Türkiye, dünyayla birlikte çok sarsıntılı bir dönemeçten geçiyor. Ortaya çıkansa sadece ekonomik bir iflas manzarası değil. Dev finans tekelleri ve ABD egemenliği iflas ediyor; sermayenin neo-liberal politikalarının meşruiyeti sarsılıyor. Türkiye’de sermaye yanlısı “büyüme” politikalarıyla, Genelkurmay-AKP işbirliğine dayalı “Kürt siyaseti” çuvalladı. Egemenler son haftalarda özellikle Kürt hareketinin yarattığı basınç altında gündemi belirleyemez hale geldiler. Yaşanan sarsıntı […]
Türkiye, dünyayla birlikte çok sarsıntılı bir dönemeçten geçiyor. Ortaya çıkansa sadece ekonomik bir iflas manzarası değil. Dev finans tekelleri ve ABD egemenliği iflas ediyor; sermayenin neo-liberal politikalarının meşruiyeti sarsılıyor. Türkiye’de sermaye yanlısı “büyüme” politikalarıyla, Genelkurmay-AKP işbirliğine dayalı “Kürt siyaseti” çuvalladı. Egemenler son haftalarda özellikle Kürt hareketinin yarattığı basınç altında gündemi belirleyemez hale geldiler. Yaşanan sarsıntı daha da derinleşecek: Ekonomisinin kaderi uluslararası sermayenin yeni saldırı politikalarına, siyasetinin kaderi ABD’nin seçim sonrasında gündeme gelecek yeni Ortadoğu stratejilerine bağımlı olan Türkiye, büyük kapışmalara ve mücadelelere gebe. Bölgedeki Amerikancı güçlerle birlikte AKP hükümeti ve sermaye yeni ve zor tercihlerle karşı karşıya kalacak. Kapışma önümüzdeki dönemde üç temel eksen üzerinde şekillenecek: Kriz, Kürt sorunu ve yerel seçimler.
Önümüzdeki dönemde yaşanacak olan çatışmayı belirleyecek en önemli eksen, kuşkusuz kriz. ABD Merkez Bankası eski başkanının “yüzyılda bir görülebilecek büyüklükte bir kriz” şeklinde tanımladığı uluslararası finans krizi, dünya çapında gerçek bir ekonomik durgunluğa dönüşmeye başladı. Durgunluğun ne kadar süreceği ve ne tür yeni çöküşlere yol açacağı henüz belirsiz. Ama sermaye tüm dünyada işten çıkarmalar, kamu harcamalarında yeni kısıntılar, yeni IMF anlaşmaları gibi önlemlerle krizin faturasını emekçilere ödetme adımlarını atmaya başladı. Daha 2008 krizi patlak vermeden büyüme hızı duran, enflasyonu iki haneli rakamlara fırlayan, cari açıkları hızla tırmanan Türkiye, krizden en çok etkilenmesi beklenen “yükselen piyasalardan” birisi. Böyle bir ortamda, ABD hapşırsa nezle olan bir ülkenin başbakanı tarafından sarf edilen “ekonomik kriz bizi teğet geçecek”, “ekonomik kriz bizim için fırsat olabilir” gibi sözler, Erdoğan’ın yeni bir saçmalamasından öte anlamlara sahip. Çünkü Erdoğan, “bizim” derken, ülkenin ya da emekçi halkın genel çıkarlarını değil, öncelikle AKP iktidarı ve AKP yanlısı sermayenin çıkar ve fırsatlarını kast ediyor. Kriz ve yerel seçim ortamında tam bir sinsi bezirgân taktiğini uygulamaya çalışıyor.
TÜSİAD’ın IMF ile yeni bir anlaşma yapılması önerisine karşı esip püfüren Başbakan Erdoğan’ın, 22 Kasım’da, Bush’un giderayak düzenleyeceği uluslararası kriz zirvesine katılmak üzere ABD’ye giderek, IMF ile yapılacak yeni bir stand-by anlaşmasını açıklamaya hazırlandığı ortaya çıktı. Ancak Erdoğan, anlaşmanın hazırlık süresini uzun tutup, yürürlüğe girme tarihini Ocak ayına kadar uzatmayı ve IMF’nin ilk gözden geçirme ziyaretini Nisan ayına, yerel seçim sonrasına ertelemeyi planlıyor. Böylece AKP bir taşla birçok kuş vurabilecek! Zoraki ve nazlanarak yapılmış görüntüsü verilen IMF anlaşmasının hazırlık sürecinde, yüzde 75’lik doğalgaz zammında olduğu gibi fahiş zamlar yağdırılmaya, ücretler dondurulmaya, kamu yatırımları kısılmaya devam edilecek. Öte yandan, IMF anlaşmasını, AKP’nin kriz ortamında yandaş-yeşil sermayeyi kollamasına ve yerel seçim koşullarında “popülist politikalar” yürütmesine karşı koruyucu kalkan olarak kullanmak isteyen TÜSİAD ve geleneksel sermayenin ağzına bir parmak bal çalınmış olacak. Ancak AKP süreçten esas yararı, sermaye alanındaki tahkimatını güçlendirerek elde etmeye çalışacak. IMF tarafından Türkiye’ye açılması planlanan 10 milyar dolarlık kredi, “Körfez sermayesi” gibi, akacak güvenli mecra arayan yeni finansal kaynaklarla birlikte, krizden en çok avantaj elde etmesi beklenen; AKP sermayesinin yoğunlaştığı enerji, pazarlama ağları gibi yeni sektörleri kayırmak ve geleneksel sermayenin konum kaybını hızlandırmak için kullanılacak. AKP’nin, böyle bir “kurtarma operasyonu” karşılığında emperyalist patronlarına hangi kirli siyasal vaatlerde bulunacağı önümüzdeki dönemde berraklaşacak.
