1980 Eylül’ünden bu yana Türkiye’de sendika hareketinin her geçen yıl daha da gerilediğine, çözüldüğüne tanık olduk, oluyoruz. Sendika hareketi ülkenin siyasi gündeminden siliniyor, hantal, değişimi yakalayamayan, politika/çözüm üretemeyen örgütlere dönüşen işçi sendikaları, hızla üye kaybediyorlar. Resmi veriler, kayıtlı sektörde toplu pazarlığın kapsamındaki işgücünün, yani sendikaların aktif üyelerinin toplam işgücüne oranının ancak yüzde 12 olduğunu gösteriyor. […]
1980 Eylül’ünden bu yana Türkiye’de sendika hareketinin her geçen yıl daha da gerilediğine, çözüldüğüne tanık olduk, oluyoruz. Sendika hareketi ülkenin siyasi gündeminden siliniyor, hantal, değişimi yakalayamayan, politika/çözüm üretemeyen örgütlere dönüşen işçi sendikaları, hızla üye kaybediyorlar.
Resmi veriler, kayıtlı sektörde toplu pazarlığın kapsamındaki işgücünün, yani sendikaların aktif üyelerinin toplam işgücüne oranının ancak yüzde 12 olduğunu gösteriyor. Kayıt dışı sektör de dikkate alındığında Türkiye’de gerçek sendikalaşma oranı yüzde 6 ile yüzde 8 aralığında tahmin ediliyor. Geriye doğru uzun bir zaman dilimi içinde baktığımızda, 1980 yılından sendikaların aktif üye sayılarının kabaca yarı yarıya azalmış olduğunu görüyoruz.
Öte yandan aynı veriler, kamu ve özel sektör ayrımında çok daha çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor. Özel sektörde 1980 Eylül’ünde yüzde 36’nın üzerinde olan sendikalaşma oranı; 2005-2006 döneminde yüzde 6’nın da altındadır ki kayıt dışı sektör de dikkate alındığında buradan, özel sektörde sendikaların neredeyse ortadan kalktığı sonucuna varmak zor değildir.
Bu süreç aslında 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak bütün Dünya’yı saran ve giderek derinleşen bir büyük krizin Türkiye’deki parçasıdır. Ne var ki eşzamanlı olarak demokrasinin kesintiye uğraması, solun, işçi ve sendika hareketinin yıllarca baskı altında tutulması, hala yürürlükte olan ve yıllarca hiçbir demokratik açılıma izin vermeyen anti-demokratik sendika yasalarının ağır kısıtlamaları nedeniyle bu süreç Türkiye’de çok daha ağır yaşanmış ve yaşanmaktadır.
Peki ya işveren sendikaları? Onlar bu süreçten nasıl etkilendiler?
Büyük çözülme…
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) cesameti konusunda fikir verebilecek ilk elden kaynaklardan biri; konfederasyonun 1965 yılından bu yana yapmakta olduğu “Çalışma İstatistikleri ve İşgücü Maliyeti” araştırmasıdır. TİSK’e bugün 22 işveren sendikası üyedir ve bunlardan aktif olanları bu araştırma kapsamına alınmaktadır. TİSK araştırması, Türkiye’de işçi hareketinin “ilkbahar eylemleri” ile kısa sürecek bir yükselişe geçtiği 1989 yılında 12 işveren sendikasına üye 733 işletmede çalışan 292.105 işçiyi, buna karşılık 2006 yılında 15 işveren sendikasına üye 444 işletmede çalışan 214.533 işçiyi kapsamaktadır. 2006 yılında dâhil edilen 3 işveren sendikasından biri “bilgiler tamamlanmadığından değerlendirme dışı” bırakılmıştır. Diğer iki işveren sendikasına üye işyerlerinde çalışan işçi sayısı ise toplam 25.251 olarak kaydedilmektedir. Böylece 1989 yılında kapsamı 292.105 olan araştırma birimi 2006 yılında 189.282’dir. Bunun anlamı, 102.823 işçinin çalıştığı işyerlerinin artık TİSK çatısı dışında olduğudur ki bu oran olarak yüzde 35’in üzerindedir. Bir başka bakış açısıyla TİSK’in etki alanı 20 yıldan az bir sürede, bugünkü büyüklüğünün yarısından fazlası kadar küçülmüştür.
Daha yakından baktığımızda, TİSK’e üye 22 sendikanın 2 tanesi T. Ağır Sanayii ve Hizmet Sektörü Kamu İşverenleri Sendikası (TÜHİS) ve Kamu İşletmeleri İşverenleri Sendikası (KAMU-İŞ) kamuda kuruludur ve kamu kuruluşları bir “devlet politikası” gereği bu sendikalara üyedirler. Kamu işveren sendikalarının toplu pazarlık sürecinde çok da inisiyatif sahibi oldukları söylenemez. Onlar esasen Türk-İş ile hükümet arasında kamuda gelirler politikası çerçevesinde yürütülen zirvelerin ve sonuçta bütün kamu sektöründe toplu pazarlığı bitiren “çerçeve anlaşmalarının” uygulayıcısıdırlar. Bunların dışında TİSK toplu pazarlık sürecinde, asıl olarak metal, tekstil, cam, çimento, toprak, deri ve bir ölçüde de kimya sektörlerinde etkilidir.
