Rusya-Gürcistan çatışması bölgede ve dünyada dönemeç oldu. Rusya, Kosova’nın bağımsızlık ilan ettiği günlerde “bunun karşılığının Osetya’da alınacağını” dile getirmişti. Nitekim geçen Şubat’ta Osetya ve Abhazya tek taraflı bağımsızlık ilan etti. Geçtiğimiz günlerde Osetya’ya saldırısı karşısında, Rusya’nın anında müdahale etmesiyle Gürcistan’ın adım adım parçalanmasına giden sürecin önü açıldı. İmparatorluk hayallerinin çöktüğü bir dönemde cereyan eden ABD […]
Rusya-Gürcistan çatışması bölgede ve dünyada dönemeç oldu. Rusya, Kosova’nın bağımsızlık ilan ettiği günlerde “bunun karşılığının Osetya’da alınacağını” dile getirmişti. Nitekim geçen Şubat’ta Osetya ve Abhazya tek taraflı bağımsızlık ilan etti. Geçtiğimiz günlerde Osetya’ya saldırısı karşısında, Rusya’nın anında müdahale etmesiyle Gürcistan’ın adım adım parçalanmasına giden sürecin önü açıldı.
İmparatorluk hayallerinin çöktüğü bir dönemde cereyan eden ABD seçimlerinde “Mc Cain’in Demokrasiler Birliği/Obama’nın Demokrasiler İttifakı” tezleriyle, ABD egemenleri başını çektikleri bloğun iç ilişkilerini yeniden yapılandırmaya çabalıyor. Rusya’nın atağıysa ABD’nin yeni dönem niyetlerini zora soktu. Bir süredir “tek kutuplu dünya” tezleri çökmüş ama karşı kutup(lar) belirginleşmemişti. Rusya’nın atağı sonrasında, ikinci kutbun liderliğine soyunduğunu ilan eden bir gücün olduğu bir dünyada yaşamaya başladık.
Elbette bu gelişmenin sonuçları bölgemizde hemen görülmeye başladı. Bölgede ABD uzantısı bir çizgi izleyen Türkiye egemenlerinin dış politikaları iflas etti. Gürcistan’da turuncu “devrimin” gelişmesini destekleyen ve Saakaşvili rejimine sistematik askeri ve maddi destek veren Türkiye, Rusya tarafından açıkça suçlandı ve ilk günlerde Türkiye’nin görüşme taleplerine Rusya’dan yanıt dahi gelmedi. Türkiye dış politikasının temel vizyonu olan “arabuluculuk” bu süreçte çöktü. Tam da buna denk gelen Ahmedinejat ziyareti, izolasyonun tutmadığının göstergesi olarak, İran açısından önemli bir başarı oldu. Türkiye’nin İran üzerinde basınç yapmak üzere “arabuluculuğu” açısından ise tam bir hezimet olarak gerçekleşti. Fiili Dışişleri Bakanlığı rolünü üstlenen A.Gül de bu ziyaret öncesine denk getirilen ve bölgedeki gelişmeleri değerlendirdiği bir röportajında “ABD’nin gücünü paylaşması gerektiği” vurgusunu yaptı. TÜSİAD’ın son aylarda Türkiye’nin bir üst ligde oynaması gerektiği (ama örtük olarak AKP’nin bu vizyona sahip olmadığı) vurgularına cevap niteliğindeki bu sözlerle, A.Gül aslında AKP’nin de böylesi bir vizyona sahip olduğunu dile getirmiş oldu.
Boğazlardan Amerikan gemilerine geçiş izni istenmesi Amerikancı baskıların pervasızlığını gösteriyor. Montrö anlaşmasına da aykırı olan ve Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin savaşa girmesine neden olan bu talep, Türkiye’nin Amerikancı ittifak içinde Gürcistan’ın yanında fotoğrafa dahil edilmeye zorlamasıdır.
Aleyhteki gelişmelere rağmen, AKP dış politika ataklarını devam ettirmekten geri kalmıyor. Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi de bu ataklardan birisiydi. Bir yandan Fethullahçıların yoğunlaşmaya başladığı Afrika ülkeleriyle ticaretin geliştirilmesi hedeflenirken, diğer yandan Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi üyeliğine seçilmesi için kulis faaliyeti yürütüldü. Ancak bir kısım diktatörün ve soykırım suçlusu devlet yöneticisinin de imzaladığı demokrasi ve insan hakları vurgulu “ironik” sonuç bildirisinin de gösterdiği gibi, bu karikatür ataklarla bir üst lige çıkma enerjisinin toplanması zor.
Bu arada Pakistan Devlet Başkanı P.Müşerref’in son aylarda yoğunlaşan ABD baskısına ve ülke içi muhalefete dayanamayıp istifa etmesi, bölge açısından kayda değer bir gelişme. Müşerref’in çekilmesinin arkasında özellikle Afganistan konusunda daha atak bir Amerikan yanlısı yönetim oluşturma çabası yatıyor.
