Herkes Latin Amerika’nın 2000 sonrası dönemde sola kaydığında hemfikir görünüyor. Bunun anlamı nedir? Latin Amerika çapında yapılan seçimlere bakıldığında ortanın solundaki partilerin 2000’den beri birçok ülkede, özellikle de dikkat çekici biçimde Brezilya’da, Uruguay’da, Arjantin’de, Şili’de, Ekvador’da, Venezüella’da, Nikaragua’da ve (henüz) Paraguay’da seçimleri kazandığı görülüyor. Şüphesiz, bu ülkelerin her birindeki durum birbirinden farklı. Bazı hükümetler merkeze […]
Herkes Latin Amerika’nın 2000 sonrası dönemde sola kaydığında hemfikir görünüyor. Bunun anlamı nedir?
Latin Amerika çapında yapılan seçimlere bakıldığında ortanın solundaki partilerin 2000’den beri birçok ülkede, özellikle de dikkat çekici biçimde Brezilya’da, Uruguay’da, Arjantin’de, Şili’de, Ekvador’da, Venezüella’da, Nikaragua’da ve (henüz) Paraguay’da seçimleri kazandığı görülüyor. Şüphesiz, bu ülkelerin her birindeki durum birbirinden farklı. Bazı hükümetler merkeze oldukça yakın konumdalar. Bazılarıysa daha devrimci bir dil kullanıyorlar. Kolombiya, Peru ve Meksika gibi (son seçimlerde Meksika’da muhafazakâr bir hükümet seçimleri 2000 yılında Birleşik Devletler’de Bush’un kazandığı seçimlerdeki kadar bir meşrulukla kazansa da) birkaç istisna da vardır. Gerçek soru Latin Amerika’nın sola gidip gitmediği değil, ne kadar sola gidildiğiyle ilgilidir.
Bana göre, Latin Amerika’nın sola kaydığını ispat edecek dört farklı kanıt sunulabilir. İlki bu hükümetlerin tümünün öyle ya da böyle kendilerini Birleşik Devletler’den uzaklaştırmaya bir nebze de olsun istekli olmalarıdır. Bush yönetimi bu hükümetlerin her biri seçildiğinde aslında muhalifinin seçilmesini umuyordu. Geçmişte Latin Amerika’da Birleşik Devletler’e dostane olmayan hükümetler iktidara geldiğinde Birleşik Devletler bunları yerlerinden etmek ya da daha doğrusu bunları düşürmek için uğraşma eğiliminde olurdu. Ne var ki Dünya-Sistem’de ABD gücünün düşüşü, özellikle de Birleşik Devletler’in zaten Orta Doğu’da kaybetmekte olduğu savaşlarla meşgul olması onu geçmişte Latin Amerika’da etkin hamleler yapmasını sağlayan siyasal enerjiden alıkoymuş görünüyor. 2002’de Chavez’e karşı girişilen başarısız darbe girişimi bunun kanıtıydı.
Bu hükümetler Birleşik Devletler ile aralarına nasıl mesafe koydular? Bunun birçok yolu vardı. 2003’te Birleşik Devletler BM Güvenlik Konseyi’nin iki Latin Amerikalı üyesini (Şili ve Meksika) Irak işgalini meşrulaştırmak için ihtiyacı olan kararı desteklemeye ikna edemedi. Amerikan Devletleri Örgütü’nün (OAS) genel sekreterinin seçildiği son seçimde ABD destekli aday OAS’ın tarihinde görülmemiş şekilde yarışı kaybetti. Bugün Birleşik Devletler’in Latin Amerika’daki yegâne dostu olan Kolombiya bu sene, Venezüella ve Ekvador ile diğer Latin Amerika ülkelerinin gerçekte Ekvador ve Venezüella’yı desteklediği şiddetli bir çekişme yaşadı. Ekvador şuan buradaki ABD askeri üssünün yenilenmesini reddediyor.
Sol eğilimin ikinci kanıtı Latin Amerika çapında yerli hareketlerinin politik önemi ve gücündeki büyük artıştır (özellikle de Meksika, Ekvador, Bolivya ve Orta Amerika’da). Latin Amerika’nın yerli nüfusu uzun zamandır en bastırılmış kesimdi ve büyük oranda politik kurumlardan uzak tutuldular. Fakat bugün Bolivya başkanının bir yerli olması gerçek bir toplumsal devrim niteliğindedir. Bu hareketler Orta Amerika’nın And kuşağında ve Maya bölgelerinde politikada sürekli bir ana faktör haline geldiler.
Üçüncü bir kanıt ise kurtuluş teolojisinin ayakta kalması ve aslında canlandırılmasıdır. Vatikan bu hareketleri, en azından Birleşik Devletler’in 1950’lerde ve 1960’larda sol hükümetleri bastırması kadar kuvvetle, üç papalık döneminden beri bastırmaya çalışmaktadır. Teologlar susturuldu ve yakın bulunmayan papazların yerine itinayla kendilerine yakın papazlar getirildi. Bununla beraber, Katolik hareketler Brezilya’da gelişmeyi sürdüren kurtuluş teolojisinden ilham aldı. Ekvador’un ve Paraguay’ın başkanları bu gelenekten gelmiştir. Ayrıca Latin Amerika’daki Protestan evanjelik grupların etkisi Vatikan’ın, kurtuluş teologlarına daha toleranslı olmasına neden oluyor olabilir. Ne de olsa en azından Katolikler ve kiliseye olan inancın yok olmasının önüne geçiyorlar.
Son olarak; Brezilya bölgesel Güney Amerika bloğunun lideri olma yolunda oldukça başarılı bir çaba içinde. Bu tek başına, sola gidiş olarak görülmeyebilir. Fakat dünya çapındaki çokkutuplulaşma süreci bağlamında düşünüldüğünde böyle bölgesel alanların oluşturulması yalnızca Birleşik Devletler’in değil, Kuzey-Güney ilişkileri içinde tümüyle Kuzey’in de gücünü aşındırır. Brezilya’nın G-20 denilen ülkelere liderliği, Dünya Ticaret Örgütü’nün neoliberal gündemi uygulama kabiliyetinden edilmesinde önemli bir faktör oldu.
Öyleyse, tüm bunlar neye karşılık geliyor? Kuşkusuz bunların anlamı geleneksel anlamda bir “devrim” değil. Bu, Latin Amerika ülkelerinin açıortayının, yani “merkezin” konumlanışının on yıl önce olduğundan oldukça daha solda olması anlamında geliyor. Bu dünya çapında bir hareket bağlamında algılanmalı. Bu sola kayış Ortadoğu ve Doğu Asya’da da sürüyor. Aslında Birleşik Devletler dâhilinde de sürüyor. Ekonomik durgunluğun muhtemelen kısa zamanda daha da şiddetlenecek etkisi bu eğilimleri şüphesiz daha ileri götürecek.
Buna sağdan tepki gelmeyecek mi? Şüphesiz ki gelecek. Bunu bugün Latin Amerika’da, Bolivya’da, merkezi hükümette sonunda güç kazanan ve çoğunluğu teşkil eden yerli nüfustan kurtulmak isteyen, daha zengin ve daha “beyaz” doğu bölgelerinin ayrılıkçı tavırlarında görebiliriz. Diğer her yerde olduğu gibi Latin Amerika’da da politik olarak sallantılı bir dönemdeyiz. Ne var ki sol, bugün Latin Amerika’da bu savaşı kazanabilmek için yüzyılın geçen yarısında olduğundan çok daha güçlü durumda.
15 Mayıs 2008
[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org çevrilmiştir]