Anayasa Mahkemesi, 6-5 gibi “dahiyane” bir kurgu ile AKP davasını sonuçlandırdı. AKP kapatılmadı. Laiklik karşıtı odak olduğu tespit edilerek Hazine yardımının yarısını almaktan men edildi. Yani AKP faaliyetini sürdürür iken, kulağı da çekilmiş oldu. Bugünden geriye doğru bakıldığında, K. Toptan’ın üçüncü yol formülünü ortaya atması; İ. Başbuğ-T. Erdoğan görüşmesi; O. Paksüt ve ABD Büyükelçisi’nin de […]
Anayasa Mahkemesi, 6-5 gibi “dahiyane” bir kurgu ile AKP davasını sonuçlandırdı. AKP kapatılmadı. Laiklik karşıtı odak olduğu tespit edilerek Hazine yardımının yarısını almaktan men edildi. Yani AKP faaliyetini sürdürür iken, kulağı da çekilmiş oldu.
Bugünden geriye doğru bakıldığında, K. Toptan’ın üçüncü yol formülünü ortaya atması; İ. Başbuğ-T. Erdoğan görüşmesi; O. Paksüt ve ABD Büyükelçisi’nin de dışa vurdukları üzere, Anayasa Mahkemesi’nin kararı öne alarak hızlandırması; Ergenekon davasıyla ulusalcıların tasfiyesinde AKP-Genelkurmay-Doğan Medya ittifakının oluşması, kararın çıkma sürecinin iç siyasetteki köşe taşları olarak değerlendirilebilir.
Ülke siyasetinin, özellikle İslami yükselişin yaşandığı 15 yıldır belirginleşmeye başlayan, 28 Şubat’tan bu yana sıklaşan “uzlaşma-kriz-uzlaşma” ya da “denge-kriz-yeni denge” ekseninin, bundan sonraki orta vadeli gidişatta daha yoğunlaşarak süreceği berraklaştı. Çünkü egemenler içi büyük bir değişim sancısının yaşandığı bu tarihsel dönemeçte, egemen bloklaşmanın ana güçlerinden birinin diğerini hemen veya kısa vadede tasfiye etme şansı olmadığı ortaya çıktı. ABD-AB ekseni ise her kriz atmosferinde tarafları törpüleyerek, kendi projelerine daha uygun bir yeni dengede buluşulmasını sağlama siyaseti güdüyor ve bunda kısmen başarılı oluyor. Bu açıdan bakıldığında son kriz döneminin üç temel sonucundan en belirgini, sürecin egemen aktörleri arasında oluşan yeni dengenin, her tarafın takatsizleştiği bir “güçsüzler dengesi” olarak kurulmasıdır. İkincisi, Ergenekon’da cisimleşen ulusalcılığın egemen güçler içinden adeta diş çeker gibi çekilip çıkartılarak marjinalleştirilmesi ve ordunun, ılımlı-İslam projesine ve ABD-AB’nin Ortadoğu projelerine daha uyumlu hale getirilmesidir. Üçüncüsü ise geleneksel güçlerin itirazları da göz önünde tutularak AKP’ye verilen ihtar çerçevesinde ılımlı-İslam projesinin tadilattan geçirilmesidir.
Ordu ve TÜSİAD’ın başını çektiği geleneksel güçlerle, AKP arasında tesis edilen yeni uzlaşmanın ne anlama geldiğine bakmak gerekir. Bu geçici dengenin anlamı içeride her iki kanadın da ılımlı-İslam konusunda birbirlerine daha yaklaşmaya zorlanmasıdır. Bunun anlamı dış politikada ABD-İsrail-İngiltere ittifakının uzantısı olmayı harfiyen kabullenmiş bir Türkiye’dir. Ortadoğu’da Yeni Osmanlıcılık adıyla ılımlı-İslam, ılımlı-milliyetçilik politikaları doğrultusunda Ermenistan ve K.Irak yönetimiyle sorunlarını azaltarak İran ve Rusya’ya karşı kuşatma harekatında itirazsız roller üstlenecek bir Türkiye’dir. AB sürecine “Akdeniz Birliği” veya “imtiyazlı ortaklık” adı altında daha eşitsiz bir biçimde dahil olmayı kabullenen bir Türkiye’dir. Bu geçici dengenin anlamı, AB kriterleri adı altında, neo-liberal politikalar doğrultusunda ülke kaynaklarını emperyalistlere daha fazla yağmalatan ve bu yağmayı düzenleyen devletin yeniden yapılandırılmasına yönelik “yönetişim” ilişkilerinin oturtulacağı bir Türkiye’dir. Kürtler içinde ilerici güçlerin tasfiyesiyle ılımlı-İslamcı bir toplumsal yapının ve halklar arasında düşmanlık tohumlarının sürekli canlı tutulmasını hedefleyen bir Türkiye’dir (Ergenekon İddianamesi’nde Ergenekoncuların PKK’yi Kürtler arasında İslam’ın yaygınlaşmasını engellemek için desteklediği iddiası da bu hedefe “cuk” oturmaktadır).