1990 yılında TİSK kapsamındaki majör grup sözleşmelerinin kapsamındaki işçi sayısı 158.623 iken, bu sayı 2006 yılında 102.243’e gerilemiştir. En çarpıcı gerileme tekstil grubunda ortaya çıkmış, grup pazarlığı kapsamındaki işçi sayısı 1990 yılından 2006 yılına kadar 52.116’dan 16.840’a gerilemiştir. Bunun anlamı 35.276 işçinin tekstilde grup pazarlığı sürecinden kopmuş olduğudur ki bu gerileme oran olarak % 68 mertebesindedir. Aynı yıllarda bu gerileme cam grubunda % 55, toprak grubunda % 36 oranındadır. Çimento grubunda % 40 oranında bir gerileme gözlenmektedir. Ancak bu gruba özelleştirme sonrasında dâhil olan işletmelerde çalışan ve daha önce kamuda bağıtlanan toplu iş sözleşmesi kapsamında bulunan 6.997 işçi de dikkate alındığında çimento grubunda toplu pazarlık kapsamındaki işçi sayısının 1990 yılında 15.816 iken 2006 yılında 5.344’e gerilediği anlaşılmaktadır. Bu gerileme oran olarak % 66’nın üzerindedir. En istikrarlı grup gerilemenin % 12 oranında kaldığı metal grubudur. Gerileme doğrudan grup toplu pazarlığı kapsamındaki işyeri/işveren sayılarında da gözlenmektedir. Sayılar, TİSK’in grup pazarlığı kapsamında yaşadığı erime sürecini işaret etmektedirler ki bunlar, konfederasyonun en etkili sendikalarıdır.
TİSK’in bütününe bakıldığında çözülmenin çok daha sert olduğu anlaşılmaktadır. Geçmişte etkili olduğu gıda sektöründe, kâğıt sektöründe, deri sektöründe ve hatta kimya sektöründe TİSK, 90’lardan sonra toplu pazarlık sürecindeki etkisini ve iddiasını yitirmiştir.
Bağımsız işveren sendikaları açısından da durum farklı değildir. Bağımsız işveren sendikalarının etkili oldukları sektörler arasında dikkat çekici olan kara taşımacılığıdır. Bu sektörde bağımsız iki işveren sendikası işçi sendikalarıyla grup toplu iş sözleşmeleri imzalamaktadır. Bağımsız işveren sendikaları dokuma işkolunda da Bursa’da ve Uşak’ta iki ayrı -bölgesel nitelikte- grup pazarlığı yürütülmektedirler. Bunların yanında gıda sektöründe bağımsız işveren sendikaları çeşitli illerde kurulu fırınlarda bağıtlanan -ve kapsamları giderek daralan- grup sözleşmelerine taraf olmaktadırlar. İşte hepsi bu kadar!
İşveren sendikalarının önemli bir kısmı tabela örgütüne dönüşmüş ya da dönüşmekte… Kimilerinin faksları çalışmıyor, telefonları cevap vermiyor. Öyle ki daha dün “gülme sırası bizde” diye ellerini ovuşturanlar, birer birer kendi kapılarına kilit vurmaya başladılar.
Pek çok sektörde işveren sendikaları varlık nedenleri olan toplu pazarlık faaliyetlerinden kopmuş, başka alanlara yönelmiştir. Avrupa Birliği (AB) fonlarıyla bir avuç kalan üyeleri adına sosyal diyalog projeleri yürütmek, ulusal ve uluslar arası toplantılara temsilci göndermek, sempozyumlara katılmak, kokteyl vermek, kokteyllere karılmak, sergileri gezmek, ziyaretler…
Neden?
Kuşkusuz işveren sendikalarının içinde bulundukları bu süreç, salt ekonomik/sendikal mücadele çerçevesinde dahi sermayenin bir gerileme içinde olduğu şeklinde anlaşılamaz. Ama sermaye çeşitli sendikasızlaştırma yöntemleriyle toplu pazarlık sürecini -dolayısıyla işveren sendikalarına olan ihtiyacı- ortadan kaldırabilmekte ya da toplu pazarlık sürecine giderek başka mekanizmalarla -daha doğrudan- katılmaktadır.
Esasen işveren sendikalarının küçülmesi, tarihsel/küresel iki süreçle de bağlantılıdır ki bunlar; genel olarak “toplu pazarlığın kapsamının daralması” ve “toplu pazarlığın âdemi merkezileşmesi” trendleridir.
Öncelikle işveren sendikaları, kapsamı giderek daralan toplu pazarlık sürecinin taraflarından biridir. Bu bağl
amda işçi sendikalarının zayıflamasının başlıca ölçülebilir göstergesi olan toplu pazarlığın kapsamının daralması bir süre sonra işveren sendikalarının da küçülmesine neden olacaktır ki yaşanan bir yanıyla budur. Bu süreç küreseldir ve farklı boyutlarda da olsa hemen her ülkede gözlenmektedir.
