Siyasal gündem artık alışılageldiği üzere AKP ile geleneksel devlet eliti arasındaki gerilimin süreklileşmesi üzerine kurulu. Cumhurbaşkanlığının tamamen ve ordu desteğinin de kısmen devreden çıkmasıyla, üniversiteler ve yargı “öksüz” kalmıştı. Ergenekon operasyonu atmosferi içinde gerçekleşen YÖK Başkanı’nın değişimi, ılımlı İslam projesine ayak direyen ulusalcı üniversite bürokrasisine ciddi bir darbe vurmuş ve sıra yargıya gelmişti. Yargıtay bürokrasisi […]
Siyasal gündem artık alışılageldiği üzere AKP ile geleneksel devlet eliti arasındaki gerilimin süreklileşmesi üzerine kurulu. Cumhurbaşkanlığının tamamen ve ordu desteğinin de kısmen devreden çıkmasıyla, üniversiteler ve yargı “öksüz” kalmıştı. Ergenekon operasyonu atmosferi içinde gerçekleşen YÖK Başkanı’nın değişimi, ılımlı İslam projesine ayak direyen ulusalcı üniversite bürokrasisine ciddi bir darbe vurmuş ve sıra yargıya gelmişti. Yargıtay bürokrasisi bu süreçte erken inisiyatif almayı tercih ederek, AKP’yi kapatma davası açarak atağa geçmişti. CHP’nin açtığı Türban davası da zaten topu Yargıtay’ın önüne getirmişti. Böylece bu süreçte yargı, geleneksel elitin AKP karşıtı çizgisinin sürükleyici gücü durumuna geldi.
AKP ise yargı bürokrasisinin ataklarına, bir süredir hazırlanmış olarak elde tutulan “yargı reformu” yasa tasarısı ile yanıt verdi. Güya reform içeren bu yasa tasarısının asıl belirleyici yönünü, yargı bürokrasisinin oluşmasında yürütmeye -yani AKP hükümetine- belirgin bir üstünlük sağlaması oluşturuyor. Dolayısıyla bu son tartışma ve çatışma, rejimin yeniden yapılanmasıyla doğrudan bağlantılı. 1961 Anayasası’nda belirgin olarak dile gelen, yasama-yürütme-yargı arasındaki “kuvvetler ayrılığı” prensibi zaten 12 Eylül’le çok önemli darbeler yemişti. Bugün yargı etrafında yürütülen tartışma da, sürmekte olan 12 Eylül rejimini özgürleştirici bir doğrultuda değiştirmeyi hedeflemiyor. AKP’nin neo-liberal “ılımlı-İslam rejimine” dönük atakları, şu an yargı bürokrasisinin gücünü koruma hamleleriyle karşılanıyor.
Geçtiğimiz günlerde, AKP’nin süreci etkilemek üzere farklı icraatlarına da tanık olundu. Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt izlenip, dinlenirken emniyetin suçüstü yakalanması esnasında, uluslararası çapta “derin ilişkilere” sahip olduğu anlaşılan Turhan Çömez’in de olaya karıştırılması gibi gelişmeler bu operasyonun hamlelerinin bundan ibaret olmadığını gösterdi. Genelkurmay Başkanı hakkında “karısının usulsüz harcamaları” etrafında sızdırılan iddialar da bu operasyonların yansımaları olarak değerlendirilmeli. Fethullahçıların işgali altındaki İçişleri Bakanlığı ve Emniyet kadroları aracılığıyla toplattırılan “bilgi” ve “belgelerin”, her fırsatta şantaj ve tehdit amaçlı kullanılıyor olması artık düzen içi iktidar mücadelelerinin ayrılmaz bir parçasına dönüştü. Tabii bu süreçte para, makam, statü gibi her tür “yan” aracın kullanılıyor olması da çabası.
