Son yıllarda çeşitli alanlarda yapılan araştırmalar kadınların toplumsal yaşam içindeki etkilerinin gittikçe azaldığını ortaya koymaktadır. Bunun anlamı kısaca ya da açık bir deyişle şudur ki; kadın, toplumsal üretim ve politikalara hiçbir etki ve fayda sağlamayan bireysel alan niteliğinde olan ev’e kapanıyor. Kadının eve kapanması demek, erkeğin etkin olduğu alanlardan uzaklaşması, cinsiyete dayalı ayrımcılık zemininin güçlenerek […]
Son yıllarda çeşitli alanlarda yapılan araştırmalar kadınların toplumsal yaşam içindeki etkilerinin gittikçe azaldığını ortaya koymaktadır. Bunun anlamı kısaca ya da açık bir deyişle şudur ki; kadın, toplumsal üretim ve politikalara hiçbir etki ve fayda sağlamayan bireysel alan niteliğinde olan ev’e kapanıyor. Kadının eve kapanması demek, erkeğin etkin olduğu alanlardan uzaklaşması, cinsiyete dayalı ayrımcılık zemininin güçlenerek geliştirilmesi de demektir. Kadın ev gibi özel, bireysel, toplumsal ilişki alanlarına esas anlamda kapalı bir kutu içine hapsolunca, dışarıda hayatın her alanında dışlanmış olarak, kadın-erkek eşitliğine ilişkin değerlendirmelerde de haliyle ‘dipte kalan’, göz göreneğinde olmayan bir cins konumuna düşmektedir.
Toplum nüfusumuzun yarısı denilebilecek bir rakam bugün kadınlardan oluşmaktadır. Çalışabilecek durumda dediğimiz aktif iş gücü potansiyelinde olan kadınların ise ancak %22,5’u çalışmaktadır. Bu oran daha 2 yıl önce %25 düzeyindeydi. Gün geçtikçe Türkiye’de kadın istihdamına ilişkin rakamlar küçülmektedir. Tabii bir yandan istihdam oranı düştükçe küçülen rakamlar, diğer yanda evde oturan kadın sayısında, okullu olmayan kadın sayısında, diplomalı mesleğe sahip olmayan kadın sayısında ise büyüyen rakamlarla kendini göstermektedir. Bir başka deyişle evde oturan kadın sayısı toplumdaki cinsiyet eşitsizliğine ilişkin rakamları çarpıcı bir şekilde geliştirmektedir.
Örneğin, Dünya Ekonomik Formu’nun kadın erkek eşitliği verilerine ilişkin yaptığı çalışmada Türkiye 2007 raporunda 130 ülke arasında sondan dokuzuncu olarak 121.sırada yer almıştı. 2008 yılı raporunda ise sondan yedinci olarak 123.sırada yerini aldı. Belirtmek gerekir ki söz konusu araştırma salt istihdam açısından yapılan bir araştırma değil. “2008 Küresel Cinsiyet Eşitliği” başlığı altında sunulan rapor ekonomik olduğu kadar, sosyal, siyasal alandaki örgütlenme, ücret, eğitim, yönetsel vb. kimi verileri de içeriyor.
Dünya Ekonomik Formu’nun verileri bir yana, ekonomik kıskaç ve sefalet altındaki toplumumuzda kadının sosyal yönden de erkek egemen güç ve iktidar ilişkilerinin ve buna bağlı olarak İslam inancına dayalı siyasal propagandanın nasıl biçimsel bir aracı haline getirildiğini, hayatın içinde rakamsız olduğu kadar, sözcüksüz de görebilmemizi olanaklı hale getirdi.
Kadının bedeni, kadının saçı, başı boynu, AKP odaklı gerici faşist iktidar politikasının bir malzemesi haline getirilirken, olan toplumsal rolü açısından kadına; özellikle de iş ve örgütlenme alanlarından ötelenen kadına oldu. Öyle ki üst bürokrasi ve sermayeye sözcülük yapan kurumlarda bile kadına karşı cins ayrımcı politikaların etkisini görmek de olanaklı. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunlarını Araştırma Merkezi (KSGM)’nin 2008 verilerine göre TÜSİAD hariç (Aydın Doğan’ın erkek çocuğu olmadığından olsa gerek),sermayenin diğer meslek odalarında (İstanbul Ticaret Odası, İstanbul Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası, Ankara Ticaret Odası, Ankara Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası, MÜSİAD, Türkiye Ziraat Odaları Birliği, TOBB) yönetiminde hiçbir kadın bulunmamaktadır. Kadınların meslek olarak en çok yer aldığı dallardan biri olan avukatların örgütü olan Türkiye Barolar Birliği’nde bile kadının temsil oranı sadece % 9.09 düzeyindedir.
