Son dönemde bir biri ardına gelişen hamleler, bir süredir dosyalar üzerinden sürmekte olan gizli bir savaşı görünür hale getirdi. Kurumsal düzlemde bakıldığında bu çatışmanın unsurları emniyet ve ordu olarak gözleniyor. Bunun toplum içindeki karşıtlığı ise laikler ve karşıtları biçiminde şekilleniyor. Somut karşılığı ise AKP ve CHP başta olmak üzere ulusalcı örgütler olarak diziliyor. Bu çatışmada […]
Son dönemde bir biri ardına gelişen hamleler, bir süredir dosyalar üzerinden sürmekte olan gizli bir savaşı görünür hale getirdi.
Kurumsal düzlemde bakıldığında bu çatışmanın unsurları emniyet ve ordu olarak gözleniyor.
Bunun toplum içindeki karşıtlığı ise laikler ve karşıtları biçiminde şekilleniyor. Somut karşılığı ise AKP ve CHP başta olmak üzere ulusalcı örgütler olarak diziliyor.
Bu çatışmada kafası en fazla karışanlar ise MHP ve diğer “milliyetçi” yapıların olduğu dikkati çekiyor. Çünkü onlar eskilerin deyimiyle “iki cami arasında beynamaz” konumuna düşmenin şaşkınlığını yaşıyorlar.
Ama asıl şaşkınlığı, bocalamayı düzenin asli unsurları, sahipleri olan sermaye geçiriyor. Tıpkı onlar da “milliyetçi”ler gibi hangi tarafa meyledekcelerini kestiremiyorlar. Çünkü çatışma devletin “görece özerk” olan alanı üzerinde gelişiyor.
Alttakiler ise bu düzen içi iktidar savaşının neresinde, nasıl duracakları konusunda tedirginler. Çünkü görünür iktidar savaşının her iki tarafı da onlar için kirli ve tehlikeli. Her iki yanı da onları kesecek bir bıçağa dönüşebilir. Hatta bu durum bir ihtimal olmasının ötesinde gerçeklik.
Sorun yalnızca ulusal düzeyde kalmıyor, Irak işgaliyle başlayan süreçte uluslararası, daha dar anlamda Ortadoğu politikasının biçimlendirilmesini de kapsıyor.
Bu nedenle işler eski ezberleri bir hayli zorluyor. ABD’nin eski ve kayıtsız şartsız emrinde olan kurumlar, siyasi yapılar şimdi ABD ile mesafeli. İsrail’i yer yüzünden yok edilmesi gereken bir devlet olarak gören, siyonizmi baş düşman ilan edenler, bugün İsrail’e ilişkileri geliştirmek için her yolu kullanıyor.
Kuzey Irak Operasyonu birilerinin medet bekledikleri ordunun konumunu sarsan bir sonuç üreterek, dengelerin daha da bozulmasıyla sonuçlandı. Tek başına genel kurmay başkanının üniformasını ortaya koyacak derecede savunmaya çekilmesi bile yeterince durumu anlatıyor.
İşin içinde derin devlet yapılanmaları olunca her türlü yol ve yöntem de kullanılabilir araca dönüşebiliyor.
Demokrasi, özgürlükler, hukuk herkesin dilinde, herkesin keyfine göre değerlendirdiği, kendince yarar beklediği kavramlar olarak uçuşuyor.
Kimin millet adına yetkili olduğu, yargının bağımsız olup olmadığı, çetelerin varlığı yokluğu, kime hizmet ettiği üzerine polemikler yoğunlaşıyor.
Açılan davalar, davaların karşılıklı olarak kullanımıyla karşılaşılıyor. Davaların açılışından, seyrine her aşamasında karşılıklı “bilgi” savaşıyla kafalar allak bullak ediliyor.
Bunun en açık örneği olarak Hrant Dink’in katledilmesiyle ilgili dava dikkat çekiyor. Her duruşma yeni bir sürprize sahne oluyor.
Medyaya servis edilen bilgileri yan yana getirmeye çalıştığınızda derin devletin çatışmasının nasıl şekillendiğini izleri belirginleşebiliyor.
Milliyetçi derin devlet cinayeti teşvik ediyor ve bunların ilişkileri dinci kesimin istihbarat dosyaları olarak anında basına yansıtılıyor. Ardından ise birilerinin de aldıkları istihbaratın gereklerini yerine getirmeyerek cinayet planını işlemesini kolaylaştırdıklarının bilgileri aktarılıyor.