Dünya ekonomisindeki daralmanın son haftalarda AB ülkelerine sıçraması, krizin derinleşerek sürdüğünü gösterirken, Türkiye’nin dış ticaret açığının iyice artacağının ve ülke ekonomisinin zora gireceğinin bir başka sinyalini verdi,
***
Ilımlı İslam rejimini oluşturmaya dönük sistematik çabalarla sivil bürokrasideki geleneksel güçlerin son kalelerinin kuşatılması açısından, en son 21 üniversiteye atanan rektörler YÖK’ün “düştüğünü” ve yapılan uzlaşmanın ağırlık merkezinin AKP’nin ağır bastığı zeminlerde gerçekleştiğini gösterdi.
AKP-Genelkurmay ilişkisi uyumlulaşırken, CHP Büyükanıt’a alınan trilyonluk araba için Genelkurmay’a çattı. Genelkurmay derhal cevap verdi ve K.Irak operasyonunun ardından yaşanana benzer polemik tekrarlandı. Bu gelişme yine AKP karşıtı egemen cenahın blok olarak hareket edemediğini ve siyasal temsil açısından ciddi bir zafiyet içerdiğini kanıtladı. Bu durum doğal olarak “CHP için değişim sırası ne zaman gelir?” sorusunu sorduruyor. “CHP’yi elmecbur destekleyeceğiz” diyen (ve uzlaşma gereği sakal bırakarak hacca gitmeye hazırlanan) E. Özkök ve Doğan medyanın da içinde olduğu geleneksel güçler sabırlarını en fazla yerel seçimlere kadar sürdürecektir.
TSK ile CHP arasında yaşanan sert polemik ve Genelkurmayın adeta “düşün yakamızdan” demeye gelen “TSK üzerinden siyasi çıkar elde etme yanılgısı” vurgulu söylemi, ulusalcı-sosyal demokrat kesimlerin bir türlü kabul etmek istemedikleri “TSK gerçeğini” bir kez daha gözler önüne serdi. Diğer taraftan, bu polemik Türkiye’deki temel siyasi çatışmanın bürokrasi/ordu ile siviller arasında olduğunu iddia edip “demokrasi” adına AKP’ye yedeklenen liberal sol kesimlerin de -eğer bir nebze ahlaklı davransalar- “ezberini bozan” gelişmeler olmalıydı. Sermayenin, emperyalistlerin ve Kürt sorununa dair militarist yöntemleri savunanların, AKP’ye mecburiyetleri çıplak biçimde ortada. Buna paralel, “darbe” söylemleriyle toplumu AKP cephesinde yedeklemeye çalışan liberaller, CHP karşısında -AKP ile uyumlu- bir pozisyon alan ordunun bu polemikle “siyasete müdahalesi”ne yorum yapmaktan kaçındılar. YÖK, AKP’nin çizgisinde yenilenirken; bir dizi gizli belgesi dışarıya sızdırılan TSK’da irticai faaliyet bulunamazken; kontrgerillanın gerçekleştirdiği ayan beyan ortada olan Güngören katliamı AKP’li İçişleri Bakanlığı ve Emniyet teşkilatı tarafından kirli savaş konseptine uygun biçimde PKK’nin üstüne atılmaya uğraşılırken, “devlete karşı sivil toplum”u savunmak adına AKP’ye yedeklenmek ancak art niyetle mümkün olabilir. Çünkü artık “ceberut devlet”i ararken AKP’yi görmezden gelmek mümkün değil.
***
AKP sonbahara imaj tazeleyerek girmeye çalışacak. Bir yandan halka dönük göz boyama hamleleri gündeme gelecek. Diğer yandan egemenlerin ihtiyaçlarını gidermeye dönük neoliberal ataklar hızlanırken, ihaleler gibi araçlarla rüşvet dağıtma operasyonları da abaracak. Açıklanan dört yıllık ulusal programın temel vurgusunun da içerdiği üzere sermaye içi “özlenen birliği” simgeleyen AB ve İMF çıpaları yeniden tesis edilecek.
Bu düzlemde asıl kritik soru, toplumsal muhalefet güçlerinin egemen politika karşısında nasıl bir çizgi izleyeceğidir. Ulusalcılığın gerilemesiyle birlikte, AKP karşısında giderek derinleşen bir muhalefet boşluğu oluşmuş durumda. Muhalefet boşluğunun doldurulması zorunluluğu ile toplumsal muhalefetin yeniden yapılanma zorunluluğu iç içe bir süreç olarak yaşanacak. Bu iki kritik ihtiyacın daha da şiddetlenerek hissedileceği seçim ortamında, boşluğu ilerici-halkçı sol politikalar güden toplumsal muhalefet aktörlerinin doldurmasına müsait bir zemin oluşmuş durumda. Ama bu boşluğun doldurulabilmesi için toplumsal muhalefetin önde gelen aktörleri arasında asgari bir çizgi ortaklığı da sağlanmak zorunda. Bu açıdan, gerek Batı’daki toplumsal muhalefet güçleri gerekse Kürt hareketi aynı tasfiye tehdidiyle yüzyüze. Her ikisi de Amerikancı neoliberal-gericilik tarafından tasfiye edilmek isteniyor. Bu tehdit karşısında Kürt hareketinin milliyetçi-ayrılıkçı eğilimlerin geri plana atıldığı po
litikalara yönelmiş olması, sol ile Kürt hareketi arasında asgari bir ortaklık sağlanmasına uygun bir zemin sunuyor. Hatta Kürt hareketinin son dönem izlediği çizgiyle, geçmişindeki liberal-milliyetçi savrulmalarla arasına örtük olarak ideolojik bir set oluşturma gayreti içinde olduğu da söylenebilir.