Aynı şekilde kadının çalışma yaşamında sayısal varlığının gerilemesi yanında, çalışan kadınların örgütlenme içindeki yönetsel düzeylerinin düşük olduğunu bilmekteyiz. Aşağıdan yukarıya işyerini başlangıç birimi olarak ele alırsak sendika şubesi, genel merkez, federasyon yapılanmasına doğru çıkıldıkça yönetici kadın sayısı da düşmektedir. Tüm bu göstergeler toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinin kabaca örneklerinden bazılarıdır.
Kadının eve kapanmasının asıl sonuçlarından biri ise bugün düne göre daha fazla açığa çıkan şiddet unsurudur. Ekonomik açıdan bağımlı ve güçsüz olan kadın bunun sosyal yansımalarından biri diyebileceğimiz şiddetle daha çok yüz yüze gelmektedir. Hayatın asal gücü olan ekonomik erke sahip olmayan kadın, hayatın diğer alanlarına ilişkin de kendi öz iradesine dayalı bağımsız karar verme gücünden önemli ölçüde yoksun kalmaktadır. Buna karşı kadın bir direnç geliştirdiğinde ya baba, ya erkek kardeş, ya koca dayağına maruz kalabilmekte. Tabii buna sokağa çıkıp insanca bir yaşam ve düzen isteme talebini haykıran kadınların, sırf kadın olmalarından ötürü polis tarafından cinsel aşağılamaya, tacize dayalı küfürleri eşliğinde inen coplardan dolayı devletin terörünü de özellikle eklemek gerek. Polisin gösteri anında kadına yönelik psikolojik saldırıları erkek egemen gücü de içinde barındıran gerici faşist sistemin kadına bakışının polis küfrü ve copu üzerine kadar uzanan silsileler zincirinin bir halkasından başka bir şey değildir.
Kadının üretimden dışlanarak ev gibi bir alana hapsolması onun toplumsal rolünü zayıflattığı kadar, bireysel açıdan güçsüz ve korunaksız bir konuma da sokmaktadır. Değişik alanlarda şiddete ve dayağa maruz kalan kadınların özellikle ev içinde gördükleri şiddetin bahaneleri olarak beliren şeyler tam da üretim birimi açısından evin darlığına uyan cinsten… Kadın, yemeğin tuzlu ya da soğuk olması, kapıyı geç açması, sobanın yanmaması, giysileri iyi ütüleyememesi, doğurduğu çocuğun babaya benzememesi, hasta olması, iyileşememesi, çalışmak istemesi, erkeğin tuttuğu takımın yenilmesi, erkeğin işsiz kalması, evde ekonomik sıkıntı yaşanması gibi sudan denilebilecek şeyler bahane edilerek dövülmektedir. (Şefkat-Der Kadın Hayata Tutunma Evleri Raporu’ndan- 23 Kasım 2008) Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Şeref Özer ise bu konuda yaptığı açıklamada “Milyonlarca kadın için ‘ev’, şiddetin en yoğun ve o derece gizli yaşandığı mekândır” diyerek, kadınların eğitim düzeyi düştükçe fiziki olarak şiddet görme oranının yükseldiğini de belirtmektedir.
Kadının kadın olmasından dolayı yaşadığı gündelik sorunlardan birinin de kadınların ve kadın örgütlerinin mücadelesi sonucunda, kadına yönelik sistematik (baba, koca, devlet) bir şiddetin olduğu bariz şekilde açığa çıkmıştır. Ancak elbette ki ‘şiddet’ sorunu yeni bir olgu değildir. Sadece kadın sorununa ilişkin duyarlılığın gittikçe gelişmesi, çarpık ekonomik temel üzerindeki feodal gerici, ataerkil baskıyı da açığa vurmuştur. Dolayısıyla ev içindeki dayağın gündelik bahanesi ne olursa olsun, kim tarafından uygulanıyor olursa olsun (baba, koca, erkek kardeş) bu gücün ekonomik yapıdan kaynaklandığını, son kertede çözümün de asıl olarak burada aranması gerektiğini vurgulamak gerekiyor. Kadının eve hapsedilmesi kadının ekonomik, sosyal ve bunun içinde cinsiyetine bağlı sorunlarını daha da ağırlaştırdığı bir gerçek. Yoksa çalışan kadın dayak yemiyor diye bir şey elbette yok. Fakat kendi içinde kıyaslama yapıldığında evdeki kadının avuç içinde kalmış bir böcek gibi ezilmeye müsait olduğu, hayati önemi olan eş seçiminde bile asla özgür olmadığı toplumsal gerçeğimizin bir parçasıdır. Bunun için kadının özgürleşmesi perspektifinde onun toplumsal üretime dâhil edilmesini, kadın için istihdam alanları açılmasını talep etmek bütün ezilenlerin görevidir.