Bu durumun ulusalcı cenahta ezberleri bozduğu ve derin çatlaklara yol açtığı aşikar. Ulvi idealler görüntüsü altında devletin tüm olanaklarını kullanarak yaptıkları her türlü yolsuzluk ve kirli işlerinde verdikleri “açıklar” şimdi kendileri için şantaj konusu olmakta ve bu kesimin AKP’ye karşı direncini zayıflatmakta.
Tüm bu kirli tezgâhlar arasında iki kritik karar verilecek. Haziran ayında açıklanması beklenen “Türban” kararı, eğer AKP aleyhine sonuçlanırsa, bu durum “kapatma” davasının da AKP aleyhine sonuçlanacağı yönünde güçlü bir işaret olacak. Ancak lehte çıkacak bir karar AKP’yi okka altından tamamen kurtarmış sayılmayacak. Ama bu olası durum, yani türban serbestisi, üniversite bürokrasilerinin ve yargının önemli bir kesiminin daha da keskinleşmesine neden olacak. Bu noktada, Yargıtay ve Danıştay bildirilerinin Anayasa Mahkemesi başkanının “üçüncü yol arayışı” yönündeki açıklamasının ardından gelmesi ve Anayasa Mahkemesi’ndeki 7-4 dengesini korumaya yönelik olduğu da hatırlanmalıdır.
T.Erdoğan’ın kapatma davasının bir an önce sonlandırılmasını istemesinin nedeni, iktidar açısından doğan inisiyatif boşluğu ve yerel seçimlere yeterli hazırlığın yapılamamasıdır. AKP’nin ve özellikle T.Erdoğan’ın meşruiyetini neredeyse tamamen aldığı oy oranına dayandırdığı düşünülürse, yerel seçimlerdeki bir başarısızlık, düşüşün başlangıcını oluşturacaktır. Bu nedenle AKP, yerel seçim öncesi plan ve programlarını bozacak her türlü gelişmeyi önlemek ve bunlar karşısında erken harekete geçmek zorundadır. Karşı taraf da bu bilinçle, davanın sonuçlanma tarihini seçime yaklaşan zamanlara denk getirmek isteyecektir.
T.Erdoğan içerde yaşanan her siyasal krizde başvurduğu klasik taktiğe bu kez de başvurmaktan geri durmadı. Yine siyasal krize düşer düşmez, dışardan yardım alarak sorunu çözmeye çalıştı. AB ve Ortadoğu ilişkilerini bu açıdan değerlendirmeye girişti. Kendisine çok büyük prim getireceğini düşündüğü İsrail ve Suriye arasında arabuluculuk girişimi, ABD’nin -en azından şimdilik- soğuk durması ve yargı kurumlarından peş peşe gelen açıklamalarla ikincil düzeye düştü. İki yıl sonra ilk kez toplanan Türkiye ve AB arasındaki en yüksek kurum olan Ortaklık Konseyi de Fransa’nın tam üyeliğe karşı çıkmasıyla gölgelendi.
IMF’nin enflasyon hedeflerinin tutmayacağını gerekçe göstererek ek önlemler istemesi; petrol fiyatlarının bugünlerde 135 dolar civarında seyretmesi ve yıl sonunda 200 dolara doğru tırmanma olasılığının ciddileşmesi; yaşanan stagflasyon (durgunluk ve enflasyonun birlikte yaşanması) ortamında tüm fiyatların hızla yükselmesi; enerji özelleştirmelerini daha karlı hale getirmek için zorunlu otomatik zamların (ilk adımı elektrikte %20 civarı) yapılacak olması; SSGSS ve İstihdam Yasalarının yürürlüğe girerken yıkıcı etkilerinin gözükecek olması gibi gelişmeler zaten sıkışık durumda olan, giderek politikasızlaşan ve hırçınlaşan AKP açısından zor bir dönemin sinyalleri olarak değerlendirilmelidir.
