Halkevleri Danışma Meclisi üyesi Hakkı Zabcı ile AKP’nin altı yıllık icraatları, toplumsal muhalefetin AKP karşısında izlemesi gereken yol ve Halkevleri’nin “Aklamıyoruz Haklıyoruz” kampanyasına dair bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. Zabcı, sorulara tek ve bütün bir metinle yanıt verdi. Zabcı, AKP’ye karşı mücadelede yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi ve kamusal alanın yeniden inşasına dikkat çekti. Kamusal alanı belirleyecek olanın […]
Halkevleri Danışma Meclisi üyesi Hakkı Zabcı ile AKP’nin altı yıllık icraatları, toplumsal muhalefetin AKP karşısında izlemesi gereken yol ve Halkevleri’nin “Aklamıyoruz Haklıyoruz” kampanyasına dair bir söyleşi gerçekleştirmek istedik. Zabcı, sorulara tek ve bütün bir metinle yanıt verdi. Zabcı, AKP’ye karşı mücadelede yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi ve kamusal alanın yeniden inşasına dikkat çekti. Kamusal alanı belirleyecek olanın hegemonik güçler değil, yaşam birliği içinde olan halk olması gerektiğini söyleyen Zabcı, bunun ilk adımınınsa yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi yönünde yapılacak alan çalışması olduğunu belirtti
Soruları bir bütün olarak yanıtlamaya çalışacağım. Nedeni, soruların hem birbiri ile bağlantılı olması; hem de, her üç sorunun ana öğesini oluşturan AKP’nin, kendine menkul bir oluşum olmaması ve ABD-AB mutabakatının ABD ağırlıklı bir projesi olması. Bundan dolayı, sorularınızı emperyalizmin Türkiye’ye yönelik yeni politikalarının sorgulanması olarak anlıyorum.
Önce, isterseniz, günümüz Türkiye’sinin dünya ölçeğinde bir fotoğrafını çekelim.
Türkiye’nin cari açığı, temmuz sonu itibariyle 45 milyar dolar.
Yine, Temmuz sonu itibariyle yıllık ticaret hacmi 334 milyar dolar. Bunun 130 milyarı ihracat, 204 milyarı ithalat. Dış ticaret açığı, görüldüğü gibi, 74 milyar dolar.
Haziran sonu itibariyle, toplam dış borç 284.4 milyar dolar. Bunun 190.5 milyar doları özel sektöre, 77.7 milyar doları kamuya, 16.2 milyar doları da Merkez Bankası’na ait.
Bu borç toplamı, Türkiye’nin yıllık bütçesinin beş katı.
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın %70’i yabancı yatırımcıların elinde.
IMF’nin neredeyse tek müşterisi Türkiye. Açtığı kredilerin 8/9’u ülkemize. 8 milyar dolar.
Dünya Bankası’nın Türkiye’de de uyguladığı “yönetişim”, “yoksulluğu azaltma programı” gibi bağımlılığı içselleştiren politikalar, mevcut iktidar tarafından hassasiyetle uygulanmakta. Burada bir şeyi belirtmekte fayda var: Yönetişimden kasıt, emperyalist kurumların içselleşmesi, yoksulluğu azaltma programı da aslında zengini yoksuldan koruma içeriğinde bir düzenleme olması.
Bütün bunları, Türkiye’nin emperyalizmin boyunduruğuna ne denli girdiğini ve böylelikle ne denli sömürgeleştiğini belirtmek için söylüyorum.
Bir de Türkiye’de toplumsal düzenin genel yapısına bir göz atalım. TÜSİAD ve Merkez Bankası’nın ortaklaşa yaptıkları çalışmada, ülkede işsizlik oranı %20.3.
Kayıtlı işçi sayısı 5.210.046. Bunun 3.043.732’si sendikalı.
Ancak, 107 organize sanayi bölgesinde ve yüzlerce küçük sanayi sitelerinde çalışan yaklaşık 3 milyon işçi, usta, çırak, kalfanın büyük çoğunluğunun sosyal güvencesi olmadığı gibi, aşağı yukarı tamamının sendikası yoktur. Birçoğunun aldığı ücret, asgari ücretin de aşağısındadır.
Açılandan çok kapanan iş yeri vardır. 2008’in ilk iki ayında 9 bin küçük esnaf iş yerini kapatmıştır.
Türkiye nüfusunun %30’u kırsal kesimde yaşamakta, bunların ancak %27’si tarımsal üretimde yer almaktadır. %32’sinin hiç toprağı yoktur.
