Dağlıca’da on iki askerin öldürülmesi ve sekizinin de kaçırılması ile tetiklenen süreç, Türkiye egemenlerini zaten niyet ettikleri kapsamlı bir taarruza geçirmişti. İlk bölüm, biraz refleks biraz da askeri başarısızlığı bir an önce örtme amacıyla tüm yurtta kontrollü ama yaygın bir milliyetçi histerinin yaratılması olarak yaşandı. İkinci bölümde ise Kürt hareketinin yasal siyasi temsiliyet kanallarının tıkanması; […]
Dağlıca’da on iki askerin öldürülmesi ve sekizinin de kaçırılması ile tetiklenen süreç, Türkiye egemenlerini zaten niyet ettikleri kapsamlı bir taarruza geçirmişti. İlk bölüm, biraz refleks biraz da askeri başarısızlığı bir an önce örtme amacıyla tüm yurtta kontrollü ama yaygın bir milliyetçi histerinin yaratılması olarak yaşandı. İkinci bölümde ise Kürt hareketinin yasal siyasi temsiliyet kanallarının tıkanması; DTP’li milletvekillerine ait olduğu iddia edilen gerilla fotoğrafları, sahte sağlık raporları, uyuşturucu bağlantıları iddiaları eşliğinde bu kanalların işlevsizleştirilmesi vardı. Zaten DTP’ye buna benzer bir müdahale her durumda yapılacaktı. Hemen ardından da bağıra bağıra gelen sınır ötesi operasyon… Kuzey Irak’taki PKK kamplarına ABD desteğiyle yapılan saldırılar ve sonrasında “terörü” bitirmek üzere ortaya atılan “pişmanlık yasasının” sınırlarının genişletilmesi önerisi…
PKK’nin karşı tepkisi ise beklendiği üzere şehirlerde araç yakma eylemleri ve Diyarbakır’da patlayan bomba oldu. Bir kısmı kontrgerilla işi olduğu belli olan “patlamamış bomba” bulma haberleri de bunları izledi.
Tüm bu süreç sonunda iki açıklama var ki niyetleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyması açısından önemli: İlki Büyükanıt’tan: “Kuzey Irak’ta verilen zayiatın paniklemesi içindeler”. Ve ekliyor “İşbirlikçilerle teröristler arasında hiçbir fark yoktur”. İkincisi Erdoğan’dan: “Terör örgütü hiçbir zaman Kürt kökenli vatandaşların temsilcisi olmadı ve olamayacak”. Biri, tüm bu süreci bir askeri başarı olarak kendi hanesine yazıp başarının devamı için herkesi hedef alacağını söylüyor; diğeri, “Kürt vatandaşların temsilcisi yok, buna ben adayım” diyor. Üstelik bölgedeki tüm gelişmeler AKP’nin yerel seçimlere çok sıkı çalıştığını gösteriyor. İslami vakıflar, cemaatler, yardım dernekleri bütün olanaklarıyla bölgeye taarruza geçmiş durumdalar. Kürt sorununa bulunan çözüm, “Kürtleri Türkleştiremiyorsak, AKP’lileştirelim”den ibaret.
PKK kurmaylarının süreç boyunca siyasi ve askeri açıdan büyük hatalar yaptıkları ortada. Yasal siyasi mücadele alanındaki örgütsel ve politik tercihleri, demokratik kurumlarla ve sol siyasi yapılarla girdiği ilişki biçimleri, milis faaliyetleri için tercih ettikleri eylem türleri, askeri eylem olarak kullandıkları bombalama eylemleri aslında sonuçları daha baştan görülebilecek tercihler. DTP neredeyse tamamen yalıtılmış, ürkek biçimde kendini savunma çabasını sürdürüyor. Türkiye solu ise biat edenler ve ayrı duranlar halinde bölünmüş ve eylemlerin sonuçları savunulmaz hale gelmiş durumda. Durum “sonuçlara değil, nedenlere bakın” denilerek geçiştirilemez bir nitelik taşıyor. Çünkü devrimci bir örgüt en az amacı kadar kullandığı araçlarla da meşru olmak zorundadır. Her koşulda sahiplendiği ilkeleri, hiçbir koşulda yapmayacağı “işler” olmalıdır. Oysa bugün en basit anlatımla herhangi bir “işin” kontrgerilla eylemi olup olmadığı ancak “resmi” açıklamalardan sonra anlaşılabilmektedir! Bu süreçten zarar görense Türk ve Kürt halklarıdır. Açıkça söylemek gerekir ki Türkiye solu açısından süreç, “PKK’ye ve biatçılarına rağmen, Kürt ve Türk halkının eşit ve kardeşçe bir yaşam idealini savunma”biçimini almaktadır.
