Irak’ta PKK’ye karşı yapılan ve sekiz gün süren kara harekatı sırasında yaşananlar, ülkede siyasal süreçlerin nasıl işlediğine ilişkin çok çarpıcı örneklerle dolu. Kara harekatı başlangıç anından bitiş anına kadar ABD’nin gözetiminde Genelkurmay tarafından yapıldı. AKP hükümeti tamamen devreden çıkarıldı; gelişmelerden zamanında haberdar dahi edilmedi. Bu işleyiş, Genelkurmay’ın AKP’den bağımsız olarak ABD’yle girişeceği yeni “işbirlikleri” için […]
Irak’ta PKK’ye karşı yapılan ve sekiz gün süren kara harekatı sırasında yaşananlar, ülkede siyasal süreçlerin nasıl işlediğine ilişkin çok çarpıcı örneklerle dolu. Kara harekatı başlangıç anından bitiş anına kadar ABD’nin gözetiminde Genelkurmay tarafından yapıldı. AKP hükümeti tamamen devreden çıkarıldı; gelişmelerden zamanında haberdar dahi edilmedi. Bu işleyiş, Genelkurmay’ın AKP’den bağımsız olarak ABD’yle girişeceği yeni “işbirlikleri” için de bir emsal teşkil edecek. Gün gelecek, ABD hedef gösterecek, TSK yapacak.
Operasyon, aynı zamanda Genelkurmay’ın, Kürt sorununun çözümü konusunda tek inisiyatif merkezi olma amacını açıkça ortaya koydu.
Büyükanıt, harekat sonrasında yaptığı basın açıklamasında “TSK, kendisine verilen görevi yerine getirmiştir” diyordu. Üstelik “harekat yarım bırakıldı, görev tamamlanmadı” diyen Baykal’ı da, “görevi siz mi veriyorsunuz” diyerek tersledi. Büyükanıt’ın aynı toplantıda görevi ABD’nin verdiğini “üniformasını ortaya koyarak” yalanlandığı; Cumhurbaşkanı’nın ve Başbakan’ın görev vermek bir yana olaydan haberdar bile olmadıkları düşünülürse, soru orta yerde duruyor: TSK’ya bu görevi veren siyasi irade merkezi neresi? Yanıt açık:
Genelkurmay’ın bizzat kendisi…
Böylesi bir harekatın siyasal amacının çok belirgin ve önde olması gerekirken tam tersine askeri amacın çok daha önemsenmesi bir sıradışılık gibi gözüküyor. Siyasi amacın ne olduğunu hiç kimse ifade etmiş değil. Üstelik olumsuz mevsim koşullarında 1,5 metre karın üzerinde. Daha önce 4000-5000 PKK militanın bulunduğu söylenen bölgede sadece 300 kişinin hedeflendiği ve “silahlı terörün beyni” denilen Zap bölgesinin tercih edildiği düşünülürse askeri amaç daha net anlaşılabilir. O askeri amaç da ancak Dağlıca’da yaşanan başarısızlık ve kaybedilen prestijin geri alınma çabası olabilir.
Kısacası bu harekat “Güneş Harekatı” değil “Büyükanıt Harekatı”dır. Nedeni de askeri başarısızlıkları örtmek ve intikam almaktır. İşin ilginç yanı, Genelkurmay’ın “prestijinin kurtarılmasında” ABD’nin, AB’nin ve Irak yönetimin hemfikir olmasıdır. Herhalde böylesi bir mutabakatın arkasında, TSK’nın uluslararası operasyonlar alanında iktidar sahibi olmasından umulan yarar bulunuyor. İçerde “geleneksel devlet iktidarı”ndaki kilit konumu bir ölçüde sarsılan TSK’ya başka bir iktidar alanı açılıyor.
