelişme topluma yansıyor. Ya da Rusya’da Narodnik hareket döneminde bir edebiyat dergisi 20 bin satıyor, edebiyat aynı dönemde ayağa kalkıyor. Bunlar birbirini çok destekleyen şeyler. Sinema söz konusu olunca daha büyük bir kitle sanatı olduğu için toplumsal hareketle bağı da çok daha fazla. Başında dalga örneklerini vermeye çalıştım. Mesela İtalyan Yeni Gerçekçiliği, İngiliz Özgür Sineması tüm bunlara baktığın zaman kendiliğinden 5 sinemacı bir araya gelip “biz bir sinema yaptık” diye çıkmıyor. Bize yabancılar özellikle çok soruyor bunu “Yeni Türkiye Sineması”, “Yeni Dalga” kavramı yapıştırıyorlar festivallerde. Biz böyle bir şey olamaz diyoruz. Burada 10 yönetmen varsa henüz bunların üçünü dahi birarada göremeyiz, birbirleri ile dahi ilişkileri yok.
Özcan Alper Hiç şunu görüyor musunuz toplumda bu denli sorun yaşanıyor bir sinemacı çıkıp entelektüel olarak tavrını ortaya koyuyor mu? Bu yokken nasıl dalga olabiliriz. Örneğin İtalyan Yeni Gerçekçiliği; 2. Dünya savaşı, Avrupa’daki yıkılma, ardından oradaki sosyalistlerin, entelektüellerin yeniden ayağa kalkma çabası ile oluşan şeyler. Mesela 68 hareketi en büyük temsilcisi kim? Godard.
Serkan Acar: Bu Türkiye için de geçerli 70’li yıllardaki Türkiye Sinemasını, Yılmaz Güney sinemasını yaratan ya da şu an da film üretmeyen ama o dönem iyi işler yapmış insanların durumunu açıklayan ne? Var olan toplumsal dalga, işçi sınıfı mücadelesinin güçlü olması ve sınıfsal çelişkilerin çok yoğun olmasından dolayı böyle bir çizgi oluştu. Günümüzde böyle bir şeyi söylemek için erken olur.
Özcan Alper Yeni Türkiye sineması hem toplumsal muhalefetle böyle bir bağ kurmadı henüz hem de teorik kısmı ile ilgili bir çoraklık var. Biz Yeni Film dergisinin çıkartılmasına katkıda bulunuyoruz, Yeni Sinema dergisini destekliyoruz 1000 satıyor. Düşünsenize. Yeni bir durumun olması için o dergilerin neredeyse mahallelere kadar girmesi gerekiyor. Yoksa sinema sanatı, sinema-kültür ilişkisi üzerine çıkan bir dergi 1000 satıyorsa olmaz. Ne zaman o dergi on bin satar ben derim evet bu ülkede artık alternatif sinema da olabilir bağımsız sinema da olabilir. Biraz hayalperest olalım ama kendimizi de şişirmeyelim. Sağlam adım atıp bunun nasıl olacağını insanlara da hissettirerek bir şey yaratmak gerekiyor. Ben bunun gelişebileceğine, alternatif şeylerin çıkabileceğine dair çok ciddi umut taşıyorum içimde. Bunu düşünüyorum açıkçası. 90’lı yıllarda üniversitede olan işte Kazım (Öz), Hüseyin (Karabey), biz… Bakıyorum o yıllarda o kursa gelen insanlar bir şeyler yapmaya başladı. On yıllık bir süreçte emekle beraber ortaya çıkıyor. Böyle işler ciddi emek istiyor. Nasıl politikada yıllarca uğraştıktan sonra meyvesini alıyorsan burada da öyle.
Serkan Acar: Birde 80 sonrası Türkiye sineması bir krizdeydi. Krizden çıkarken 90’lar itibariyle yeni yönetmenler çıktı dendi. Ama bunların hepsinin toplumsal muhalefetle ve onun ana damarıyla ilişkileri çok zayıftı. Hatta onlardan kaçıyorlardı, daha çok bireysel filmler yapmaya yöneldiler. Bu da sonuçta bahsettiğimiz hem sinemanın felsefi ve teorik tarafının gelişmesine ve halkla bir bağ kurulmasına engel oldu hem de toplumsal meselelerin filmlerde yer almasına engel oldu. Bu bir tür kriz dönemiydi. Fakat şimdi sonuçta bizim geldiğimiz toplumsal ve siyasal taban uzak olmadığımız bir şey ve biz zaten yola çıkarken de sinema yapmayı bunlarla bağlantılı gördük. Bu bağlantıları kurarak sinema yapmak bizim için önemliydi. Motivasyonumuzu oradan alıyoruz açıkçası.
Film Karadeniz insanını farklı veriyor.Karadenizliler TV’de filmlerde hep komiktir onların komiklikleri anlatılır. Benzer biçimde Karadenize fuhuş için gelen kadınlara dışardan etiketleme söz konusudur.
Gerçek öyküsü ile yer bulamaz arkasında ne bıraktığı ne yaşadığı yoktur. Solcu karaterler içinde geçerlidir onlar hep yenik yada halka güvenmeyen insanlardır. Sonbahar’da temsiliyet farklı ve gerçekçi.