Bir insan, Hrant Dink öyle anlaşılıyor ki aslında derin devletler savaşının bir kurbanı haline getiriliyor.
Yaşanan her olay, birilerinin kendi iktidarlarını pekiştirmek için hiç çekinmeden toplumu terörize eden, insanların canına kıyan, kin ve düşmanlığı körükleyen politikaları uyguladığını gösteriyor.
Bu sözler, yıllarca ülkesinin bağımsızlığı, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi veren insanlara karşı kullanıldı. Bu sözlerle kardeşlerimiz idam edildi. Bu sözlerle onlarca insan yargısız infazlarla katledildi. Binlerce insan cezaevlerinde tüketildi.
Oysa bizzat bu derin devlet örgütlenmesinin içinde yer alanlar, 1960-70 sürecindeki “sağ-sol çatışması” olarak yansıtılan ortamın yaratılmasında subayların da kullanıldığını anlattı.
Bu ülkenin insanlarının üzerinde büyük bir oyun oynandı, bu ülkenin insanlarına demokrasi, özgürlükler çok görüldü. Egemenler kendi karlarının ve çıkarlarının garanti altında olması koşuluyla bu kirli yapılanmaya hoşgörü ile baktı. Hatta bundan yararlandı.
Birileri bizzat devletin içinde, adı güvenlik, savunma gücü olarak genelleştirilen kurumlarda ayrı ve sorgulamayan bir örgüt biçiminde yer almış. Emir ve komuta zinciri içinde görev yapmış, her türlü kire bulaşmış, uyuşturucu ticareti, insan ticareti, “mafya” ilişkileri kurmuş, bir tür gölge iktidar kurmuşlar.
Susurluk bu kirli yapının bir kısmını ortaya çıkardı, yapılanmanın icrasında önemli yeri olan eski bir emniyet kökenli vali, siyasi yaptıklarını devleti savunmak olarak açıkladı. Ve yüksek makamların aldığı kararları uyguladığını söyledi. Yargılanamadı, sorgulanamadı.
Başbakan Erdoğan, çeteleri temizleyeceklerini söylüyor. İtalya’nın “temiz eller” operasyonu gibi Türkiye’yi çetelerden arındıracaklarını ileri sürüyor.
İnandırıcı mı? Bu döneme özgü “liberal”, “demokrat”lar için yeterince inandırıcı. Bu nedenle de arkasına bunları alıyor ve kendi kitle tabanını harekete bile geçirmeye çalışmıyor, tam tersine onları geride tutuyor. Olayı “demokratlar” ile “darbeciler” arası bir çatışma gibi göstermeye çalışıyor.
Her tarafta iki yüzlülük diz boyu, birileri Ergenekon davasının laik düşünenlere, orduya karşı bir saldırı olarak yansıtıyor. Birileri de AKP’ye karşı açılan davanın ordunun, darbecilerin meşru bir iktidarı yıkmaya çalışmanın ürünü olarak anlatıyor.
Arada birileri peki DTP davası ne oluyor, bu davanın açılması hukukun, demokrasinin neresine oturuyor diye sorduğunda, derin devlet çatışmasının her iki tarafı da boğuntuya getiriyor.
Bilinen bir laf vardır, filler itişiyor, çimenler eziliyor diye. Evet filler itişiyor ve çimenler, halk ise gerçek sorunların; işsizliğin, pahalılığın, yoksulluğun altında eziliyor. Haklarını kaybediyor, yeni yasalarla yeni tuzaklara itiliyor.
Gizli iktidar savaşının bir tarafı olunmalı mı, evet. Bir tarafı olunmalı, her iki tarafı da karşıya alan üçüncü bir cephe açılmalıdır. Çünkü bu bizim savaşımız değil.
Ne bu ülke kızların başörtüsüyle üniversiteye girmesiyle özgürleşir ne de darbecilerin sağa sola bomba koymasıyla laik kalabilir. Bugün çatışıyor gibi görünenlerin, konu sol olduğunda nasıl ortak hareket edebildiğini ne unutabiliriz, ne de görmezden gelebiliriz.
İki kesimin yalanlar ve iki yüzlülük üzerine oturmuş politikasını her alanda açığa çıkaran bir politik hattı koymak, işte bu dönemde solda duranlara düşen görev bu olmalıdır.
Tarafların tarafı olmak, birilerinin değirmenine damlayan su olmak değil sınıfsal zeminde kendi tarafımızı tahkim etmek zorundayız.