Bir devlet hastanesinde taşeron sağlık işçileriyle toplantıdayız. Daha iyi koşullarda çalışmayı, sendikaya üye olmayı bunun için işten atılmayı göze alıp almamayı konuşuyoruz. 50 yaş civarı erkek bir işçi alıyor sözü, heyacanlı ve giderek öfkeli… “Ben niye çalışıyorum ya..” diyor. “Niye çalışıyorum ben? Yol ve asgari geçim indirimi dahil 520 YTL alıyorum. Çocuğum koleji kazandı sırf […]
Bir devlet hastanesinde taşeron sağlık işçileriyle toplantıdayız. Daha iyi koşullarda çalışmayı, sendikaya üye olmayı bunun için işten atılmayı göze alıp almamayı konuşuyoruz. 50 yaş civarı erkek bir işçi alıyor sözü, heyacanlı ve giderek öfkeli…
“Ben niye çalışıyorum ya..” diyor. “Niye çalışıyorum ben? Yol ve asgari geçim indirimi dahil 520 YTL alıyorum. Çocuğum koleji kazandı sırf servis parasını göze alamadığım için gönderemedim.” Devam ediyor biraz daha sesini yükselterek: “Aha” diyor, bir eliyle montunu tutarak “Şu montu Dr….. bey verdi. Şunu da…” Ayakkabısını göstererek “Dr…..bey verdi.” Ben çocuğumu kazandığı okula gönderemeyeceksem, kendime bir ayakkabı, bir mont alamayacaksam niye çalışıyorum, niye?”
Tuzla tersanelerinde direnişteki tersane işçileriyle birlikteyiz. DİSK tersane bölgesinde 24 saat oturma eylemi kararı aldı. Gecenin ilerleyen saatlerinde eyleme destek için gelenler de çekildikten sonra 100 kadar işçi, sendika yöneticisi, destek için kalanlarla beraber, yaktığımız ateşlerin etrafındayız. DİSK’in gece kalmak için organize ettiği çadırlara polis el koyduğu için dışarda geceliyoruz. Dikkatler bir anne ile kızın etrafında toplanıyor.. Bir tersane işçisinin gece soğuk olabilir isterseniz sizi sendikaya alalım önerisine şiddetle karşı çıkıyor. “Hayır” diyor “Biz 24 saat oturma eylemi için geldik, burada sizinle oturacağız.” Kuşadası’dan kalkıp gelmişler kızıyla. “Vicdanı olan herkese sesleniyoruz diyordu DİSK’in bildirisi. Daha fazla duramadık kızımla kalktık geldik” derken hepimiz şaşkınlıkla bakıyoruz anneyle kızına.
Sorular soruyor anne, öğrenmek istiyor burada ne olup bitiyor. Grev önlüklü bir işçi anlatıyor: “Tersanede çalışmak öyle bir şey ki, öyle başka yerde çalışmaya benzemez.” Elindeki dal parçasıyla ateşi karıştırıyor işçi, biraz nefes alıp devam ediyor: “Burada ölürsünüz” diyor, “En iyi ihtimalle sakat kalırsınız. Bazen bir elektrik çarpmasıyla hemen ölürsünüz, bazen bir kazanın içine düşersiniz saatlerce kimse öldüğünüzü bilmez.”
İşçi devam ediyor: “Yanıbaşınızda arkadaşınız bilmem kaç metre yükseklikten kafa üstü düşer, siz üzerine gazete kağıdı örter, çalışmaya devam eder ve sıranın kendinize gelmesini beklersiniz. Katillerimiz biz gömüldükten sonra anamıza babamıza, karımıza gider ve dava açmamaları için onlara üç kuruş kan parası rüşveti teklif ederler. Ve biz öyle yoksuluzdur ki mahkeme yoluyla bu üç kuruşu bile alamama korkusuyla gencecik oğlumuzun, kocamızın katillerinden hesap sormaktan bile vazgeçeriz.”
Ateş annenin yüzüne kırmızı bir dalga halinde oturmuş, işçinin anlattıkları karşısında meraklı bakışları yere bakıyor artık. Rüşvetle oğlunun, kocasının katillerine boyun eğen ailelerin utancı yüzümüzde yansıyor: Başlarımız iyice düşmüş, kimse kimsenin yüzüne bakamıyor bir süre. Yoksulluk acı şey. Kimse onları ayıplama cesaretini bulamıyor kendinde. Kuru bir ahlak tartışmasının ne anlamı var..!
Ne için çalışır bir işçi? Yoksulluk ve ölüm için mi? Hep mi boyun eğilecek bu zulme, bu sömürüye..?
Cevap gelmekte gecikmedi Allahtan..! Ertesi sabah erkenden ayaklandık. İşçiler saat 07.00’den itibaren tersanelere gelmeye başlayacaklardı. Hazırlıklar yapıldı, işçileri greve davet edecektik. Polis tam bir bindirmeyle ablukaya aldı bölgeyi, panzerler, yüzlerce çevik kuvvet, gaz bombaları vs. Bıkmadan usanmadan işçilere çağrı yapıldı, bildiri dağıtıldı.
Limter-İş yöneticilerinin megafonla “Ölmeyin arkadaşlar, ölmeyin, örgütlenin” çağrılarına ilk başlarda kafasını eğip geçen işçiler polisin bütün baskısına rağmen süren çabalara daha fazla kayıtsız kalamadılar ve birer ikişer toplanmaya başladılar. Bir saat süren grev çağrıları sonuç verdi ve kalabalık bir işçi grubu greve katıldı ve yıllar sonra ilk kez sendikal örgütlenmeye bu kadar yaklaşıldı.
Yüzlerindeki telaş ve korkuyu atmıştı grevci işçiler. Limter-İş Sendikası’nın Genel Sekreteri’nin “Kaynakçılar burda mı, montajcılar burda mı…” sorularına hep birlikte heyecanla kollarını kaldırarak “Burda, burda” diye gür bir sesle cevap veriyorlardı.
Evet, tersanede yeni bir gün direnişle başlıyor ve üzerimize çöken yoksulluk ve ölümü bir çırpıda kaldırıp atıyor. Son sözü sabaha kadar işçilerle birlikte olan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi söylüyor: Zalimin zulmü varsa, işçinin de DİSK’i var”