AKP’nin bu sinsi tüccar siyasetinin, dünya krizinin çapıyla kıyaslandığında ekonomiyi toptan çöküşten kurtarmakta ne ölçüde başarılı olacağı belirsiz olsa da, kesin olan noktalar var: Krizin etkileri derinleştikçe, sermayenin iki kesimi arasındaki kapışma da yeniden siyasal biçimler kazanacak. Ancak krizden elde edilecek yağmalar noktasında kapışacak olsalar da, kısa vadede sermayenin bütün kesimlerinin ve uluslararası sermayenin AKP hükümetinden beklentileri ortak: İşten çıkarmaları kolaylaştırma, sermayeyi kurtarma operasyonları, daha fazla yoksullaştırma, daha fazla zam; kamusal hak gaspı ve su, altın ve enerji gibi doğal kaynakların yağmalanması.
Kürt hareketinin son ataklarıyla birlikte, Kürt illerine girmekte dahi zorlanan, yerel seçim sürecindeki en önemli kozlarından birisini kaybeden AKP’nin geleneksel sermaye ile kapışma noktasında daha sessiz ve derinden gitmeyi tercih edeceği görülüyor. Aynı anda iki cephede birden savaş istemeyen Erdoğan’ın, Güneydoğu’da yediği tekmenin sıcağıyla IMF’ye koşması bu yüzden şaşırtıcı değil. IMF anlaşması hazırlığının açıklandığı günlerde, Genelkurmay Başkanlığı tarafından Doğan grubuna verilen 3 saatlik karargâh brifinginden sonra, Ertuğrul Özkök’ün “keşke ülkemin başbakanı, terör örgütüne meydan okurcasına meydana çıkarken onu yalnız bırakmasaydım” sözleri de kısmen bu çerçevede anlaşılabilir.
Ancak bir ucu IMF ile yapılan anlaşmaya, öteki ucu Genelkurmay-Doğan Medya görüşmelerine uzanan egemenler yakınlaşması, sermayenin kriz eksenindeki iç kapışmasını erteleyecek gibi görünse de, Kürt sorununda artık mızrak “çuvallayanların çuvalına” sığmıyor. “Kürt sorununun çözümü” konusunda bölge halkını AKP’lileştirme görevini üstlenen T. Erdoğan çuvalladı ve son yaptığı gaflarla birlikte AKP’nin bölgedeki tecrit sürecini hızlandırdı. Kürt sorununu, cemaatler, yardım dernekleri, imamlar ve TOKİ aracılığıyla Kürt yoksullarının cebine üç-beş kuruş tutuşturup, tevekkül duygularını yeşerterek başından savma planının, ham hayal olduğu ortaya çıktı. Kürt tabandan umut kesen Erdoğan’ın, bölgedeki “ya sev ya terk et” sözlerinin ardından, İstanbul’da gösteri yapan Kürtler’e pompalı tüfekle ateş edenlere anlayış gösterip “vatandaşlarımın sabrı daha ne kadar sürer bilemiyorum” diye konuşması, AKP’nin klasik sağcı-ırkçı Türk-İslam zihniyete ne kadar çabuk geri çekilebileceğinin göstergesi oldu.
Sürecin diğer çuvallayanı ise, 30 Ağustos’ta apoletlerini takıp “benim yeni planlarım var” edasıyla icraatlarına başlayan Genelkurmay Başkanı Başbuğ. PKK’nin erken inisiyatif alması, “yeni planın” 25 yıldır tedavülde olan plandan başka bir şey olmadığını açığa çıkartırken, Başbuğ’un görev süreci boyunca hiçbir farklı girişiminin olmayacağı görülüyor: Genelkurmay cephesinde, “elinde çekici olanın, her sorunu çivi gibi görmesi” geleneği devam edecek. PKK’nin aldığı inisiyatifte ise, kendisine karşı uygulanacak kapsamlı bir saldırı programını engelleme taktiği kadar, Kuzey Irak’taki gelişmeler ve yerel seçim sürecine girilmiş olması da etkili oldu.
