AKP’ye açılan kapatma davası ve ona misilleme olarak İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek’in Ergenekon operasyonu çerçevesinde gözaltına alınmaları, yaşanan AKP-ulusalcı çatışmasını bir anda sert bir krizin eşiğine getirdi. Çatışmanın en agresif seyrettiği alan medya oldu. Medyayı kuşatan İslamcı/liberal/Amerikancı (esas olarak da Fethullahçı) basın bu çatışmada kritik bir rol oynadı. Özellikle Taraf, Yeni Şafak, […]
AKP’ye açılan kapatma davası ve ona misilleme olarak İlhan Selçuk, Kemal Alemdaroğlu ve Doğu Perinçek’in Ergenekon operasyonu çerçevesinde gözaltına alınmaları, yaşanan AKP-ulusalcı çatışmasını bir anda sert bir krizin eşiğine getirdi.
Çatışmanın en agresif seyrettiği alan medya oldu. Medyayı kuşatan İslamcı/liberal/Amerikancı (esas olarak da Fethullahçı) basın bu çatışmada kritik bir rol oynadı. Özellikle Taraf, Yeni Şafak, Star gazeteleri ve Ahmet Altan, Fehmi Koru, Şamil Tayyar ileri üçlüsü cansiperane bir performans sergiledi.
Kapatma davası ve Ergenekon gözaltılarının ardından, her iki tarafın ilk hamleleri geldi. AKP’liler anayasa değişimleriyle kapatma davasının boşa çıkması için formül arayışlarına girişirken, gözaltından çıkan İlhan Selçuk’un ilk sözü “Başbakan gerilimi düşürmeli” oldu. Ardından ortalıkta “uzlaşma” lafından geçilmez oldu. Özellikle TOBB’un yani R.Hisarcıklıoğlu’nun sağ kanattan, TÜSİAD’ın ise ağırlıkla sosyal demokrat kanattan yürüttüğü “uzlaştırma” turları birden ilgi odağı haline geldi. Bu arada AKP içinde T.Erdoğan ekibinin giriştiği Anayasa’yı değiştirip referanduma giderek kitleleri arkasına alma stratejisi, AKP içindeki Köksal Toptan, Cemil Çiçek gibi “devletçi” isimlere tosladı. MHP’nin de itirazlarıyla birlikte, süreci referanduma götürecek oy çoğunluğunun sağlanamayacağı görüldü. Bu arada herkesin birbirine karşı yönelttiği “uzlaşma” hamlelerinden en çok T.Erdoğan rahatsız oldu, kitle desteğini arkasına almak için hızla seri kitle gösterilerine girişti.
Şimdi bu gelişmelere biraz daha serinkanlılıkla bakıldığında, çatışmanın en önünde duran iki ana aktörün (AKP özelinde T.Erdoğan-ulusalcılar özelinde İlhan Selçuk’un) hamlelerinin farklı aktörlerin elinde başka manevraların parçası haline geldiği görülüyor. Dikkat edilirse AKP kanadında ulusalcılarla çatışmayı T.Erdoğan’dan çok, esas olarak (emniyet ve medya alanından) Fethullahçılar yönetiyor. Ama uzlaştırma turlarını da yine R.Hisarcıklıoğlu ve A.Gül gibi Fethullah’a yakın isimler yürütüyor. Bu uzlaştırma turlarına ise en çok T.Erdoğan karşı çıkıyor. Hatırlanacak olursa, benzer bir tablo, yani T.Erdoğan’ın ısrarına rağmen Hisarcıklıoğlu ve Gül’ün uzlaştırma girişimleri, “üniversitelerde türban serbestisi” sürecinde de yaşanmıştı. Bu durum ilk bakışta “iyi polis-kötü polis” denklemine benzetilebilir. Ama T.Erdoğan’ın uzlaştırma girişimleri karşısındaki rahatsızlığı ve Anayasa Mahkemesi’nin geleneksel tutumu göz önünde tutulursa, olası bir siyasal/ekonomik kriz halinde, gidişatın “iyi polis-kötü polis” denklemini aşacağı ve bazı aktörlerin olası bir siyasal boşluk ortamına ilişkin birtakım senaryo hazırlıkları içinde olduğu anlaşılıyor. Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatma davasının açılmasını herkes için oybirliğiyle, A.Gül açısından ise 7-4 kabul etti. Anayasa Mahkemesi’nin en son açıkladığı, TBKP’nin kapatılma davasına ilişkin nitelikli çoğunlukla (7-4) aldığı kararın gerekçesine bakıldığında, “AKP’nin kapatılma ve T.Erdoğan dahil bir kısım AKP’liye yasak gelme” ihtimalinin yabana atılır türden olmadığı görülüyor. Bu arada istenen yasaklılar listesinin “çerçevesine” dair çeşitli tevatürlerin ortalıkta dolaştığı da hafızalara kaydedilmeli. Dava süresinde yaşanacak politik karmaşanın çekim alanının sadece AKP ile sınırlı kalmayıp, CHP dahil tüm partileri derece derece içine çekebilme olasılığı da akılda tutulmalıdır.