AB ve ABD, ülkedeki rejim krizinin en şiddetli anlarından birisini yansıtan bu süreçte, avantaj elde edecekleri pozisyonlara yöneldiler. AB yeniden Türkiye siyasetinde etkin bir rol kapmaya çabalarken, AKP’nin İslami-şeriatçı yönünün törpülenmesine özen gösteren bir pozisyon aldı. ABD ise Türkiye egemenleri arasında çıkan bu son krizi yönetme gayreti içine girdi. ABD yönetimi içindeki -orduyla sürekli paslaşan ve İran saldırısını kışkırtan- en şahin kanat AKP’nin kapatılması senaryosuna yönelirken, resmi tutum yakın zamana kadar AKP’ye bir balans ayarı çekilmesi çerçevesinde biçimlendi.
Bu süreçte TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın İsviçre’de yaptığı konuşmadaki “Dünyada yeni dengeler Batı aleyhine gelişmektedir. Brezilya, Hindistan, Çin ve muhtemelen Türkiye BM başta olmak üzere tüm uluslararası kurumlarda daha güçlü bir şekilde yer almayı arzulamaktadır”; “Siyasal güç, geleneksel olarak Batı bloğu içinde yer alan ülkelerin aleyhine yeniden paylaşılmak zorundadır” şeklindeki vurgularını not etmek gerekir. Bu açıklamanın arızi olmadığının anlaşılması açısından, geçtiğimiz günlerde TÜSİAD Başkanı’nın “Türkiye’nin Irak’taki çıkarlarının ABD ile çeliştiği” doğrultusundaki açıklamalarının aynı paralelde olduğunu hatırlamak gerekir.
Dünyada yaşanan son krizin ve bunun da bir yansıması olarak ülkemizde bugünlerde derinleşmekte olan krizin öncekilerden farkı, özellikle emperyalistler ve sermaye açısından sürecin “emir-komuta zinciri içinde” kurgulanamaması ve yönetilememesidir. Örneğin İngiltere, Kraliçe’nin son Türkiye gezisinin de gösterdiği üzere, bölge politikalarında, petrol paylaşımında ve Türkiye ile ilişkilerde ABD’nin gerileyen gücü karşısında özel bir inisiyatif geliştirme politikası gütmektedir. Irak ve Irak Kürdistanı’ndaki son gelişmelerin de gösterdiği şekilde, Türkiye devleti de Kürtlerle ilişkisini “düzeltirken” -aslında yeniden biçimlendirirken- bir dizi av
antaj sağlamadan ABD politikalarına tam olarak onay vermedi, hatta yer yer bu politikaların altını oydu. Ancak Kerkük’ün statüsü, petrolden pay alma ve PKK’nin budanması gibi konularda anlaştıktan sonra adım atmaya başladı.
Benzer bir durum ılımlı İslam rejiminin gidişatı açısından da geçerlidir. Türkiye’nin geleneksel egemen güçleri, ABD politikalarının içerde, hızlı bir şekilde aleyhlerine sonuçlar yaratmasına bir ölçüde direnecek, pazarlığı zorlayacak güç ve cesareti kendilerinde bulabilmektedir. Ayrıca geleneksel egemenler, içerde de kriz koşullarında bıktırıcı bir çatışma atmosferinin egemenlerin tümü için bir kayıp olabileceği fikrini yayarak liberal-İslamcı güçleri “uzlaşmaya” davet etmektedir. Doğan Medya’nın sürekli yinelediği çağrılar, yeni bir denge etrafında bir uzlaşma politikasını yansıtmaktadır.
Bu gelişmeler sürerken, 27 Mayıs’ın yıldönümünde T.Erdoğan, geleneksel güçlerin -örneğin TÜSİAD’ın- çıkışlarını “Biz Demirperde ülkesi değiliz ama Türkiye’de perde örme gayretinde olanlar var” diyerek yanıtladı. T.Erdoğan “seçmenine ihanet etmemek” adına Yargıtay ve Danıştay bildirileri karşısında ipleri germekte, TÜSİAD’ı örtük olarak Rusya’ya özenmekle suçlayarak AB ve ABD’ye şikayet etmektedir. Bunun adı “ya hep ya hiç” politikasıdır. Böylece T.Erdoğan bu süreçte kendisinin harcanmasının önünü açacak olan “üçüncü yol” arayışlarına şiddetle karşı çıkmaktadır.
