Dünya, Ortadoğu ve Türkiye’nin son derece krizli bir sürece girdiğine dair birbiriyle bağlantılı işaretler hızla artıyor. ABD’deki “mortgage kriziyle” geçen yaz tetiklenen ekonomik çöküntü, açıklanan banka zararlarının ardından, dünya borsalarını da etkisi altına alıyor. Dünya ekonomisinin resesyona girdiğini inkar eden iktisatçı kalmadı. Kuşkusuz resesyondan her ülke farklı ölçülerde etkilenecek. Rusya ve başta Arap ülkeleri olmak […]
Dünya, Ortadoğu ve Türkiye’nin son derece krizli bir sürece girdiğine dair birbiriyle bağlantılı işaretler hızla artıyor.
ABD’deki “mortgage kriziyle” geçen yaz tetiklenen ekonomik çöküntü, açıklanan banka zararlarının ardından, dünya borsalarını da etkisi altına alıyor. Dünya ekonomisinin resesyona girdiğini inkar eden iktisatçı kalmadı. Kuşkusuz resesyondan her ülke farklı ölçülerde etkilenecek. Rusya ve başta Arap ülkeleri olmak üzere tüm petrol ihraç eden ülkeler bu sürece büyük avantajlarla ve sermaye fazlasıyla giriyor. Sürecin en önemli aktörlerinden Çin, sermaye fazlası gibi avantajlarının karşısında ABD sermayesiyle fazla iç içe geçmekten kaynaklanan sorunlar yaşıyor. Resesyonun ne ölçüde derinleşeceğini ve uluslararası güç ilişkilerini nasıl etkileyeceğini izleyeceğiz. ABD’nin Ortadoğu politikalarındaki son değişiklikleri ve Türkiye ile “hızla düzelen” ilişkilerini de bu uluslararası çerçevede ele almak gerek. Yine Orta Asya ve Pakistan’dan Sudan’a kadar gelişen çatışmalar da uluslararası konjonktüre bağlı güç mücadeleleri olarak gelişiyor.
Irak’taki çok sayıdaki Şii cemaat ve örgütünün Kum Şiiliği’ne karşı mesafe açması ve Necef Şiiliği’nin ayrı bir merkez oluşturma eğiliminin güçlenmesi, Irak Şiilerinin İran’a karşı mesafesinin artması ve Irak’taki yeni sürece daha etkili katılmasının sinyalleri olarak algılanmalı. Ayrıca Irak hükümetinin eski BAAS üyelerinin bir kısmını tekrar göreve başlatacağını açıklaması da Şiilerin yanı sıra Sünnilerin de yeni sürece daha ağırlıkla dahil olduklarının göstergesi. Ayrıca Irak merkezi hükümetinin Kürt Federe Devleti’nin yaptığı petrol çıkarma anlaşmalarını iptal etmesi ile Kerkük referandumunun gündemden çıkartılmasına yönelik basınçlar, Irak’taki sürecin üçüncü ayağını ortaya koyuyor. Kürtlerin ağırlıklarının yavaş yavaş azalacağı bir sürece giriliyor ve bu durum, Barzani’nin son dönemde duyduğu rahatsızlık ve çaresizliğinin altındaki nedenleri de açıklıyor. Bu gelişmeler ABD’nin Irak’tan geri çekilmesi sonrasında ortaya çıkacak olası tablonun ilk ipuçlarını ele veriyor.
***
Irak’taki yeni sürecin inşasına paralel olarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni dönem politikalarının başlangıcı da 22 Temmuz seçimi sonrasında oluştu. ABD’nin verdiği onayla K.Irak’ta PKK’ye karşı yapılan hava operasyonları, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni dönem görevlerinin ilkini oluşturdu. Bu sürecin önemli kararları T. Erdoğan’ın Kasım ayındaki ABD ziyaretinde belirlendi. Daha sonra A.Gül’ün Ocak’taki ABD ziyaretinde sürecin ayrıntılı planı kararlaştırıldı. Son dönemde alınan kararların en azından bir kısmını hemen görebilme olanağı mevcut. Enerji Bakanı H.Güler’in ABD dönüşünde ilk açıklaması “Irak petrollerinin Türkiye üzerinden taşınması konusunda ABD ile anlaştık” oldu. Kafkas petrolü ve doğalgazının Rusya’ya kaptırılmasıyla ABD’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin başka şansı da kalmamıştı. Ancak ABD’nin “İran sorunu” ve Türkiye’nin “Kürt sorunu” böyle bir şans olup olmadığını tartışılır kılıyor. İran da bu tartışmaya ilk günden katıldı; her ne kadar İran’da büyük bir doğalgaz sorunu yaşanıyor olsa da, Gül’ün ABD gezisine başladığı gün, İran’ın Türkiye’ye doğalgaz akışını durdurması manidar bir mesaj. Enerji konusundaki bir diğer hızlı gelişme, nükleer santral ihale şartnamelerinin çıkarılması oldu.
