Dünyada yaşanan ekonomik krizin ilk etkileri Türkiye’yi vurmaya başladı. Fabrikalar, işyerleri kapanıyor, binlerce emekçi işsizliğin kucağına terk ediliyor. Diğer yandan, Kürt hareketi AKP’yi Kürt illerinde adeta tecrit ederken, T. Erdoğan “tek vatan, tek devlet, tek millet”, “beğenmeyen çeker gider” sözleriyle sürece dâhil oldu. Bu sözler basitçe tepkisel bir ruh halinin ifadeleri olarak değerlendirilemez. Bu söylem […]
Dünyada yaşanan ekonomik krizin ilk etkileri Türkiye’yi vurmaya başladı. Fabrikalar, işyerleri kapanıyor, binlerce emekçi işsizliğin kucağına terk ediliyor. Diğer yandan, Kürt hareketi AKP’yi Kürt illerinde adeta tecrit ederken, T. Erdoğan “tek vatan, tek devlet, tek millet”, “beğenmeyen çeker gider” sözleriyle sürece dâhil oldu. Bu sözler basitçe tepkisel bir ruh halinin ifadeleri olarak değerlendirilemez. Bu söylem birçok kurumu ele geçiren AKP’nin devletin tümü adına konuşmaya başladığını; ana kurumları, özellikle de orduyu kucaklama hedefiyle hareket ettiğini açığa çıkardı. Kürt sorunundaki bu çizgi değişimi, AKP ile liberaller ve kimi İslamcılar arasında sert bir kırılmaya yol açtı. F. Koru’nun günün ruhunu yansıtan “Obama gibi geldin, Bush oldun” veciz ifadesi, T. Erdoğan’ın “sevsinler seni”, “yazıklar olsun” sözlerindeki hayal kırıklığıyla karşılandı. Ayrıca T. Erdoğan’ın G-20 toplantısı için gittiği ABD’deki temaslarında da, en belirgin olarak Kürt sorununda kendini gösteren yeni yaklaşımı yüzünden eleştiri aldığı sıkça dile getirildi. Geleneksel sermaye ise AKP’yi IMF ile anlaşmaya zorluyor. AKP’nin işverenler ve halk karşısında köşeye sıkışmışlığı artarken, sokaklar da ısınmaya başladı. Aleviler bu sürece soldan müdahale edeceklerini son derece kitlesel geçen Ankara mitingiyle ilan ettiler. Küçüklü, büyüklü gösteriler yayılırken, toplumun eylemlere katılımı artıyor. İktidardaki sertleşme emareleri ise belirginleşiyor.
***
Böylesi hareketli bir döneme girerken, “AKlamıyoruz, HAKlıyoruz” kampanyasını daha yakın mercek altına almak, önümüzdeki mücadele sürecine dair doğru bir bilinç oluşturmak açısından anlamlı. Kampanya ve 2 Kasım mitingi, neo-liberal politikalara karşı siyasal hedeflere sahip güçlü bir halk hareketinin yaratılabileceğini gösteren önemli bir deneyim oldu. Hak(lar) mücadelesi, devrimciler için hiçbir zaman, sadece üç-beş ürüne yapılan zamları geri aldırtma ya da maaşları beş-on lira yükseltme mücadelesi olmadı. Her zaman örgütlü halk bilinci yaratmayı amaçlayan ve siyasal iktidarı (almayı) hedefleyen bir mücadele oldu. Artık bu hedef çok daha berrak görülebilir ve çok daha yaygın kabul görebilir durumda. Henüz yolun başında bulunulduğunun bilinciyle tercih edilen “politik çizgi” ve hayata geçirilmeye çalışılan “tarz”, aynı zamanda geleneksel sol için de ezber bozucu özellikler taşıyor. Ülkemizde “sol” siyasal muhalefet denilince iki tür politika öne çıkıyor. Ya sistem tarafından yaratılan güncel saflaşmalarda taraf tutmak (laik-anti laik, ulusalcı-gerici) ya da sadece “devrimcileri” ilgilendiren konularda toplumu ayaklanmaya çağırmak. Oysa basitçe “hak mücadelesi” şeklinde ifade edilebilecek bir politik çizgi, halk ile egemenler arasında bir saflaşmanın hangi eksende kurulması gerektiğini gösterdiği gibi, diğer gündemlere de nereden ve nasıl müdahale edileceğini tarif ediyor.
Öte yandan bu mücadelede kullanılan “yöntem”, geleneksel solun ezberini oluşturan, “araç”ları her zaman önde tutma tarzını da sarsmaktadır. Bilindiği üzere ülkemizde siyasal muhalefet yapmanın “olmazsa olmaz” şartlarından biri; yasal ya da yasadışı bir parti formunda örgütlenmiş olmaktır. Eğer böyle değilseniz siyasal (iktidar) mücadele vermiyorsunuzdur! Üstelik böyle bir formda örgütlenmiş olmanız yetmez; ek olarak, ne söylerseniz söyleyin, kendi örgüt isminizi en önde söylemeniz gerekir (Biz … partisi olarak…). Eğer tek başınıza gücünüz yetmiyorsa, ittifaklar kurmalısınız (Biz … bileşenleri olarak… ). Kuşkusuz derdimiz, bu araçların yanlışlığını/işlevsizliğini iddia etmek değil. Derdimiz, aracı fetişleştirmeden de siyasal mücadele verilebileceğini ve böylesinin daha da “iyi” olacağını anlatmak.