Kamuoyundaki beklentiler açısından fiyaskoyla sonuçlanan harekatın arkasından “durumu toparlamak” için dehşetli bir çaba gösteren Büyükanıt tarihe bir takım “ilk”lerle geçmeyi gözetiyor. İlk kez 1,5 metre kar üzerinde harekat yapmak, ilk kez generaller dahil bütün askeri personeli yürütmek, ABD ile hedef belirleme koordinat sisteminin eşgüdümünü sağlamak, PKK karşısında ilk kez gecelere hakim olmak. Bunlar Büyükanıt’ın kendisi için “yazdığı” “tarih”in başlıca “askeri başarıları”…
Harekatın siyasal nedenleri olmasa da siyasal sonuçları olmuştur/olacaktır.
Harekatla PKK’yi kontrol altına almayı başaramasa da TSK Kürt politikasını tamamen kendi belirleyici hükmü altına almayı şimdilik başarmış gibi görünüyor. Başbakan’ın bile devreden çıkarıldığı izleniminin verilmesi Genelkurmayın bu süreçteki hegemonyasını kanıtlama isteğini yansıtıyor. AKP’nin Kürt sorununun çözümünde tüm ayrıksı inisiyatifi sıfırlanmayrı bir inisiyatif geliştirmesinin önü böylece resmen kesilmiş gibi görünüyor. Erdoğan da bu durumu kabullenmiş durumda. Bölge illerinin oda başkanlarının çözüm önerilerine “bekara karı boşamak kolay” karşılığını vererek bulunduğu yeri çok açık tanımladı. Büyük sermayenin bu sorun karşısında kabullendiği konumu ise TÜSİAD başkanının açıklaması yeteri kadar ifade ediyor; “geri dönen gençlerimizi izledim, askerlerimizle çok gururlandım, güzel bir harekattı, çok iyi bir harekattı”. (Bu arada siyasilere, bürokratlara ve büyük sermaye sahiplerine bir not; İngiltere’nin yirmi yaşındaki veliahdının reklam amaçlı da olsa yaptığı işten feyz alın da kendi çocuklarınıza o bölgede askerlik yaptırıp, kendi çocuklarınızla gururlanın, diğerlerinin dökülen kanıyla değil)
Bu yeni görev dağılımının “Kürt sorununda siyasal çözüm” beklentilerini daha da uzağa götüreceği ortada. Genelkurmay, silah tehdidiyle “başarılı” ilan ettiği harekat sonrasında aldığı inisiyatifle artık “siyasal çözüm” lafı yerine “sivil çözüm”, “askeri çözüm”, “ekonomik çözüm”, “sosyal çözüm” laflarını empoze ediyor. Zaten bir süredir genelkurmayın AKP ile anlaştığı ve bölgeyi “sivil çözüm” perspektifi ile Fettullah girişimcilerine ihale ettiği biliniyor.
Harekatın bir diğer önemli sonucu ise ABD’nin elinin çok daha fazla kuvvetlenmiş olmasıdır. AKP’nin bu konuda zaten bir sıkıntısı yoktu, ABD’nin her dediğini ikiletmeden yapmaya çalışıyordu. Şimdi aynı kulvara Genelkurmay da girdi. Artık Amerika’nın hiçbir isteğini geri çeviremezler. (Harekatı bitirme zamanında gösterdikleri hassasiyet bunun en net kanıtıdır. Büyükanıt, “Türkiye aşiret devleti değil, ABD’nin, harekatı bitirme konusundaki etkisini kanıtlasınlar, istifa ederim” diyor. Oysa ABD Savunma Bakanı “geçerken” uğradığı Türkiye’de üç saat içinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı ile görüştü. Yani devletin tepesindeki dört kişi bütün programlarını iptal edip, sıranın kendisine gelmesini beklediler. ABD, böylesi bir ilişkiyi dünyada hangi tür ülkelerle kurabilir? Bu soruya verilecek yanıt bu operasyondaki Amerikan etkisini kanıtlamaya yeter.) Bu isteklerin ne olacağını ise dünyada bilmeyen yok; Amerikan çıkarları için savaş. Afganistan’da, Ortadoğu’da ya da Amerika nerede isterse. Kısacası Türk ve Kürt halkının dökülen ve dökülecek kanları üzerinden yapılan egemenlik ve işbirliği planları.