Diğer yandan ise, ulusalcılara yönelen Ergenekon soruşturması iç siyasetteki gerilimler kadar, uluslararası planda Rusya etrafında kurulan ve İran’la daha ılımlı bir ilişki savunan “Avrasya hareketi”nin ülke içindeki taraftarlarını ruşeym halindeyken kazımak amacını güdüyor. Bu nedenle sağdaki uzantı olarak MHP’yi Türk-İslam sentezinin dışına çıkartmaya çalışan “Türkçü” unsurlara; sol uzantı olarak ise İşçi Partisi gibi, Avrasyacılık siyasetini açıktan güden unsurlara yönelmektedir. Dolayısıyla Ergenekon Operasyonu kontrgerillanın egemen Amerikancı kanadını güçlendirirken, okka altındaki büyükbaşlara ise şimdilik gözdağı vermekle yetinmektedir.
Bu ortamda “herkes bir adım geri atsın” lafının anlamı giderek belirginleşmekte. Sermaye için emekçilerin daha da aleyhine ama TOBB ile TÜSİAD’ın temsil ettiği kesimler arasında yeni bir uzlaşma zemininin oluşturulması; derinleşen ekonomik kriz atmosferinde İslami sermaye lehine güdülen olağanüstü destek politikalarının eşitlenmesi; orduda ulusalcılığın marjinal bir Rusya yandaşlığı ile özdeşleştirilmeye çalışılarak üst kademeler içindeki etkisinin kırılması; dış politikada Avrasyacılığın soğuk savaş dönemini andıran bir atmosfer içinde öcü olarak damgalanması, “yeni Osmanlıcılık” olarak anılan Amerikancı çizginin daha da katıksız olarak oturtulması, Rusya ve İran politikalarında yalpalamalar yaşanmaması olarak tercüme edilebilir.
Elbette T.Erdoğan ve ulusalcılar da bu sürece kendi doğrultularında müdahale etme çabası içinde olacaklardır. Ulusalcılar bu sürece geçen yıl ki 14 Nisan mitinginden esinlendikleri, 12 Nisan mitingiyle yeni bir kitle seferberliğiyle müdahale etme gayreti içindeler. Ayrıca son aşamasına geldiği anlaşılan Ergenekon soruşturmasının bitişinin ardından mahkemenin de bir siyasal hesaplaşmaya dönüştürülmek isteneceği açık. T.Erdoğan ise şimdilik “uysal koyun değilim” ve “hizmete devam edeceğiz” demekle yetindi. Elbette bu güçlerin kolay pes etmesini beklememek gerekir, ancak nasıl örselendiklerini ve ne tarafa doğru bükülmek istendiklerini görmeli ve çatışma düzlemlerini doğru kavramalıyız.
***
Son aylarda kitlelerin hoşnutsuzlukları giderek artıyor, ülkede politizasyon ve toplumsal kutuplaşma hızla derinleşiyor, kendiliğindenci kitle hareketliliği yükselme belirtileri gösteriyor. Toplumsal muhalefet odaklarının karşıt egemen kamplar içinde yer alarak birbiriyle uğraşmaya öncelik vermek yerine, AKP karşısında pozisyon almaları bu açıdan etkili oluyor. Toplumsal muhalefet odaklarının geleneksel tabanları, rahatsızlıkları artan tüm toplum kesimlerine nüfuz edebiliyor ve onları hareketlendirebilme olanağı yakalayabiliyor.
Egemenler arasındaki çatışmanın derinleşmesi ve kitlelerin kendiliğindenci tepkilerinden yararlanmak istemeleri de, bu hareketlenmeyi kolaylaştırıyor.
Henüz bu yeni sürecin ilk başlarındayız. Ama öncelikle bazı acil sorunlara değinmek gerekiyor. Toplumsal muhalefet odakları genel olarak sürecin özelliklerini kavrama noktasında yetersizler. Özellikle toplumsal muhalefetin başını çeken kitle örgütü yöneticileri de, hala büyük ölçüde son yılların yorgun, iç didişmelere gömülü ve neredeyse “apolitik” ruh hali içinde. Bunun tipik göstergeleri SSGSS sürecinde bir kez daha ortaya çıktı.
AKP, SSGSS yasasını gündeme getirirken sahte bir toplumsal mutabakat tablosu yaratmaya çok özel bir gayret gösterdi. Üstelik bu özel gayreti sendika yönetimleri dahil, herkes gördü. Türk-İş yönetimi tam anlamıyla bir işbirlikçi tutum sergiledi. Buna rağmen, DİSK, KESK ve TTB Başkanları Çalışma Bakanı’yla bir araya geldiklerinde, bu mutabakat tablosu içerisinde yer almadıklarını yeterince gösteremediler. Hatta aksine mutabakat görüntüsünün yayılmasına adeta göz yumarcasına pozlar verdiler.