A.Gül, ABD dönüşünde dünyada kimsenin çağırmaya cüret edemediği ve 200 binden fazla insanın öldürülmesinden sorumlu Sudan Devlet Başkanı’nı ağırladı. Kuşkusuz bu ağırlamanın nedeni insan hakları ihlallerine karşı duyarlılık değil, Darfur bölgesindeki zengin petrol ve doğalgaz kaynakları idi. Türkiye’nin bu kaynaklarla ne işi olabilir? Hiçbir işi olmaz. Ama ABD’nin olur. Aracı pozisyonundaki Türkiye adına A.Gül’e ancak fırsatçı ve sinsi Fettullah Gülen tarzıyla karısının türbanını meşrulaştırma olanağı çıkar. Katliamcı devlet başkanı onuruna Çankaya Köşkü’nde verilen yemeğe türbanlı Hayrünisa Gül ev sahipliği yapar.
Ülkede bu gelişmeler yaşanırken, Genelkurmay Başkanı İngiltere ziyaretini gerçekleştiriyordu. Bu ziyaretin muhtemel nedenlerinin başında, PKK karşısında askeri üstünlüğü elde tutmanın başat bir sorun olduğundan hareketle hava harekatıyla yetinilmeyip kara harekatı isteğinin dile getirilmesi geliyor. Anlaşılan ABD, Türk ordusunun Ortadoğu’ya giriş izni konusunda topu bir kez de partneri İngiltere’ye atmış durumda. Diyarbakır’da patlatılan bombayla çok ciddi prestij ve meşruluk kaybına uğrayan PKK ise yeni döneme adapte olmaktan çok uzakta. Bu noktada herkes ordunun K.Irak’a girmesinin PKK ile sınırlı kalmayacağını bilmeli. Böylesi bir durum kapsamlı gelişmelere yol açacak.
Gerek Ortadoğu’daki daha aktif(!) rol gerekse enerji politikaları ve özellikle nükleer santral inşa süreçleri, ABD ve AKP yönetimlerini birbirlerine çok daha bağımlı hale getiriyor. ABD’nin tam desteğini arkasında hisseden T.Erdoğan’ın içerde kapsamlı bir siyasi atağa geçmesi son derece anlaşılır.
Bu kapsamlı atağın başlangıç vuruşu gayet planlı bir şekilde İspanya gezisi sırasındaki “türban” açıklamasıyla yapıldı. Askerin, stratejik konularla meşgul görünerek izlediği kabullenme ve uzlaşma çizgisi sonucunda “etliye sütlüye karışmadığı”; YÖK’ün ise “en tepeden” yumuşatıldığı bu dönemde, yasama ve yürütmeyi elinde bulunduran AKP’nin türbanla başlayan atağının karşısına sadece yargı çıkabilirdi. AKP bu sorunu da ana muhalefet durumunda gözüken ama aslında AKP’nin “yeni stratejik müttefiki” olan MHP’ye ve kendisine gebe aktörlere (Köksal Toptan ve bilumum köşe yazarına) havale edebilirdi. Birkaç cılız sese (rektörü) de kendisine özgü Kasımpaşalı üslubuyla “sen kimsin, otur oturduğun yere” diyerek diğerlerine gözdağı verebilirdi. Ancak bir şey daha yaptı T.Erdoğan. Başbakan’a dönük koruma önlemlerini en abartılı boyuta çıkardı. Bu denli karambollerle dolu bir süreçte olası bir ” kazaya” kurban gitmemek için tedbiri elden bırakmamayı yeğledi.
Bu aşırı tedbirlerin nedenlerinin başında sayılması gereken “altın vuruş” da fazla gecikmedi. Jitemci Veli Küçük, avukat Kemal Kerinçsiz, Drej Ali, Susurluk sanıklarından Sami Hoştan’ın da aralarında olduğu çok sayıda “ünlü ulusalcı”, Hrant Dink de dahil çeşitli suikast ve eylemler nedeniyle polisin “Ergenekon operasyonu” ile gözaltına alındı.
AKP ekonomik krizi Arap sermayesine yanaşarak hafifletme çabasına girerken, ek olarak 25 milyar dolar bekledikleri 2B arazilerinin satışını ve sermaye yanlısı çeşitli tedbirleri gündeme getirmekte. Böylece ekonomik kriz atmosferinin olası sıkışıklıkları içinde tüm sermaye çevrelerini kendisine daha fazla mecburcu durumuna getirme avantajını elde ederken, İslamcı sermayenin büyümesinin taşlarını da döşemiş olacak.