Ancak problem, milliyetçilikten uzaklaşmak konusunda ısrarlı adımlar atan Kürt Hareketinin liberalizmle açık bir hesaplaşmaya girişmemiş olmasında. Bunun sonuçları, solla arasındaki ilişkiyi iki kritik biçimde sorunlu kılıyor. Birincisi neoliberalizme karşı politikalardaki belirsizliklerin yarattığı politik sorunlar ve liberallerle girişilen açık-örtük ittifaklar. Kürtler, liberalleri kendilerini Türk kamuoyuna lanse eden aydınlar rolüne uygun bulurken; liberaller/sol liberaller de Kürtleri manevraları için gerekli oy deposu olarak gördü. Ergenekon davasında, Kürt hareketi bu politikalardan vazgeçtiğini gösterdi. Ama örneğin Ahmet Türk gibi liberal unsurlar, hala hareketin Batı’daki liberal aydınlarla bağını tesis etmek konusunda ısrarlı. Liberallerle kurulan ittifaklar sol ile Kürtler arasında neoliberal politikalara karşı ortak bir hat oluşmasını zedeliyor. Ayrıca oluşan politik bulanıklık Kürt hareketinin AKP karşısında kendi elini de zayıflatıyor. Türkiye egemenlerinin içerde PKK’ye karşı alternatifinin AKP’nin neoliberal-gericiliği olduğu çoktandır açıklığa kavuşmuş bir gerçek. Bu nedenle AKP, ordu ve kontrgerillanın operasyonlarına hamilik ederken; Genelkurmay da, AKP’yi Güneydoğu’da destekliyor. Dolayısıyla Kürt hareketinin bu egemen ittifaka tam karşıdan vuracak bir politik hat ve ittifak politikası izlemesi her şeyden önce doğrudan kendi çıkarına olacak.
Kürt hareketinin liberalizmle yaşanmayan hesaplaşmasının ikinci kritik sonucu ise gericilikle mücadele noktasında belirmektedir. Kürt hareketi kendi geçmiş ulusal çizgisinin uzantısı olarak din faktörünü kendi lehine kullanma alışkanlığıyla hareket ediyor. Oysa Kürt hareketi nasıl liberal politikalardan zarar görüyorsa; aynı şekilde liberal politikaların ayrılmaz parçası olan gericilik politikalarından da zarar görüyor. Amerikancı-neoliberal AKP bölgede Kürt gericiliğini geliştirerek kendine taban yaratma gayreti içinde. Kürt ilericiliği kendi tasfiyesini engellemek için, gericilikle mücadele için özel politikalar geliştirmekle yüz yüze. Elbette Kemalist burjuva laisizminin yukardan aşağı etkili bir şekilde uygulandığı Batı’daki gericilik karşıtı çizgi ile Kemalizmi ulusal bir baskı dönemi olarak yaşamış olan Kürtlerin gericilik karşıtı mücadeleleri bir ve aynı şey olarak yaşanmayabilir. Ama toplumsal muhalefetin birliği açısından, bu konuda asgari bir ortaklığın sağlanması üzerinde her iki taraf da kafa yormak zorunda.
***
Bu koşullar altında, tüm politik güçlerin yapmakta olduğu sonbahar planlarını ve hazırlıklarını devrimcilerin ve toplumsal muhalefet güçlerinin de yapmaları kaçınılmazlaşıyor. Devrimciler gerek kendilerini gerekse tüm toplumsal muhalefeti hareketlendirecek ve ciddi bir dağınıklık içindeki ilerici toplumsal kesimlerin toparlanmasını sağlayacak bir politik hat oluşturmalıdır. Neoliberalizme ve gericiliğe karşı hak mücadelelerinin yükseltilmesi, bir çıkış noktasını oluşturmak ve geniş halk yığınlarıyla ortak bir noktada buluşmak açısından en elverişli başlıklardır. Bu başlıkların yanına bağımsızlık, Kürt sorununda yeniden kardeşleşme başlıkları eklenerek, hak mücadeleleri tüm toplumsal muhalefet güçleriyle birlikte daha geniş bir çerçeveye ulaştırılmalıdır. Elbette geniş çerçevenin aslında bir iktidar programı yaratma hedefine doğru genişletilmesi asıl amaç olmalıdır. Ancak bu mücadele zeminlerinde pekişen ilerici kitleler, böylesi önemli bir tarihsel değişim sürecinde Amerikancı neoliberal-gericiliği durdurabilecek bir direnme zemini oluşturabilir.