AKP ile Genelkurmay arasındaki “bahar havası”, her iki merkezin de ABD angajmanının damgasını taşıyor.
AKP bu süreci tam bir fırsat olarak görüyor. Yıllardır sömürdüğü türban konusundaki beklentileri karşılamak üzere “tam vaktidir” deyip atağa geçti. Üstelik bu konuda hiçbir ciddi hazırlığı olmadığının açığa çıkması pahasına. Tek güvencelerinin türban konusunun bu süreçte ikincil gündem kalacağı tespitiydi. Bir de Abdullah Gül. Zaten onu da cumhurbaşkanı yapmalarının asıl nedeni gerici kadrolaşmayı sağlamlaştırmak ve toplumun dönüştürülmesinde ön açıcı olmaktı. O da bu misyonunu tüm atamalarda özellikle kukla YÖK başkanının ve YÖK üyelerinin atanmasında yerine getirdi/getiriyor. Türban yasasını onaylamasının harekatla aynı güne gelmesi ise hızlandırılmış bir “rastlantı”. YÖK başkanının, “anayasa değişikliği yeter, kapıları türbana açın” acelesi de harekatın erken bitebileceği endişesiyle geç kalmama koşturmacası.
AKP bu konjonktürü, devlet iktidarındaki konumunu sağlamlaştırmak için etkili bir biçimde kullanıyor. Son dönemde özellikle hükümet icraatlarına yönelik olarak gelişen toplumsal muhalefet eylemlerinde gündeme gelen polis zorbalığı bu doğrultudaki önemli bir kanıt durumunda. Bazı eylemlerde AKP ve Erdoğan’a yönelik pankart ve afişlerin “Başbakanımıza hakaret ettirmeyiz” denilerek saldırı bahanesi yapıldığını da özel olarak belirtmek gerek.
Ancak AKP’nin devlet içindeki atağını “toplum” düzeyinde aynı başarıyla yürüttüğü söylenemez. Bu alandaki hazırlıkların iyi yapılamaması ve sürecin iyi örgütlenememesi toplumda hızlı bir kutuplaşmaya ve AKP karşıtı cephenin daha da kemikleşmesine
yol açtı. Büyük sermayenin bu konudaki tavrı da belirleyici oldu. Ciddi bir ekonomik kriz arifesinde AKP’den bekledikleri neo liberal düzenlemelerin bir an önce yapılması yerine enerjinin türban konusuna harcanması; aynı sıralarda islamcı sermaye gruplarına tanınan ciddi ayrıcalıklar başta Doğan Grubu olmak üzere TÜSİAD’ı bile AKP karşısında aktif taraf haline getirdi. AKP’nin liberal özgürlük yanlısı, mazlumdan yana görüntüsü kayboldu, yerine; ekonomik sorunların üzerini örten, yerel seçim hesabı yapan fırsatçı ve çıkarcı kimliği geçti.
Ekonomik alandaki tüm icraatını ABD’nin açık desteğine ve satacağı malların (özelleştirmeler) gelirine bağlayan AKP hükümetini çok ciddi bir krizin beklediği ise aşikar. Piyasalardaki durgunluk uzun zamandır alarm veriyordu. Unakıtan bu durumu “piyasalarda kıyamet Mart’ta kopacak” açıklaması ile daha da pekiştirdi. Açıklanan Şubat ayı enflasyonu (%9,1) ile hükümetin yıl sonu hedefi daha iki ayda “başarılmış” oldu. Üstelik herkes biliyor ki yoksulları etkileyen enflasyon %15’i aşmış durumda. Yine resmi verilere göre bu ülkede 10 milyon insanın günlük harcaması 3,5 YTL’nin altında. El altından kömür ve sadaka dağıtıp üstüne de türban örtünce bu gerçekler değişmiyor.
