Yakın zamana kadar söylemini, ‘Kürtlerin yokluğu’ üzerinden kuran devletin, sorunun çözümü doğrultusunda attığı / atacağı her olumlu adım dolaylı bir özeleştiri anlamına gelmektedir. Ancak, kurduğunuz model üzerinden, devletin gerçek anlamda bir özeleştiri vermesi, başka bir deyişle, köklü politika değişikliğine gitmesi / gidebilmesi için, sorunu algılayışında bir değişiklik olması gerekmez mi? Bu algı değişikliği nasıl gerçekleşebilir? […]
Yakın zamana kadar söylemini, ‘Kürtlerin yokluğu’ üzerinden kuran devletin, sorunun çözümü doğrultusunda attığı / atacağı her olumlu adım dolaylı bir özeleştiri anlamına gelmektedir. Ancak, kurduğunuz model üzerinden, devletin gerçek anlamda bir özeleştiri vermesi, başka bir deyişle, köklü politika değişikliğine gitmesi / gidebilmesi için, sorunu algılayışında bir değişiklik olması gerekmez mi? Bu algı değişikliği nasıl gerçekleşebilir?
Aslında bir söylem değişikliği çoktandır gerçekleşmiş durumda. “Türk vatanında Kürt yoktur” mottosu uzunca bir zaman devletin Kürt meselesine bakışının esasını oluşturmuş olmakla beraber, 1990’larda yavaş yavaş da olsa aşındı ve geride bırakıldı. Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” beyanından AB reformları çerçevesinde Kürtçe yayının yapılmasına uzanan yolda bu eski söylemden vazgeçildi. Netice itibarıyla, “Türk vatanında Kürt yoktur” fikri bugün artık devletin meseleye bakışına rehberlik etmiyor. Meseleye bakışın esasını bana sorarsanız bugün şu önerme oluşturuyor: “Evet, Kürtler vardır; ancak bu durum onların kültürel haklarının tanınmasını gerektirmez”. Uzunca bir zamandır bürokrasinin merkezinden gelen sesler bu önermenin çeşitlemelerine denk düşüyor. Bu çeşitlemelerin en bilineni de şu: “Kürtler vardır ve biz onların haklarının tanıyabileceğimiz kadarını tanıdık. Kürtlere grup hakları hele de yönetim hakları asla verilmeyecektir.” Önümüzdeki dönem, bürokrasinin bu fikri etrafında bir mücadele yaşanacak. Kürtçe eğitim gibi grup haklarının ya da yerel meclisler gibi yönetim haklarının tanınıp tanınmayacağı meselesi, Kürt meselesi etrafında esas tartışılan konular olacak diye düşünüyorum.
Devletin, azınlıkların asimilasyonu için birçok yöntem denediği ve denemekte olduğu biliniyor. Yatılı Bölge Okulları’nı bu yöntemlerden biri olarak görüyorsunuz. MEB sayılarına göre, bu okulların ve bu okullara devam etmekte olan öğrencilerin yarıdan çoğunun Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde olmasını göz önünde bulundurarak, ″Yatılı Bölge Okulları’nın amaçlarından birinin, Kürt çocuklarının Türkleştirilmesi olduğuna şüphe yok,″ sonucuna varıyorsunuz. Bu durumda, geriye kalan (Denizli, Uşak, Çanakkale, Zonguldak vd.) illeri düşündüğümüzde, yatılı okulların bu illerde kuruluş / bulunuş nedenini nasıl açıklayabiliriz?
Yatılı Bölge Okullarının (YİBO) önemli bir amacının ve işlevinin Kürt çocuklarının asimilasyonu olduğuna şüphe yok. Kürt çocuklarının, bu aracın da kullanılarak asimile edilmesi, bizzat bürokrasinin öngördüğü ve resmi raporlarda telaffuz edilen bir durum. Ayrıca burada şaşılacak bir durum da yok. Bu türden araçları gerçekleştirerek ulusal kimliği inşa etme işi ilk kez Türkiye’de yapılmadı. Aksine, bu çokça bilinen ve sıradan bir durum. YİBO’lara sadece Kürt çocuklarının alınmaması meselesine gelince, YİBO’ların tek işlevinin Kürtlerin asimilasyonu olduğunu söylemek tabii ki mümkün değil; ben de bunu söylemedim. Yoksul ya da yerleşimin dağınık olduğu bölgelerde eğitimin YİBO’lar vasıtasıyla Kürt olmayan çocuklara da götürülmesinde sıra dışı hiçbir şey yok. Bu ikisi arasında bir çelişki yok.