Toplu pazarlığın âdemi merkezileşmesi süreci ise küreselleşmeyle; sermayenin Dünya üzerinde kazandığı olağanüstü hareket yeteneğiyle, üretim modellerindeki değişimle, kitle üretiminin yerini esnek üretime bırakması ve esnekliğin işgücünün organizasyonundan ücret sistemlerine kadar bütün alanlarda asıl faktör haline gelmesiyle doğrudan ilgilidir. Küreselleşme bir yandan Dünya pazarlarında “düşmanca” rekabet koşulları yaratırken çok uluslu hale gelen sermayenin “rekabet” faktörüne yaklaşımını da esaslı biçimde değiştirmiştir. Başlangıçtaki, sektörler arası (ülke düzeyinde) ya da sektörler, işkolları düzeyinde toplu pazarlığı ücret düzeyini standartlaştıran ve böylece işgücü maliyetleri bazında rekabeti azaltan bir etken olarak gören -ve tarihsel olarak işveren sendikalarını ortaya çıkaran- perspektif değişmiştir. Çok uluslu şirketlerde bugün, merkezileşmiş ve sektörler, endüstriler düzeyinde toplu pazarlığın sermayeyi, “rekabet için gerekli olan” ücretlerin, çalışma saatlerinin ve koşullarının, iş organizasyonunun, işgücünün kullanımının işyerleri düzeyinde belirlenebilmesi esnekliğinden yoksun bıraktığı görüşü bütünüyle egemendir. Bu çerçevede sermaye toplu pazarlık sürecinde de mikro düzeyde uzlaşmalara yönelmekte, işyeri sendikacılığını desteklemekte, sendikalarla hatta mümkün olduğunda sendikaları da dışlayarak işçilerle doğrudan diyaloga girmeyi tercih etmektedir.
Toplu pazarlığın bütünüyle firmaya uygun hale getirilecek kadar esnekleştirilmesi amacı, sermayeyi merkezi toplu pazarlıktan uzaklaştırmakta, şirketleri işveren sendikalarından bağımsız hareket etmeye ve hatta işveren sendikalarından ayrılmaya yöneltmektedir. Sermayenin firma bazlı yönetim ve istihdam modellerine yönelmesi toplu pazarlığın âdemi merkezileşmesi eğilimini desteklemekte, merkezi/birleştirilmiş toplu pazarlığın kurulu yapılarına meydan okumaktadır.
Toplu pazarlığın âdemi merkezileşmesi süreci Türkiye’de de başlıca merkezi/birleştirilmiş toplu pazarlık birimleri olan grup toplu pazarlığı sürecini, etkili olduğu bütün işkollarında çözmekte; işyerleri düzeyinde toplu pazarlık önem kazanmakta, etki alanı -işveren sendikalarını da devreden çıkaracak biçimde- giderek genişlemektedir. Türkiye’de sistemin, Batı’daki gibi toplu pazarlığın farklı düzeylerde yürütülebilmesine izin vermemesi, sektörler arası düzeyde (ülke düzeyinde) ve sektörel/işkolları düzeyinde toplu pazarlığın yasaklanmış olması nedeniyle âdemi merkezileşme, aslında bu tür merkezi toplu pazarlığın örgütleri olan/olmaları gereken işveren sendikalarını toplu pazarlık sürecinin dışına taşımaktadır.
Öte yandan Türkiye’de toplu pazarlık sürecinin çok önemli bir parçası olan kamu sektörü de giderek önemini yitirmeye başlamıştır. Kamu kesiminde toplu pazarlığın kapsamı 90’lardan bu yana yarı yarıya azalmıştır. Kamuda toplu pazarlığın kapsamının bu derece daraltan özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamalarıdır. İstisnaları olsa da özelleştirilen kuruluşlar işçi sendikalarına karşı işveren sendikaları kanalıyla değil ama daha çok bağımsız olarak hareket etme eğilimindedirler. Kamuda ve özel sektörde taşeronlaşma işlerin fabrika dışına kaçmasına, işgücünün önemli bir bölümünün toplu pazarlık sürecinin dışında kalmasına neden olmaktadır. Taşeronlaşma bugün ekonominin yarısını kapsayan kayıt dışı sektörü, kayıt dışı istihdamı besleyen başlıca süreçtir aynı zamanda… İşverenler, üretimin bir bölümünü taşerona vererek işgücü maliyetlerinde avantaj elde etmektedirler, ancak bu onlara vergi, sigorta primi olarak geri dönmektedir ve kayıt dışı -merdiven altı- sektörün rekabeti de yıkıcı olabilmektedir. Taşeronlaşma sanayide şiddete dayalı, silahlı külahlı bir alt kültürün oluşmasına neden olmaktadır. Kendisini her türlü kanunun üzerinde gören, kendi kuralını koyan taşeronun işveren sendikalarına da ihtiyacı yoktur. Taşeronlaşma Frankenstein’in canavarı gibi işveren sendikalarına da zarar vermekte, onları da zayıflatmakta.
İşveren sendikaları için Türkiye’de çok enteresan bir süreç yaşanıyor.