Tüm olumlu yanlarına rağmen 2 Kasım mitinginin ve öncesinin nesnel ve öznel eksikliklerinin gözden kaçırılmaması gerekli. Halkın kendiliğinden tepkisinin açığa çıkarılması hala çok yoğun emek harcanmasıyla mümkün. Halk düşmanı politikaları artık iyice açığa çıkmış bu hükümete karşı, somut hak alma biçimlerini içeren ve meşruluğu uzun yıllardır test edilmiş araçlarla sürdürülen bir mücadele bile, kendiliğinden güçlü katılım ve yayılım sağlamak için yeterli olmuyor. Devrimcilerin istikrarlı, özverili ve “içeriden” çalışması hala çok belirleyici. Sistematik olarak kapı kapı gezilen, yüz yüze faaliyetin düzenli yapıldığı yerlerde elde edilen başarı bunun kanıtı. Ayrıca fiili-militan mücadelede dar ve geniş eylemlerin uyumlu, birbirini besleyen bütünlük içinde gelişmesi, özellikle böylesi hareketli bir döneme uygun, doğru mücadele çizgisine örnek oluşturuyor.
Bunun yanında sadece propaganda faaliyetiyle sınırlı bir çalışmanın darlığı da görüldü. “Hak mücadelesi” basitçe soyut bir kavramın belletilmesi olamaz, mutlaka somut içeriklere bürünmek, kazanmayı amaçlayan mücadele pratiklerine dönüşmek zorunda. Bunun yapılabildiği yerlerdeki görüntünün ne kadar farklılaştığı Ankara’da kanıtlandı.
Barınma hakkının sadece bir propaganda olmaktan çıkarılıp ete kemiğe bürünmesinin yarattığı ayırt edicilik diğer “hak alanları” için de gerçekleştirilmeli. Diğer yandan haklar alanının sadece bilindik gündemlerinin (eğitim, sağlık, enerji…) dışında yeni örneklerine tanık olundu. En etkileyicisi engellilerin kendi haklarıyla ilgili somut mücadele deneyimleri üzerinden, sosyalistlerin bir mitinginde ilk kez kortej oluşturulması ve yine ilk kez kürsüden kendi alfabeleriyle hazırladıkları bir metni okuyarak kendilerini ifade etmeleriydi. Bu mücadele çizgisinin devamında belki de en önemlisi; “hak mücadelelerinin” sadece toplu halde verilme zorunluluğunu ortadan kaldırmak olacaktır. Her bireyin tek başına bile olsa temel haklarına sahip çıkması ve bunun için kavga edebilme cüretini göstermesinin örneklerini arttırmak gerekli. Nasıl ki AKP’liler artık koruma ordusu olmadan dolaşamaz, protesto edilme korkusuyla sadece ayıklanmış topluluklara konuşma yapabilir hale geldilerse, her hak gaspı da, her keyfilik de, her zorbalık da benzer bir tutumla karşı karşıya kalmalı. Toplumsal kavga kişisel kavgayla örtüşmeli.
***
İçinden geçtiğimiz dönemin temel mücadele eksenleri olan “ekonomik kriz, Kürt sorunu ve yerel yönetim seçimlerine” ilişkin gelişmelerin hızlanacağı görülüyor. Ekonomik krizin hayatı çok daha zorlaştıracağı ve faturasının emekçi halka çıkarılacağı aşikâr. Son G-20 toplantısı gösterdi ki, emperyalistlerin bu dönemde kendi aralarında anlaşmaları çok zor. Ama bunun yanı sıra alayının hemfikir olduğu tek konu, kapitalizmin krizden çıkış yolunun dünya halklarının daha fazla sömürüsünden geçtiği. Emperyalistler, işbirlikçilerinin tepesine binerken, işbirlikçiler de halkların tepesine binecekler. T.Erdoğan’ın toplantının hemen ardından IMF ile anlaşma yapma arayışıyla masaya oturmasının başka bir anlamı var mı?
Bu dönemde toplumsal muhalefetin üzerinde yükseleceği ana eksen ekonomik krize karşı, krizin faturasının halka çıkarılmasına karşı mücadele olacak. Kriz karşısındaki ilk hareketsizlik ve dağınık tepkiler özellikle sendikaların dağınık görüntüsünü daha da katmerlendiriyor. Böylesi derin bir kriz anında, devletin ve sermayenin sendikaları rahat bırakmayacağı ortada. Bu doğrultuda özellikle Türk-İş ve DİSK’e dönük güdümleme gayretlerinin yoğunlaştığı hissediliyor. Ayrıca evvelce fazla üzerinde durulmayan, ama son dönemlerde medyanın manşetlerine taşınan, sendikalardaki yolsuzluk haberlerinin öne çıkarılmasını da, geleneksel sendikacılığın çür