AKP’nin bu kapsamlı ataklarını, arkasına aldığı ABD desteğinin verdiği cesaretle yerel seçim sürecine dek uzanan dönemi maniple etme ve “ılımlı İslam” rejimini yapılandırma hamleleri olarak okumak gerekir. AKP ekonomik kriz atmosferinde MHP’yi de yanına alarak, üniversitelerdeki türban sorununu anayasal düzenlemeyle çözerek öncelikle kendi tabanını sağlamlama çabası içinde. Ancak son süreçte devleti ele geçirme ve ılımlı İslam rejimini oturtma çabalarının sermaye ve bürokrasi içinde yarattığı huzursuzluğa, MHP ile sistematik olarak yürüttüğü ittifak ilişkisinin getirdiği daralma da eklendi. Bu durum AKP açısından görüntüyü kurtaracak ve MH
P ittifakından rahatsız olan liberalleri yeniden yanına alacak birtakım hamleleri zorunlu kıldı. AKP’nin fazla itibar görmeyen “Alevi açılımının” bu yaklaşımın ürünü olduğu bugünden rahatça görülüyor.
Son olarak Hrant Dink’in öldürülmesinin yıldönümünde, konu üzerinde kitle hareketliliği ve medya ilgisinin yeniden canlandığı bir zamanlamayla ulusalcı kontrgerillaya yönelik yapılan “Ergenekon operasyonu” bir taşla bir çok kuş vurmaya yönelik bir hamle olarak değerlendirilmeli. Cengiz Çandar, M.Ali Birand gibi liberal kalemşörlerin neredeyse “içlerine doğmuşçasına” önden yazılar kaleme alarak gündeme getirdikleri polis operasyonu, her şeyden önce devletin en temel parçasını oluşturan kontrgerilla içindeki bir tasfiyedir. Kontrgerillanın ulusalcı kanadının en afişe olmuş isimleri tasfiye edilirken, gerisinin nasıl davranacağı, karşılıklı hamlelerin şiddetine bağlı olacak. Pazarlık, sindirme, içerme, tasfiye, yok etme gibi yöntemlerin hangi ölçülerde kullanılacağını zaman gösterecek.
Bu hamleyle seçimlerden bu yana MHP ile yapılan ittifaktan rahatsızlık duyan, hayal kırıklığına uğrayan ve boşluğa düşen liberallerin, tam da türban atağının yapıldığı süreçte yeniden “demokrasi” çığlıklarıyla AKP’nin yanında saf tutması sağlanmak istenmektedir. Ayrıca yerel seçimlere kadarki süreçte, cılızlaşmalarına rağmen ulusalcıların olası bir ekonomik krizle yeniden ayağa kalkma olasılıkları tamamen ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Böylece son süreçte ciddi biçimde sertleşen polisin tutumunun raslantısal olmadığı; AKP’nin ekonomik krizin dayattığı yoksullaştırma politikalarının yaratacağı halk tepkisini baştan bastırmak istediği; rejimin dönüşümü esnasında, sermaye ve devlet içindeki tasfiye süreçlerinde karşısında hiçbir muhalif güç görmeye tahammül etmeyeceği iyice açığa çıktı. Son dönemde polisin artan keyfiliği ve saldırganlığı bunun işareti. Sözde “tanık koruma kanunu” sayesinde de her türlü keyfiliğin yasal kılıfı hazırlanmaktadır.
Toplumsal muhalefet örgütlerinin ortak bir politik çizgiden yoksun oluşları ise bu atmosferi dağıtmakta en önemli engeli oluşturuyor. Üstelik bu dönemin neredeyse bütün kitle örgütlerinin genel kurullarına rastlaması ise bir diğer talihsizlik. Ancak gerek egemen cenahta gerekse ezilenler safındaki eski muhalif aktörlerin hızla işlevsizleşmesi muazzam bir muhalefet boşluğuna yol açmaktadır. Oysa nesnel koşullar her geçen gün çok daha fazla aklı başında ve yırtıcı bir muhalefet ihtiyacını zorunlu kılmaktadır. Fikri berraklığın çok önemli olacağı bu süreç, toplumsal muhalefetin yenilenme içinde bütünleşmesinin de önünü açma potansiyeline sahip. Ulusalcılığın, liberal solculuğun, gelenekselleşen ve milliyetçileşen Kürt hareketinin, daralan geleneksel sendikal hareketin batağa saplandığı günümüz koşullarında belirginlik kazanırken, bu durum devrimci bir yenilenme çizgine aynı zamanda bütünleştirici bir rol de yüklemektedir. Önümüzdeki dönem bu gerilimler ışığında geçecektir.