Bazı Kürt çevreleri, Kürtlerin de Cumhuriyetin kurucu unsurlarından biri olduğunu, bunun anayasaya yansıtılması gerektiğini ileri sürdü. Bu istem, sizin de üzerinde durduğunuz, “vatandaşlık hukuku açısından” Kürt sorununun çözümüne ilşkin bir açılım, bir katkı sunar mı?
Bu önerme, Türkiye’yi iki uluslu bir Cumhuriyet olmaya götürmek arzusunun bir yansımasıdır ve savunulmasında hiçbir beis olmaması gerekir. Ne var ki, benim naçizane fikrim Türkiye’nin sosyolojik durumunun bu türden radikal bir yeniden örgütlenmeyi gerektirmediğidir. Bunun yerine, ülkenin çokkültürlülüğünü tanıyan bir eğitim sisteminin inşa edilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının bütün kültürel imalarından koparılarak kâmilen siyasi bir kategori kılınması daha makul görünüyor. Mevcut Türklüğe paralel bir Kürtlük inşa edecek bir siyasi örgütlenme yerine, kültürel kimliklerimizin esnekliğini, geçişliliğini ve faniliğini tanıyan bir siyasi örgütlenme benim meşrebime daha çok uyuyor.
Yine Kürt çevrelerinden bazıları, bir devletleri olmadığından dolayı Kürtlerin söyleminin ‘milliyetçilik’ olarak adlandırılamayacağı görüşünde. Bazı sol ve Kürt çevreler de, Kürtlerin milliyetçi söylemlerini, ″ezilen ulus milliyetçiliği’ olarak olumlama yolunda, onda ilerici yanlar aramakta. Siz, ″Kürt milliyetçiliği″ olgusunu kabul eden bir araştırmacı olarak, Türkiye toplumunu boğucu boyutlara ulaşmış olan milliyetçi hava içinde Kürt milliyetçiliğinin payını, rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ezilen ve ezen ulus milliyetçiliği ayrımı biraz eski bir ayrım ve bugün çok da işlevsel değil. Kürt milliyetçiliğinin mevcudiyetini tabii ki bir vaka olarak kabul ediyorum. Kürt milliyetçiliğinin, tıpkı diğer tüm milliyetçilikler gibi, adlandırmak istediği insanlar arasında yatay dayanışma ilişkileri kurmak, baskı altında tutulan bir kimliği özgürleştirmek gibi olumlu işlevleri olabileceği gibi, kendi alt farklılıklarını ortadan kaldırmak, ‘ötekilerini’ düşmanlaştırmak gibi epey fena işlevleri de olabilir. Ancak Türkiye’de siyasi ortamı tanımlayan gerginliğe Kürt siyasetinin katkısının milliyetçilik üzerinden olduğu tespitine çok da katıldığımı söyleyemem. Kürt siyasetinin mevcut duruma katkısı, daha ziyade askeri mantıktan kopamamak, otoriter siyasi yapılardan vazgeçememek ve açık siyaset yapmamakta ısrar etmek üzerinden olduğunu düşünüyorum. Kürt siyasetinin büyük sıkıntısının milliyetçiliği değil, bu neviden özellikleri olduğunu düşünüyorum.
Batılı anlamda ″nasyon″, tarihsel süreç içinde kendiliğinden oluşmuş bir toplumsal-siyasal formasyon değil, gelişen kapitalizmin gerek(sinim)lerine uygun olarak ‘oluşturulmuş’ bir formasyondur. Bizde, Batı’nın ″nasyon″ sözcüğü önce ″millet″, daha sonra da Moğolca’dan, aslında tribal toplulukları anlatan ″ulus″ sözcüğü ile karşılanmıştır. Batılı anlamda bir uluslaşma çabasının en azından İttihat ve Terakki döneminden beri, ama özellikle Cumhuriyetle birlikte yoğunlaştırıldığını görmekteyiz. Bugün açısından bakıldığında, Kürt sorununun ulaştığı boyutlar göz önünde tutularak, Türkiye’nin ya da ″Türkler″in uluslaştığını söyleyebilir miyiz?