İşte bu nedenlerle, bugün neo-liberal politikaların karşısında “halkın hak mücadelelerinin yükseltilmesini ana eksen haline getiren” devrimci bir toplumsal muhalefet çizgisinin örülmesi esastır.
Bu nedenle ezilen kitleleri neo-liberal politikalara razı etmekte muazzam bir işlev gören ılımlı-İslam projesine karşı “gericilik karşıtı” bir çizginin toplumsal muhalefetin bir diğer ekseni haline getirilmesi önemlidir.
Bu nedenle ülke kaynaklarının emperyalistlerce talan edildiği ve halkın bağımsız iradesine ipotek konulduğu bir dönemde, “bağımsızlık” mücadelesini toplumsal muhalefetin eksenlerinden birisi haline getirmek kritiktir.
Bu nedenle günümüzde gericileştirilerek ilerici güçleri tasfiye edilmek istenen ve özgürlük mücadelesi boğulmak istenen Kürt halkıyla Türk halkı arasında ülkenin ilerici dinamiklerini de birbirine kenetleyecek bir “yeniden kardeşleşme” politikasının yaşama geçirilmesi acildir.
Bu nedenle tüm bu eksenler etrafında gerçek bir alternatifin canlı kılınmasına olanak sağlayacak ve fiili-meşru bir mücadele zemininde oluşturulacak “halk demokrasisi” atılımları toplumsal muhalefetin önünü açacaktır.
***
Ağustos ayında, yorgunluk atıp önümüzdeki dönemi planlayacağı anlaşılan AKP’nin, 29 Mart’ta yapılacağı netleşen yerel seçimlere dönük hazırlığı ve mutabakat sonrası yeni dönemin planlanması iç içe geçecek. Ancak işin ucu şimdiden görülüyor. Kadrolaşma eleştirilerine karşılık ufak bir kabine revizyonu; AB kriterlerine uyum sağlama atağı görüntüsü veren birkaç anayasa maddesi değişikliği gibi bir dizi idari ve rejime ilişkin düzenleme yapılması beklenebilir. Ayrıca bu yılki YAŞ’ta Genelkurmay’ın (adı basına yansıyan birkaç generalin emekliye sevk edilmesi dışında) kimseyi ihraç etmemesi karşılıklı jestlerden birisi olarak değerlendirilebilir.
Ancak YÖK atamaları mutabakatın ne denli sancılı geçeceğinin ilk sinyalini de verdi. Zaten önden “istenen ayıklamayı” YÖK’ün yaptığı rektör atamalarında, A.Gül’ün “teamüllere uygun” olarak liste başlarını atayarak uzlaşma atmosferini pekiştirmek yerine, kritik mevzileri ele geçirmeyi, üniversite yönetimlerini ağırlıkla sağa ve kısmen de liberallere devretmeyi hedeflediğini ortaya koydu.
Geçici ve sancılı uzlaşmanın gidişatının asıl belli olacağı alan ise ekonomi olacak. Savunma Bakanlığı’nın 1 milyar dolarlık tank geliştirme ihalesinin pürüz çıkarmadan, törenle bizzat T. Erdoğan’ın elinden Koç grubuna verilmesi simgesel bir gösteri olarak da değerlendirilebilir. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı N. Ekren’in AKP davası kararından birkaç gün sonra, tüm mali sektör yöneticilerini İstanbul’da bir araya getirmesi ve önümüzdeki dönemi bir “sosyal restorasyon dönemi” ilan etmesi de bir seçim hamlesi olduğu kadar, önümüzdeki dönemdeki neo-liberal atakların ilk dışavurumlarından birisi olarak ele alınmalı. Kısacası, AKP’nin sonbahardaki açılım politikalarının odağına neo-liberal düzenlemeleri koyacağı şimdiden açığa çıktı.