A.Gül ve K.Toptan’ın çizgileri ise yine uzlaşma sinyalleriyle yüklüydü. K.Toptan’ın “üçüncü yol” arayışı, yargı kanadının açıklamalarıyla tam çökmüş gibi görünürken, Cumhurbaşkanı’nın çabaları Hızır gibi yetişti. A.Gül’ün aslında “Türban sürecinde” de T.Erdoğan’dan farklı düşündüğüne dair tefrikalar basını bir anda kapladı. Hemen ardından A.Gül’ün Yargıtay Başkanı ile görüşmesi ve karşılıklı uzlaşma sinyalleri vermeleri gündeme geldi. Sürecin, T.Erdoğan’ın harcanacağı ve ABD-Fethullahçılar-Devlet bağlantılı AKP’liler-TÜSİAD-Genelkurmay etrafında yeni bir uzlaşma zeminine doğru mu gittiği, yoksa T.Erdoğan’ın baltalamalarıyla çatışmanın daha da mı derinleşeceğini gelişmeler gösterecek.
AKP’nin kapsamını sadece GAP’la ve ekonomik girişimciliği desteklemekle sınırlı tuttuğu Kürt sorununa yönelik örtük açılım, DTP’nin vetosuyla karşılaştı. Şimdilik kapsamlı bir çözüm paketinden çok, bir seçim taktiği olarak gündeme getirildiği anlaşılan bu paketin kısa vadeden çok, uzun vadedeki etkilerinin ele alınması gerekir. Bölgenin bir bütün olarak yeniden sömürgeleştirildiği bu süreçte Kürt hareketinin emek eksenli bir politikaya hızla yönelmesi, yerel yönetimlerde taşeron sistemini tasfiye ederek halkçı politikalara yönelmesi gerekir. İrlanda’da yüz yıllık köklü bir ulusal mücadele geleneğine sahip olan Sinn Fein’in dahi taşeronlaştırma karşıtı kampanyalara girişmesi, çağımızda ulusal sorunların aldığı yeni yönelimi açığa vurmaktadır.
Bu süreç toplumsal muhalefetin devrimci bir tarzda yenilenmesini her geçen gün daha büyük bir ihtiyaç haline getirmektedir. Kuşkusuz bu süreçte “dokuz canlı” bir karakter gösteren sol-liberalizm kendine yeniden oluşum kanalları aramaktadır. Ama devrimcilerin çabalarının karşılık bulmasına son derece elverişli bir dönem devam etmektedir. Bugün halkçı-devrimci politikalar etrafında en geniş birliktelikleri kurma zamanıdır. En büyük sorunların başında, toplumsal muhalefeti sürükleme pozisyonundaki kitle örgütlerinin politikasızlığı ve yöneticilerin sürecin gereklerini kavramaktan uzak olmaları gelmektedir.
Bu sorunun tersten karşılığı olarak biçimlenen ikinci kritik sorun ise, geniş, kitlesel mücadele ve örgütlenme deneyiminden yoksun genç unsurların geçtiğimiz politik “kuraklık döneminin” dışına çıkmalarında ve yeni hareketli sürece ayak uydurmakta yaşadıkları zorluklar gelmektedir. Beceri, bu denklemin tersine çevrilebilmesinden geçecektir. Elbette bunun inatçı ve meşakkatli bir çaba gerektirdiği ortadadır.
Her politik atak iyi bir hazırlığı zorunlu kılar. Doğru bir çizginin, doğru bir tarzla hayata geçirilmesini gerektirir. Kendisini cesur, yaratıcı eylemlerde cisimleştirir. Bu yenilenme dönemi devrimciler açısından önemli bir sınavdır. Bu sınav, bu gerekliliklerin tümüne birden cevap verilerek geçilecektir.