Türk-İş’in yaptığı son hesaplamalara göre, 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 726 YTL, yoksulluk sınırı ise 2.366 YTL’dir. Bu hesaplamalara göre, ülke nüfusunun yarısı yoksulluk sınırının altında, bunların %20’si de açlık sınırının altında yaşamaktadır.
Bütün bu bunaltıcı rakamları verdim. Çünkü, toplumsal muhalefetin, bu objektif koşullarda, yükselmesi gerekirken yaprak kıpırdamıyor. Bir başkaldırı için objektif koşulların bu kadar elverişli olduğu bir kesitte, subjektif koşulların neden oluşmadığı irdelememiz gerekiyor.
AKP ne yapıyor?
AKP’nin ana hareket noktası, ABD politikalarının Ortadoğu’da uygulayıcısı olmak, Büyük Ortadoğu Projesi’nin koordinasyonunda görev alarak siyasi varlığını sürdürmek. ABD taşeronluğu doğrultusunda, toplumda yaygınlaşan Amerikan aleyhtarlığını etkisizleştirmek ve üstlendiği taşeronluk görevini yerine getirmede, kendisine dikte edilen “ılımlı islam modeli”ni uygulamada çaba gösteren AKP bu çabayı gösterirken bireysel çıkarlarını da gözetmekten geri durmuyor. ” Dişli olayı”, “Deniz Feneri olayı”, “Fırat olayı” gibi kamuoyuna yansıyan yolsuzluk ve yolsuzluk iddiaları hız kesmiyor.
Ilımlı İslam projesi sadece camilerde, türbanda görülmüyor, asıl görünümü, parti il, ilçe ve belde teşkilatları ile elde ettikleri belediyeler vasıtasıyla yoksul halka onun hayatını değiştirmeyecek, ama, ona zaman zaman nefes aldırtacak kadar İslam motifli yardım yapmakta kendini gösteriyor. Böylelikle, yoksulu, yoksuldan yana olanın karşısına dikmek ana hedefleri oluyor.
Bu örgütlenmeye paralel olarak, Fethullah Gülen cemaatinin denetimindeki Işık Evleri, vakıf okulları ve üniversiteleri, yardım ve dayanışma vakıf ve dernekleri faaliyet göstermekte. 2002 yılında 2 bin civarında olan toplam dernek sayısı 6 yıllık AKP iktidarı döneminde 12 bine yaklaşmıştır. Yeni kurulan 10 bin dernekten büyük bir kısmı yardım ve dayanışma derneğidir ve AKP’nin kontrolü altındadır.
Yoksulu, yoksuldan yana olanın karşısına dikmek projesi, emperyalist politikaların içinde en önde gelenidir ve en iyi uygulandığı yerlerin başında Türkiye gelmektedir. Böylelikle, bilimsel olarak “saprofit yaşayanlar” denen, ancak amiyane tabiriyle “kemik yalayıcılar”, “döküntü ile geçinenler” olarak adlandırılan büyük bir yalaka topluluk ortaya çıkmaktadır. Evvelemirde bozulması gereken emperyalizmin bu oyunudur.
Bu oyunu kim bozabilir?
Bu oyunun ancak sol örgütlenme ile solun toplumsallaşması bozabilir.
Sol bunu nasıl bozacak ya da nasıl toplumsallaşacak?
Bu konuya geçmeden önce, din üzerinde, biraz durmakta fayda var. Din, statükonun korunmasında kullanılan bir araçtır. Türkiye halkı geçmişi ile, gelenekleri ile dinine bağlı bir halktır. Ne kadar modernleşirse modernleşsin dayatılan İslami yaptırımlara uymakta zorluk çekmez. Bu nedenledir ki, Kurtuluş Savaşı’nın görkemli başarısına rağmen, savaş sonrası gerçekleştirilen devrim niteliğindeki değişimler yasalarla korunmak zorunda kalmıştır.
Epeyce evvel, karşılaştığım bir Fransız gazeteci bana “Siz Atatürk’ü sevmiyorsunuz, sevseydiniz Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartmazdınız” demiş ve ilave etmişti “Biz De Gaulle’ü severiz, birçoğumuzun evinde resmi de vardır. Napolyon’u da severiz. Ama bizde ne De Gaulle’ü koruma kanunun ne de Napolyon’u koruma kanunu vardır.”