Ayrıca DİSK yönetiminin TÜSİAD Başkanı’nın uzlaşma turu ziyareti esnasındaki “uyumlu” tutumu; Cumhurbaşkanı A.Gül’ün uzlaşma turları içinde Ufuk Uras’la yaptığı görüşmenin ardından Uras
‘ın yaptığı “parti başkanlarının geniş bir masa etrafında toplantı yapması” çağrısı, solu kitleler önünde temsil eden şahsiyetlerin politikasızlıklarını bir kez daha sergiledi. Sol, egemenlerin krizi için uzlaşma çağrıları yapmak veya egemenlerin uzlaşma çağrılarıyla uyum sağlamakla mı yükümlü! Emekçilerin çıkarları bu yolla mı savunulacak!
Bu “öngörüsüzlüklerin” kadrolar ve umut ışığı arayan kitleler arasında hayal kırıklığı yarattığı ortada. Oysa bu denli hareketli ve tarihsel fırsatlar içeren bir konjonktürde, özellikle kitle önderleri, geniş yığınlara karşı taşıdıkları sorumluluğu bir an bile akıldan çıkarma hakkına sahip değildir. Kitle hareketinin yükünü çeken her kesimden, her çevreden emekçiler, bu süreçte yöneticilerin eksikliklerini gidermek için ellerinden geleni yaptı. Bu dönemde emek hareketini üst yönetimlerden daha çok, her çevreden taban dinamikleri sürüklüyor. Ancak sol hareketlerin kadrolarının bu süreçte belirmeye başlayan taban dinamizmini ne ölçüde hissettikleri tartışılır. Geniş kitlelerin durumlarının ve beklentilerinin bu tabloya uymadığı görülmelidir. Öncelikle sol ve emek hareketinin tüm bileşenleri, tepeden tırnağa, içinden geçilen bu sürecin gereklerine uygun bir iç silkelenmeyi önüne koymalıdır.
SSGSS süreci, bir saldırı paketi içinde karşımıza geldi. Yani arkası da gelecek. Bunun bilinciyle hareket etmek önemli. Yakın gelecekte kıdem tazminatlarını budayacak yasanın, esnek üretimi kılıfına uydurtacak ve daha da yaygınlaştıracak bir “istihdam önlemleri paketinin” parçası olarak getirilmesi gündemde. Aynı süreçte sendika barajlarını ve noter şartını yeniden düzenleyecek olan Sendikalar Yasasının da ele alınması hedeflenmekte. ILO şartlarına uygun olarak sendikalar yasasında zaten yapılması gereken düzenlemelerin ve 1 Mayıs’ın yarım gün tatil edilmesine yönelik düzenlemelerin, işçi konfederasyonlarının önüne SSGSS ve İstihdam Yasaları’nda AKP ve sermayeyle bir “mutabakat” sağlanması durumunda ele alınabileceği, bizzat Çalışma Bakanı ve Türk-İş Başkanı tarafından dillendirildi. Üstelik sözde “tavizlerin” bir bölümü de sadece laftan ibaret. Bu pazarlık kabul edilemez. Üstelik AKP ve sermayenin bu saldırı süreci, ayrıca her alandaki zamlar, özelleştirmeler, hak gaspları, rant paylaşımlarıyla birlikte yaşanacak.
Bu sürecin giderek sıkışan AKP’ye karşı, kitlesel bir çıkışın tetiklenme zemini olarak değerlendirilmesi gerekir. 14 Mart ve 1 Nisan’daki SSGSS protestoları, mart ayındaki Newroz gösterileri, AKP karşısında muhalif tepkilerin yükseldiğini, kitle hareketinin canlanma emareleri gösterdiğini ortaya koydu.
Son süreçte Türk-İş içinden dahi yönetimi aşan bir taban tepkisi belirdi. Bu tabloda, SSGSS yasasına tepkiler son ana dek sürdürülmelidir. İstanbul’daki “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu”nun 6 Nisan’da düzenleyeceği miting bu açıdan son derece olumlu bir refleksi yansıtmaktadır. Tüm yerel zeminlerde, illerde, ilçelerde, mahallelerde, işyerlerinde de süreci derinleştirecek çabalar yoğunlaştırılmalıdır. Bu koşullarda Nisan ayı ve 1 Mayıs, emek hareketinin tüm toplumsal muhalefeti bir araya getirerek, AKP karşısında tutarlı bir sol muhalefet inşası açısından değerlendirilmelidir. Bu süreç bağımsız bir sol hareketin yaratılmasında önemli bir eşiğe dönüştürülebilir. Bu kıpırdanışları tabandan gelen bir dalgaya dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. Bu yıl 1 Mayıs’ta, Taksim ve tüm ülkede yeni bir hak mücadeleleri rüzgarı estirmeliyiz. Bugün mütevazi müdahalelerle etkili sonuçlar yaratılabilecek bir dönemden geçtiğimizi hep akılda tutmalıyız.