Toplumsal muhalefet ise tüm dağınık ve parçalı görüntüsü altında ataletinden silkinmeye çalışıyor.
Üç konfederasyonun, DİSK’in, KESK’in ve TMMOB’un kongre süreçlerinin bu yıl aynı döneme denk gelmesi tüm enerjinin içeriye dönmesine neden oldu. Bununla birlikte toplumsal düzlemde artarda gelen gerici dalgalar; AKP’nin %47’lik oy oranı, “ulusalcılıkla” ambalajlanmış faşizan kitle gösterileri, Dağlıca gibi olaylar sonrası oluşturulan faşist histeri dalgaları, ilerici muhalefet güçlerinin bir taraftan sinmesine diğer taraftan bağımsız bir pratik muhalefet çizgisi oluşturamamasına neden oldu. Ancak bu sıkıntılı sürecin, bahara girerken aşılabileceği görülüyor. GSS karşıtı eylemlerdeki canlılık, Tuzla’daki işçi katliamına gösterilen tepkinin dalga dalga tüm Türkiye’ye yayılması ve güvencesiz çalışma sorununu toplumsal gündemin merkezine taşıması; “türbana özgürlük” bayrağı altında tırmanan toplumsal gericilikten duyulan endişenin liberalleri dahi sarsması ve AKP’nin karşısına geçirmesi, muhalefetin yaşadığı sıkışmanın aşılabileceğini ve aşılmakta olduğunu gösteren örnekler.
1 Mayıs’ta en yüksek noktasına çıkacak olan toplumsal muhalefet derlenip, toparlanma adımlarını Mart ayı içinde hızlı bir biçimde atmak zorunda. Mart ayının olağan, tarihsel ve yoğun gündemleri bir toparlanma için avantajları ve dezavantajları birlikte içeriyor. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, 12-13 Mart Gazi ve Ümraniye katliamları, 15 Mart Irak Savaşı, 16 Mart Beyazıt ve Halepçe, 21 Mart Newroz. Tüm bu tarihler, AKP’nin teo-liberal iktidarına karşı mücadele ile birleştirilebildiği ölçüde güçlü bir sol muhalefet merkezinin oluşumuna hizmet edecektir. Mart ayının eylemlilikleri farklı mekanlarda farklı öznelerle örgütlenecek olsa da birbirini besleyen, ilerici güçlerin ortak bir muhalefet çizgisini oluşturma amacını taşıyan bir içerikle hayata geçirilmelidir.
Bu dönem büyük oranda tarihsel olayların ağırlığı hissedilecek olsa da AKP eliyle uygulamaya sokulan neo liberal politikalara karşı mücadelenin dinamik örneklerini gösterebilme olanağı bulacağız. Unutulmamalıdır ki bugün, AKP uyguladığı sağlık politikalarına karşı gösterilen tepkinin arkasında bizlerin yıllardır inatla sürdürdüğü “parasız sağlık” mücadelesi var. Bu mücadelenin verdiği ilhamla bugün Türkiye solunun bazı kesimlerinde neo-liberalizme karşı halk mücadelelerini bugünün sol muhalefetinin temel ekseni olarak belirlemek gerektiği düşüncesi güç kazandığı biliniyor. Yoksul halkın hak mücadelelerini temel alan devrimci muhalefet çizgisinde gösterdiğimiz ısrarlı ve inatçı çabayı, neo-liberalizme karşı mücadeleyi, AKP’nin gericiliğine ve şovenizmine karşı mücadeleye doğru genişletmekte de gösterebilmemiz gerekiyor. Kamusal alanın tasfiyesine ve halkın uğradığı hak gasplarına karşı, AKP’nin teo-liberal gericiliğine karşı attığımız her adım önümüzdeki dönemin sol muhalefet çizgisinin oluşumunda birer temel taşı işlevi görecektir.
Bahar sol muhalefetin de baharı olmalı…