Ekonomik kriz ve Kürt sorunu gibi düzenin iki kronik, yapısal sorunu yerel seçim düzleminde yaşanacak gelişmeleri belirlerken, CHP’nin yerel seçimlerde kriz karşısında geleneksel sermaye; Kürt sorununda geleneksel devlet zihniyetini temel alıp, sağa ve sola doğru kısmi çıkışlar yapan bir siyaset izleyeceği görülüyor. Doğalgaz zammını eleştiren Baykal, eleştirisini AKP’yi IMF ile anlaşmaya zorlayan, bankalara mevduat garantisi, sermayeye kurtarma operasyonları talep eden TÜSİAD politikal
arına bağladı. 1 Mayıs’ta işçilere saldırmakla eleştirdiği AKP’yi, Kürtlere ayrı sertlikle saldırmıyor diye suçladı! Aynı CHP yerel seçimlere yönelik olarak yerel sol unsurlara kanca atma politikalarından da geri durmuyor. Örgütsüz, tek başına kalan sol unsurların AKP gericiliği karşısında CHP’ye sarılmasına dönük bir psikolojik basınç atmosferi yaratılmaya çalışılırken, CHP’nin izleyeceği çizginin büyük ölçüde egemen sınıfların kriz ve Kürt sorunu eksenindeki uzaklaşma-yakınlaşma sarkacına göre şekilleneceği görülüyor. CHP’nin yerel seçim sürecinde ne ölçüde “liberal” ne ölçüde “geleneksel muhafazakâr” bir tutum alacağı, geleneksel sermaye ile AKP arasındaki çatışmanın şiddetine bağlı olacak.
Ancak geleneksel sermaye kuşatmasının CHP ile sınırlı kalmayıp, emek hareketini AKP’ye karşı “makul ölçüler” içinde yedeklemek isteyeceği de söylenebilir. Emekçilerin kriz karşıtı hareketlerini, teşhir sınırları içinde ve geleneksel sendikal hareketin kontrolü altında tutan; emekçilerin tepkilerinin AKP’ye karşı CHP ve diğer sağ aktörlerin etki alanı dışına taşmasını engelleyecek bir çizginin sendikal hareketin hâkim çizgisi olduğu görülüyor. Söz konusu kuşatma, kriz karşısındaki hareketsizliğin önemli bir nedenini oluşturmakla birlikte, geleneksel sendikal hareketin krizin niteliğini anlamamış olması esas neden olarak öne çıkıyor. Kapitalist dünya piyasalarının altüst olduğu ve sermayenin emekçiler için yeni yıkımlara hazırlandığı bir ortamda, geleneksel sendikalar krizin “müdahaleci siyasetlere ve reel ekonomiye dönüş” yoluyla aşılabileceği hayalinin üstüne yatıyor. KESK yönetiminin yazdan bu yana gerçekleştirmeye çalıştığı ortak eylem programı, bir kısım emek ve meslek örgütlerinin çeşitli öznel nedenlerle ayak diremesi ve oyalaması nedeniyle bugüne dek başlatılamadı. DİSK’in, Türk-İş’i de işin içine katma gayretinin sonucu ise, daha önce defalarca yaşandığı gibi, tepkileri kontrol altına alabilecek bir ağırlık merkezi oluşturmaktan ibaret olacak. Diğer kitle örgütlerinin de dönemin tarihsel niteliklerinden bihaber biçimde sürüklenme veya küçük hesaplarla pozisyon tutma gayreti içinde oldukları görülüyor.