Bu yolda katedilen yolun hiç de az olmadığını düşünüyorum. Hele de sadece yüz yıl önce yüzde yirmisi gayrimüslimlerden oluşan, onlarca etnik grubun bir arada yaşadığı bir siyasi topluluğun mirasçıları olduğumuzu düşünürsek. Bu çeşitlilik durumundan görece homojen bir Türk ulusu yaratma işi, çokça cebri ve cebri olmayan araç birlikte kullanılarak da olsa, büyük kısmıyla becerilmiş durumda. Kürtler müstesna olmak üzere, Anadolu’nun Müslim sakinlerinden bir Türk cemaati çıkarma projesi aşağı yukarı tamamlanmıştır. Dolayısıyla, Kürtleri, onların da hepsini değil, hariç tutarak konuşursak evet, bir Türk ulusu yaratılmış durumda. Daha da mühimi bu iş halen devam ediyor. Anadolu’nun Müslümanlarını Türkleştirme işi aslında dalgalar halinde cereyan etti. 20. Yüzyılın ilk otuz – kırk yılı, eğitim, ordu, bürokrasi, diplomasi gibi devletin bütün araçlarının seferber edildiği bir Türkleştirme dalgasına sahne oldu. 1950’lerden sonraysa daha ziyade pazar ilişkilerinin, ulaşımın, eğitimin ve tabii ki eğitimin
yaygınlaşmasıyla gerçekleşen ikinci dalga bir Türkleştirme gerçekleşti. 1990’lardan bu yana üçüncü dalga bir Türkleştirme yaşadığımız ortada. Bu defa gerek Kürt meselesi gerekse de küreselleşme gibi daha ziyade sosyolojik süreçlere bağlı olarak gelişen bir reaksiyon etrafında gerçekleşen bir dalgaya şahit oluyoruz. Netice itibarıyla, Türkleştirme işinde, bir ulus yaratma sürecinde çokça yol alındı ve süreç halen de devam ediyor.
‘Yahudi Kürtler’ konusu son yılların önemli politik malzemelerinden biri haline geldi. İlk Yahudi olarak kabul edilen İbrahim’in Kürt olduğunu ileri süren Kürt yazarlarla (Eriş: 2006), DNS çözümlemeleriyle Kürtleri Yahudilere en yakın akraba gösteren araştırmaları (Der Spiegel, Nisan 2004) bir kenara bırakarak şöyle söyleyebiliriz: Kürtlük, anılan topluluğun aidiyet biçimidir. Bu etnik kimliğe sahip olanların hangi köken(ler)den geldiği, onların bugün Türkiye’nin eşit yurttaşları olmak istemiyle ilişkilendirilemez. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Onların Yahudi -veya ileri sürüldüğü üzere Arap ya da Fars- kökenli olmaları, eşit yurttaş olmalarına engel olamaz. O halde, bu görüşleri sıcak tutmaya çalışanların hedeflerinin ne olabileceği hususundaki görüşlerinizi bizlerle paylaşır mısınız?
Bu sanıyorum daha ziyade bizim yüz yıllık siyasi kültürümüzün dayandığı iki aksiyomla ilgili. İlk aksiyom, Osmanlı’nın gayrimüslim tebasının ‘bizden’ olmaya niyeti olmadığı şeklindeydi. Ki, bu aksiyoma dayanarak Anadolu’nun gayrimüslimleri yurttaşlığın değil ama Türk ulusu fikrinin dışında düşünüldü. İkinci aksiyomsa, ilkinin tersiydi: Araplar hariç, Osmanlı’nın Müslim tebası bizdendir. Ki, bu aksiyoma dayanarak, Kürtler, Çerkezler, Gürcüler, Boşnaklar ve Lazlar Türk ulusu fikrinin içinde düşünüldü. Kanaatim o ki, Yahudi-Kürtler benzeri tuhaf mefhumların ortaya çıkışı, siyasi kültürümüzü bunca zamandır koşullandırmış bulunan ikinci aksiyomun doğru olmadığının anlaşılmış olmasıyla ilgilidir. Bugün şu açık: Kürtler, kendilerine yakıştırılan bizliğin içinde olma biçimine razı değiller. Kimliklerini unutup Türkleşmeye niyetleri yok. Kürtlerin bu halidir ki, onların gayrimüslimlikle alakalı bir kısım mefhumla birlikte anılmalarına sebep oluyor. Kürtlerin bizlik içindeki konumları gayrimüslimlerin bizlik karşısındaki konumlarına benzetildiği içindir ki, Kürtlükle Yahudilik arasında bu türden tuhaf ilişkiler kuruluyor diye düşünüyorum. Hiç şüphesiz, Irak’ın ABD tarafından işgal edilmiş olması ve Irak’ta oluşan Kürt yönetiminin ABD ve İsrail tarafından desteklenmesi de Kürtlükle Yahudilik arasında bu türden bir ilişki kurulması için elverişli bir zemin oluşturdu.
(*) Mesut Yeğen: 1964’te Siverek’te doğdu. Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans, Essex Üniversitesi (İngiltere) Sosyoloji Bölümü’nden doktora dereceleri aldı. Halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir.
Eserleri:
– Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul-1999
– Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa-Cumhuriyet ve Kürtler, İletişim Yayınları, İstanbul-2006