Ancak sonbaharla birlikte seçim sath-ı mailine girecek olan AKP’nin işi oldukça zor olacak. Zira hem egemenlere dengeli biçimde rüşvet dağıt, hem kendi yandaş sermayeni gözet, bu arada da her geçen gün kriz etkileri altında daha da zorlanan halkı “rahatlatacak” ekonomik önlemler al, gerçekten zor iş! Üstelik de kendi gerici tabanını da bu gerilimli ortam içinde frenlerken, seçim başarısı için motive etmeye çalış. Bu politikaların seçim gibi rekabetçi ve gergin bir ortamda bir arada yürütülmesinin birtakım açmazlar barındırdığı ortada. Geçtiğimiz 5-6 yıldaki gibi suni bir mali kaynak genişlemesinin yaşanmayacağı, aksine kriz içinde kıt kaynakları dağıtma sıkışıklığı yaşanacağı, buna karşın beklentilerin yüksek olduğu açık.
Tüm bunlardan dolayı, toplumsal muhalefet sonbahar programının odağına AKP’nin “neo-liberal gericilik” politikalarını oturtmalıdır. Neo-liberal politikaların gerçek sonuçlarını teşhir eden, bu politikaları mümkün olduğunca engelleyen, hak kazanımları için mücadeleyi öne çıkartan bir çizgi izlemeli, şimdiden böylesi bir mücadele dönemini etkili sonuçl
ar yaratarak geçirmek için hazırlıklara girişmelidir. AKP’nin seçim süresince örtmeye çalışacağı, ama mızrağın çuvala sığmasının mümkün olmadığı, gerici uygulamalarının teşhiri açısından da atak bir çizgi izlenmelidir. Egemenlerin ılımlı-İslam çizgisinde giderek pekişen zorunlu mutabakatları teşhir edilmelidir. Gerici kurumlaşmanın toplum içinde kök salmasının önüne geçecek etkili ve pratik politikalar geliştirmeye yönelinmelidir.
***
Ergenekon Davası giderek solu karalama, İslamcı ve faşist odakları aklama cihazına dönüştürüldü. AKP’nin basın üzerindeki ezici tahakkümü ve her türlü dezenformasyon ve maniplasyon ataklarıyla yeni bir kontrgerilla aygıtı oluşturulurken, geçmişte bu politikaların asıl mağduru olan sol ve Kürtler hedef tahtasına oturtuldu. Gün geçmiyor ki, gerici-faşist-liberal ittifak yeni bir çarpıtma, karalama veya bir yalanla ortaya çıkıp solu suçlamasın.
E. Mahçupyan ve A. Bayramoğlu gibi gerektiğinde AKP’yi desteklediklerini ifade etmekten kaçınmayan liberallerin, Ergenekon davası üzerinden solla başlattıkları tartışma giderek “anlamlı” bir ayrışmaya doğru gidiyor. Bugüne dek liberallerle ve onlara destek veren unsurlarla bir arada siyaset yapan herkesin şapkasını önüne koyup düşünmesi gerekir. Liberallerle bu denli iç içe geçmenin altında geçtiğimiz dönem esen sol liberal rüzgârın etkisi olduğu açık.
Elbette Ergenekon davasının bir kontrgerilla davasından çok, solu karalama kampanyasına dönüşmesinin asıl müsebbibi, faşistlerle-kontrgerilla öbekleriyle bir kısım sosyal demokrat tabanı iç içe geçiren Kızılelma politikasının mimarlarıdır. Geçen seçimlerdeki “sağdaki oylar MHP’ye, soldaki oylar CHP’ye” politikasını dile getirenlerdir. Son 10-15 yılın ilk yarısında sol liberal savrulmaların; AKP dönemiyle başlayan ikinci yarısında ise, ulusalcılığın yarattığı ırkçı-otoriter-seçkinci savrulmalar toplumsal muhalefetin güdükleşmesine yol açtı. Ulusalcılığın mimarlarının hatalarının bedeli, AKP karşısında etkili bir muhalefetin yaşam bulamamasında görüldü. Bugün toplumsal muhalefetin tümü bu hatalı gidişin faturasını ödemekle yüz yüze kaldı. Sol hızla toparlanıp gerek ırkçı savrulmaların halk içinde yarattığı etki alanını kıracak gerekse de ulusalcılığın tekelinde kalmaları dolayısıyla çarpık algılara neden olan “gericilik karşıtlığı ve bağımsızlık” konularında daha geniş ufuklu, yaratıcı politikalar üretmelidir.