Büyük zafer, Türkiye cumhuriyetinin inşasında zorlanmış, halkın gönüllü desteğinin almakta yetersiz kalmıştır. Nitekim, 1946’dan itibaren, küçücük bir siyasi ya da toplumsal gedikte gericilik diye adlandırabileceğimiz oluşumlar çokça görülmüştür. İslam aynı şiddette 1923’te de vardı, 1930’da da, 1950’de, 1980’de ve şimdi de var.
Sorunu, İslam’dan daha ziyade statükoyu ve sistemi korumak için onu araç olarak kullananda, bu aracı asli fail olarak programlayan hegemonik güçte aramalı.
Sol ne yapıyor?
Bir zamanlar yoksul halk ortak paydasında yer alan kent ve kır yoksulu, toplumsal mücadelenin odak noktasıydı. 12 Eylül faşizminden sonra, toplumsal mücadelenin sömürülen katmanlar özelliği giderek, İslamcı, Kürt, Alevi, çevreci, feminist, eş cinsel gibi hareketlerin kimlik arayışlarına dönüştü-dönüştürüldü. Bu yeni oluşumun başını uluslar arası sermayenin örgütlediği, sivil toplum örgütleri ile
liberalleşen sol çekti. Böylelikle, toplumsallaşamayan sol, klüpleşme eğilimi göstererek liberal politika izleyenler AB gibi küresel projelerin yedeğine takılıp kaldılar. Ulusal politikalar izleyenler de, emperyalist karşıtlığını kapitalizmden soyutlayarak ulus devlet çizgisinde laiklik ittifaklarından öteye gidemediler. O kadar ki, 60’lı, 70’li yıllar Türkiye’sinde Kürt ve Türk devrimcileri faşizme ve emperyalizme karşı birlikte başkaldırdıkları halde, 2000’li yıllarda, onları bir araya getiren sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’in ideolojik önderliğini bir tarafa bırakarak kimlik politikasını ön plana çıkardılar. Şimdi “biz de ulus devlet kuracağız” diyen Kürt eylemciler, Türk sosyalistlerine yüz çevirdiler. Bir etnisiteye başkaldırı, yeni bir etnisite yarattı.
Ve, bu süreç Büyük Orta Doğu projesi kapsamında küresel hegemonik güç tarafından desteklendi, desteklenmekte. Geçmişteki kardeşliği, yeniden inşa etmenin zorluğunu görmenin endişesi katlanılır bir şey değil…
Daha hafızalardan silinmedi. AKP iktidarı ile birlikte, Soros vakfının kurdurduğu Açık Toplum Enstitüsü’nün hamasi demokrasi söylevleri içinde küreselleşmeye yönelik methiyeleri ve üniter devletlerin sonu anonsları, liberalleşen sol’un bu gelişmeyi Marksizmin bir zaferi olarak lanse edip hem Marx’ı hem de Sosyalizmi nasıl yedikleri unutulmadı. Aynı bugün olduğu gibi. Emperyalist sistemin son yaşanan bunalımında Marx’a övgüler yağdırıp Lenin’i karadıkları gibi. Onlar için emperyalizm yok. Onlar için, acaba, mevcut sistem, Sosyalizm’e gitmeden Marx’ın tahlilleriyle kurtarılabilir mi? Hepsi bu.
Bugünkü AKP iktidarının vahameti, onun anti-laik uygulamalarından çok Amerikancı niteliğinde, emperyalizme olan bağlılığında aranmalıdır. Bugün, artık Türkiye’de bağımlılık içselleşmiştir. Saptanacak politikaların buna göre belirlenmesi kaçınılmazdır.
Yukarıda kısaca belirttiğimiz saptamalardan sonra, ne yapılmalı sorusuna yanıt aramak için en azından düşünsel düzlemde mevcut kalıpları zorlayarak, daha geniş mecralara açılmak, çoraklaşmış toprağa su vermek gibi görünmez bir eylem olacaktır.
İmzaya açılması düşünülen, bana da gönderilen “Aklamıyoruz Haklıyoruz” başlıklı taslak metini, ben, kalın kafalı olmamdan olacak tam anlayamadım. Bana göre, AKP taşeron örgütlenmesinin dağıtılması, onun efendisine karşı verilecek mücadele ile başarı şansı bulabilir. Birçok ABD karşıtı AKP’li de var. Söylediğim bu politika ile, onların AKP’den koparılıp muhalefet saflarına katılmaları belki mümkün olabilir diye düşünüyorum. Bana göre, AKP’ye muhalif olanların, nesnel olarak kendi saflarında olması gerekenlere karşı mücadele yürütmeleri yerine, onları kendi saflarına çekmeleri esastır. Yapılması gereken budur. Saprofit yaşam biçimi ile kendilerine bağladıkları yığınları onlardan koparmak gerekir. Bunun en önde gelen yöntemi, efendiye yani Amerikan emperyalizmine karşı bir cephe açmaktır.