Kürt hareketi ise bölgede AKP karşısında Kürt sorunu ve yerel seçim düzleminde elde ettiği başarıya rağmen, ülkenin içinde olduğu sürecin bütününü ve ekonomik krizin önemini hesaba katan bir çizgi oluşturabilmiş değil. Kürt ulusal hareketinin, ekonomik krizi yalnızca Kürt sorunu konusundaki geleneksel siyasetin ve bölgeyi AKP’lileştirme siyasetinin yaşadığı iflası güçlendirecek bir noktadan ele alması, kuşkusuz sürecin bir bütün olarak barındırabileceği potansiyellerin önemli bir kısmının görmezlikten gelinmesi olacak. Öte yandan, Erdoğan’ın “pompalı tüfekli vatandaşa sabır” telkin eden sözleri de, Kürt sorunu konusunda iflas yaşayan; bir kriz ve savaş hükümetine ihtiyaç duyan egemenlerin, “yoksulu yoksula kırdırma” tehdidiyle ırkçılığı arkalarında saflaştırma çabasında olacaklarının göstergesi. Bu tehdit, emek hareketinin önümüzdeki dönemdeki önemli görevlerinden birisinin, işsizliğin etkisiyle oluşabilecek ırkçı saldırılara karşı tereddütsüz bir savunma çizgisi izlemek olduğunu göstermektedir. Kürt hareketinin, yaşadığımız dönemin sadece Kürt halkı açısından değil, Türkiye toprakları üzerinde yaşayan bütün halklar açısından kader belirleyici bir öneme sahip olduğunu görmesi; yüzünü sola ve emek hareketine çevirmesi durumunda ise kriz, Kürt sorunu ve yerel seçim atmosferinin kesiştiği noktada ilerici bir rüzgârın önünün açılması mümkündür.
29 Mart seçimlerine kadar geçecek olan beş aylık süre, sol, emek hareketi ve Kürt hareketi açısından önemli değişimlere gebe tarihsel bir dönem olarak yaşanacaktır. Bu zor ve uzun döneminse, ne “soyut emek programı” çağrılarıyla sınırlı bir mücadele çizgisiyle, ne de seçimlere endeksli siyasetlerle geçirilemeyeceği; böyle bir tercihin AKP ve kriz karşıtı tepkilerin düzen içi kanallarda emilmesine yol açacağı açıktır. Kriz ortamında verilecek etkili bir mücadele, protestoculukla değil, AKP ve sermayenin hak gasplarına karşı inandırıcı ve fiili bir hak alma çizgisiyle geliştirilebilir. Derinleşecek kriz ortamında IMF’nin ve sermayenin dayatmalarına karşı bütünlüklü, ilerici-halkçı bir program da acil talepler çerçevesinde yürütülecek fiili mücadeleler zemininde oluşturulabilir. Fiili hak alma mücadelesi kriz ve Kürt sorunu konusundaki acil taleplerin birleştirilebileceği ana zemin olarak da görülmelidir. Kısacası bugün “halkın hakları var” haykırışının yanına, “halkın şartları var” haykırışını ekleme zamanıdır.
Türkiye’nin kaderinin belirlendiği, krizin derinleştiği ve solun büyük ölçüde politikasız kaldığı bir ortamda Halkevleri tarafından yürütülen “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” kampanyası, kriz karşısında böyle bir mücadele çizgisinin geliştirilmesinin mümkün olduğunu gösteren bir deneyimdir. Toplumsal muhalefete enerji katan, ufuk açan ve sola kitlelerle buluşmakta çok önemli kanallar yaratan bu kampanya, Ankara’da “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” diye haykıran binlerce kişinin önüne de özel ve yeni sorumluluklar koymuştur. Hak gasplarına karşı fiilen mücadele etmek; halkın haklarını gasp eden siyasetçileri halkın karşısına çıkamayacak hale getirmek, sermayenin krizin yükünü halka ödetmesini fiilen engellemek, herkesten çok “Aklamıyoruz, Haklıyoruz” sloganını yükseltenlerin sorumluluğudur.
Bugün gerekli olan mücadele, genci, yaşlısı, kadını, erkeği, öğrencisi, engellisi, işsizi, güvencesiz işçisiyle halkın günlük yaşantısındaki hak alma mücadelelerinin teker teker, üçer üçer, yüzer yüzer çoğaltılmasıdır. Ulaşım zamlarıyla yerlerinden kıpırdayamaz hale getirilen halkın, bilet-akbil kullanımına karşı ulaşım hakkına fiilen sahip çıkma mücadelesidir. Temel ihtiyaç faturalarının ödenemediği koşullarda, temel ihtiyaçların kullanımını fiilen olanaklı kılma mücadelesidir. İşten çıkarmalara karşı bölgesel, fiili direnişler örgütleme; giderek iflas eden fabrikaların, halkın kaynaklarıyla kurtarılmasını engelleme; kısacası halkın kriz karşısındaki yaşama ve çalışma hakkına fiilen sahip çıkma mücadelesidir. Ancak böyle bir mücadelenin geliştirilmesi ve güç kazanması halinde, sermayenin krizin faturasını halkın sırtına yükleyen “kamulaştırma” programının karşısına, iflas eden fabrikalara işçilerin el koyduğu gerçek bir kamulaştırma siyaseti dikilebilir. Ama ülkenin aydınlık geleceğinin ve umudunun da yoksulların, emekçilerin, solun, militan sendikaların bu eksendeki ilerici refleksleriyle gelişecek hareketlere bağlı olduğu unutulmamalıdır.