Bu bakış açısı ışığında Ergenekon davasında liberallerle örtüşen ve egemenlerin aklanmasına yol açacak tutumlardan kaçınılmalıdır. “Davaya müdahale veya derinleştirme” adı altında davayı aklayan, davaya eklemlenen tutumlara asla yönelinmemelidir.
Bunun karşılığı, davayı uzaktan izlemeye yol açacak, pasif ve etkisiz bir tutum olamaz. Aksine bu konuda toplumsal muhalefetin sustuğu her durum, kontrgerillanın yeniden yapılanmasını cilalama yarışına giren liberallerin alanı kaplamasına veya karşısında sosyal demokrat tabanda kontrgerillanın yok sayılması gibi tepkisel tutumlara yol açmaktadır.
Bu nedenle davanın başlama sürecinde, bu dava üzerinden yaratılan çarpıtmaları, tanık koruma programı gibi saldırıları içeren ve kontrgerilla gerçeğinin Türk-İslam senteziyle yoğrulmuş asıl yüzünü açığa vuran etkili bir teşhir politikasının hazırlıklarının yapılmasına şimdiden başlanmalıdır. Bu ülkede faşizme, darbelere, kontrgerillaya karşı mücadelenin geçmişte olduğu gibi bugün de solun görevi olduğu ve yalnızca sol ilkelerle yürütülebileceği unutulmamalı; bu süreçte 12 Eylül protestoları Ergenekon davasıyla birleştirilerek ele alınmalıdır.
***
Bu süreçte, egemenlerin önümüzdeki döneme dair yeni ve önemli bir politik müdahale eksenini Güngören’deki bombalama olayı ortaya koydu. Hürriyet Gazetesi ve Baykal’ın failin PKK olduğunu dakika sektirmeden açıklaması karşısında T. Erdoğan temkinli bir tutum takındı. Buna karşın ertesi gün A. Gül ve Fethullahçı Emniyet alelacele PKK’lileri suçlu ilan etti ve apar topar bir operasyon başlattı. Bu gelişmelerin içinde, asla ulu orta konuşmayan Alman istihbarat yetkililerinin dahi PKK’nin bu eylemden sorumlu tutulamayacağını açıklamaları da ilginç bir gelişme olarak bir kenara kaydedilmelidir. Bu açıklamayı Ortadoğu’daki birtakım gelişmelere dikkat çekmek olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır (Nitekim katliamın ertesi günü Kerkük’te Kürtlere yönelik intihar saldırısından bir hafta sonra, Kerkük yerel yönetim planının kabul edildiği açıklandı). Kısacası bombayı kimin koyduğu ikinci planda kalmak kaydıyla, Güngören katliamı bir kontrgerilla operasyonu olarak bilince çıkarılmalıdır. Bunun bir kontrgerilla operasyonu olması, büyük ihtimalle arkasının geleceği anlamına da gelmektedir.
Elbette Güngören katliamının bu kadar kolayca toplumsal muhalefet güçlerinin aleyhine kullanılabilmesi konusunda Kürt hareketinin Anafartalar ve Diyarbakır eylemleri gibi, hiçbir şekilde mazur görülemeyecek hataları önemli bir paya sahiptir. Bugün yeni bir sol ve yeni bir toplumsal muhalefet inşası süreci yaşanırken, geçmişin bu hatalarıyla yüzleşilmeli ve aşılması için gereken yeni adımlar atılmalıdır.
***
Hareketli bir sonbaharın öngünündeyiz. Toplumsal muhalefet açısından solda ortaya çıkan boşlukta kritik bir eşiğe doğru ilerleniyor. Devrimci bir yenilenme çabası, ülkenin neo-liberal gericiliğin ellerine teslim olmasının önünde barikat oluşturabilecek yegane dinamiktir. Sonbahar en az egemenlerin iddiaları kadar, yenilenmekte olan toplumsal muhalefetin iddialarıyla da karşılanmalıdır.