Özcan Alper: Bence mesela filimin en politik taraflarından birisi bu. İlk kez Karadeniz’i başka türlü görüyoruz başka türlü algılıyoruz. Karadeniz üç beş çapulcudan ibaret değil, solcular var, sosyalistler var orada bir gelenek var. Ama gittikçe yenildiğimizi yalnız kaldığımızı hissediyoruz. Bu film Karadeniz’de solcular için “her şeye rağmen varız” anlamına geliyor. İkincisi Türkiye’de çok kimlikli yapı Kürt sorunu düşünüldüğünde ciddi sorun oluyor. Ama sen çıkıp Karadeniz’de sistemin oraya karşı kullandığı bir cepheden, “hayır burada da kendine özgü kimlikler kişilikler karakterler var” diyorsun. Bu insanları kendi dilleri, kendi renkleriyle, ağıtlarıyla yerel müzikleriyle doğasıyla anlatıyorsun. Yıllarca egemen ideolojinin prototipleştirdiği Fadime’li-Temel’li Karadeniz fıkralarının dışında ortaya gerçek karakterler çıkarttığın zaman çok ciddi bir şey oluyor. Filmin en politik yanı bu bence. Filmi politik kılan, siyaset yapmayan ama siyasal olmasını sağlayan ögelerden biri de bu. Mesela Ankara’daki söyleşi de biri kalkıp diyor ki Lazca niye kullanmıyorsunuz? 8 yıl önce “niye Hemşince çektin” diye sorulurdu. İnsanlar bu gerçeği sanatla gördükleri zaman bunun kendilerinin parçası olduğunu kabullenmeleri söz konusu. Ya da başka birisi diyor ki “Hemşince Gürcüce tamam ama”, “ama”nın ardından ben de “neden Kürtçe olunca tamam değil” diye soruyorum. Artık halklar arasında köprü kurulmasında umutsuzluk ortaya çıkmışken birleri de sistemin belirledikleri dışında başka kültürel unsurlar gösteriyor.
Sizin başardık dediğiniz nokta nerde oldu, nerde başardık dediniz?
Özcan Alper: Biz kağıt üstünde bir şey yaptık ve onunla yola çıktık. Filmin kurgusu boyunca arkadaşımızla oturup kendi içimizde tartışarak, eleştiriler yaparak neresi oldu neresi olmadı diye tartıştık. Kendi içinde başarılılık meselesi eksiklikleri var tabi ama biz kendi aramızda kurgu bittiği zaman oturduk ve anlatmak istediğimizi de düşünerek “olmuş mu” dediğimiz zaman “evet olmayan şeylere rağmen yapmak istediğimiz buydu ve bundan sonrası filmin kendi serüveni” dedik. Vicdanımız rahatladı. Ama ondan sonra gittiği ilk festivalde ödül aldı başka başka festivallerde ödül aldı. Kendini içinde hissetmen onun arkasında durman çok önemli. Ne anlatmak istiyorum? Durduğum yer doğru mu? Sonuçta filmde öyle ince çizgilerde var politik olarak mesela ben film boyunca sürekli en çok üzerinde durduğum karakterin yenilmiş gibi anlaşılmamasıydı. Öyle bir kaygım vardı. Yenilmiş gibi göstermek ne kadar içsel bir hikaye anlatmış da olsak en büyük korkumdu. Sakın gene solcular yenildiler küstüler mi gibi yansımasın kaygılarım vardı. Böyle bir kaygı oldukça bir şekilde filme de geçiyor. Yurtdışında festivallerde en çok sosyalizm tartışıldı. Bana en sık sorulan sorulardan birisi oradaki basın toplantılarında özellikle eski Sovyet ülkelerinde “Yusuf yaşasaydı sosyalist olur muydu?”. Ya da siz “sosyalist misiniz?”, “Evet sosyalistim” diyorsun bazı yerlerde çok enteresan tepkiler geliyor. O zaman “peki neden sosyalist olduğumu merak etmiyor musunuz?” diye soruyorum. “Tabi ki sosyalizm, sizin alternatifiniz kapitalizm mi diyorum” kala kalıyorlar. Bangok’ta iyi bir seyirci kitlesi vardı hiç aklıma gelmeyen sorular ve bağlantılar kuruyorlar “evet sosyalistim” dedim bir baktım salonda alkış koptu. En son Estonya’da çok iyi bir şey oldu üniversite öğrencileri ile oturduk sadece sosyalizm, reel sosyalizm tartıştık. Basit basit sorular sorarak ilerledim. “Sosyal devlet olgusu nedir biliyor musunuz?” diye sordum. Bir tanesi “İsviçre gibi ülkelere mi deniyor?” dedi. Sonra sosyal devlet olgusunun batıda nasıl çıktığını 90’ardan önce refah düzeyinin aynı zamanda Sovyet sisteminin artıları olduğunu yavaş yavaş anlattık. “15 yıl önce konut sorunu duydunuz mu ailelerinizden”, “hayır”. “Sizi okutmak gibi bir dertleri var mıydı”, “hayır”, ya da “sağlık sorunu var mıydı”, “yok”. Bütün bunlara sahipken bu sistem nasıl kötü. Hepsi hem okuyup hem çalışmak zorunda ağır bir gelecek kaygısı. “Karşılaştırın” diyorum. Bizim için o tarafı da iyi oldu gidip oralarda doğrudan Sovyetler ve reel sosyalizm hakkında konuştuk. Saray Bosna’da çok ilgi gösterdiler, Gürcistan’da gösterime girecek. Film bizim için sadece Türkiye’ye dair değil bu coğrafyaya dair. Bütün Kafkasya meselesi bir taraftan ona dair de bir şey kırıyorsun. Tiflis Festivali’nde Bush’un adını vermişler sokağa. Devletlerin politikaları değişebilir ama halkların bu kadar aşağılanmaya sessiz kalması tarihsel olarak çok acı ve onur kırıcı. Benim için devletler değil halklar önemlidir. Benim için bu olanakları yaratma açısından da film başarılı
Teşekkür ederiz
Röportaj: Sendika.org – Foto: Efe Nalçacı