Bunları şunun için söylüyorum: Yaşam şematize edilemeyecek kadar karmaşıktır. Bu karmaşayı çözümleyecek bir sonuca ulaşmak, statik kalıpların yıkılması ile mümkün olabilir. Statik önermeler ki genellikle, ideolojik netlikten yoksundur ve belirlenmiş bir stratejileri yoktur. Bu nedenle her bir statik önerme, mevcut statükonun devamı ve bekası için, istemese bile bu statükoyu belirleyen gerçekleri örten bir rol oynar. Böylelikle, faciaya dönüşen olayların asli failleri es geçilerek fatura taşeronlara kesilir. Statükoya bir şey olmaz, değişen sadece taşeronlar olur.
Neler yapılması gerektiğini, biraz daha açalım.
AKP, emperyalizmin taşeronluğunu yapmak için kendisine dikte edilen yurttaşlıktan uyrukluğa geçiş projesini, dini de kullanarak etkin bir biçimde uygulamakta. Bu işlev, hem emperyalist sömürü hem de Büyük Orta Doğu Projesi için saptanmış politikaların uygulamasıdır.
Bu nedenle, benim görüşüm, ne yapılmalı konusunda yurttaşlık bilincine ve kamusal alan fikrine yakın. Ve, önermem, son derece mütevazı ve yalın.
Kamusal alanın tek gerçek örneği Paris Komünü. Bire bir aynı özellikleri taşımamakla birlikte, 12 Eylül öncesi Fatsa belediyesi, belki, buna örnek gösterilebilir. Demek istediğim, kamusal alanı belirleyecek olan hegemonik güçler değil, yaşam birliği içinde olan halk olmalıdır. Bunun ilk adımı, yurttaşlık bilincinin geliştirilmesi yönünde yapılacak alan çalışmasıdır. Aynı Paris Komünü’nde ve Fatsa örneğinde olduğu gibi…
Yurttaşlık bilinci, yurt sevgisi yanı sıra yurdun yaşam birliği içinde olan insanlarını da, kamusal çıkar bağlamında sevme, onlarla birlikte katılımcı ortaklığa gitme bilincidir. Yurdunu seven yaşam birliği içinde olan insanın da dil, din, ırk farkı gözetmeksizin sevmeli, onlarla birlikte, kamusal alanı ortak çıkarları doğrultusunda yaratmalıdır. Yurttaşlık bilinci budur. Yoksa bireysel özgürlükleri topluma rağmen savunmak değil. Günümüz Türkiye’sinde toplumsal çıkar, ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle, sapına kadar anti-emperyalisttir.
Uyrukluktan yurttaşlığa geçiş, itaat eden kişiden, sorgulayan, eleştiren bireye geçişle birlikte gerçekleşmiştir. Yurttaşlık, bir devlet içinde yaşayan kişilerin eşit haklara sahip solması, bir başka deyişle hukuk önünde eşit olması ile tanımlanır. Kişi artık sadece, devlete karşı belli sorumlulukları olan, belli ödevleri yerine getirmek zorunda olan kişi değildir; aynı zamanda temel hak ve özgürlüklere sahip kişidir. Toplumsal ortaklığın omurgasını, kapitalizme ve faşizme karşı olan mücadeleden soyutlanamayan emperyalizme karşı mücadele oluşturmakta.
Bizzat ABD’nin yaptırdığı anketlerde Türkiye halkının %82’i ABD’ye karşı. Ama gel gör ki ABD’nin taşeronluğunu yapan AKP tek başına iktidarda. Bu çelişkinin üzerine gidip bu yapay gerici örgütlemeyi dağıtmak devrimcilerin birincil görevidir.
* ÇOK ÖNEMLİ BİR BİLGİ NOTU: Pentagon’a düşünce üreten danışma kuruluşlarının başında gelen “RAND CORPORATION” tarafından yayımlanan “SİVİL DEMOKRATİK İSLAM RAPORU”nda “laiklik yanlısı kesimlerle sosyalistlerin Amerikan karşıtlığı temelinde bir araya gelmelerini önleme stratejisi” önerilmektedir.