Kuşkusuz yaşananlardan en karlı çıkan ABD’dir. Kürt düşmanlığı üzerinden geliştirilen ABD nefreti, operasyonla birlikte büyük medyanın kampanyasıyla yine Kürt düşmanlığından beslenen bir ABD hayranlığına dönüştürüldü. Ancak ABD, kendisi hakkında ne düşünüldüğünden çok, kendisinin ne alacağı ile ilgilendiğinden asıl kazancı bu değildir. Abdullah Gül’ün ABD seyahati de bu çerçeve içinde anlam kazanacaktır. Kafkas (Kazakistan ve Türkmenistan) doğalgazını Putin’e kaptıran ABD için Ortadoğu’ya bağlanan yollar çok daha önemli hale geldi; özellikle Ortadoğu’nun doğusu ve kuzeyi, yani İran ve Kürdistan. Türkiye’ye, daha doğrusu AKP’ye ve TSK’ye biçilen dış rol de belirlenmiş durumda: İran’a karşı alınacak tutumda ABD’nin aktif partneri olmak, Irak Kürdistan’ı ve özellikle Kerkük konusunda ABD’nin tercihlerini kabul etmek, Lübnan ve Filistin süreçlerinde İsrail’e yedeklenmek. İki aktör de kendi iktidarlarının devamını ABD’de gördüklerinden gerek kendi aralarında gerekse ABD’nin bölge çıkarlarına uyum sağlama konusunda tam bir konsensüs içindeler.
***
Ülke içinde ise neo-liberalizm kendisine en uygun konjonktürü ve Özal’dan sonraki en uygun aktörü, üstelik inanmış ekibiyle bulmuş durumda. AKP, kendi iktidarının kalıcılığı için neo-liberalizmin tüm politikalarını harfiyen yerine getiriyor. Bunları yaptığı sürece de egemen iktidar bloklarının kendisini her şart altında destekleyeceğini biliyor. Bu ezberin en iyi örneklerinden birini yeni atanan YÖK Başkanı tüm patavatsızlığıyla sergiliyor. Atanır atanmaz “türban, üniversitelerde serbest olmalı” diyerek tepki çeken, daha sonra da “üniversitelerde ancak parası olanlar okumalı” açıklamaları ile taktik değiştiren bu zat, gerçekte kimlerin temsilciliğine soyunduğunu çok net ifade etti. Devlet bürokrasisi içinde sıkıştığı iktidar olamama halini, tıpkı ağababalarının yaptığı gibi her türlü sermayeyi arkasına alıp, ABD modelini örnek gösterip aşmaya çalışıyor. “Burs verelim, borçlandıralım öyle okutalım” lafı ise gerçekte “Fethullah’ın seçtiği ve parasını verdiği öğrencileri okutalım” anlamına geliyor.
Bu tarz, AKP oluştuğu andan itibaren ona biçilen özel misyonu ifade ediyor: Neo-liberalizmin gerici kadrolar eliyle uygulanması ve Türkiye gericiliğinin geleneksel siyasetleriyle bütünleşmesi. Bu durum ise birbiriyle iç içe geçmiş iki sonuç yaratıyor. Mülksüzleştirmenin neden olduğu toplumsal çelişkilerin siyasi ve toplumsal gericilik aracılığıyla denetim altına alınması; yoksullaştırılan ve işçileştirilen halkın, gerici kurumlar aracılığıyla dilencileştirilerek, cemaatleştirilerek yaşadığı durumu kabullenmesinin sağlanması.
Solun muhalefet çizgisi bu temel doğrultuyu karşısına almalıdır. Yoksullaştırmanın, mülksüzleştirmenin ve proleterleştirmenin en temel mekanizmasını oluşturan kamunun tasfiyesine karşı mücadeleyi nüfusun bütün kesimlerine götüren; cemaatleştirmeye karşı sınıfsal aidiyeti ve hak bilincini temel alan aktif bir mücadele çizgisini ön plana çıkaran muhalefet tarzı, AKP iktidarına karşı ilerici toplumsal muhalefetin temel gelişme çizgisi olarak ele alınmalıdır. Gericiliğe ve neo-liberalizme karşı mücadele işte tam da bu noktada iç içe geçmektedir. Türkiye solu, gericiliğe karşı mücadeleyi “laiklik mücadelesiyle”, neo-liberalizme karşı mücadeleyi ise “geleneksel işçi sınıfı mücadelesiyle” sınırlama hastalığını ancak bu yaklaşımla aşabilir. Sol politiaları bağımsız bir muhalefet çizgisi üzerinden emekçi halk yığınlarıyla buluşturabilir.
Bu bakımdan “fırsat günleri”nde yaşadığımızın farkında olmalıyız. Seçimler nedeniyle geçtiğimiz yılı egemenlerin “yapısal reform” ve “yağma” isteklerini yerine getirmek açısından bir ölçüde “boş” geçiren AKP, 2008’le birlikte atağa geçti. Eğitim ve sağlıkla başlayan saldırı programı diğer kamusal hakları da (ulaşım, enerji, su, iletişim, barınma) hızlı bir biçimde içine aldı. İlk adım bu “malların” zamlanması oldu; bunu elde kalanların hepsinin sermayeye devri izleyecek.
Bu tablo, toplumsal muhalefetin yönünün ve içeriğinin belirlenmesi açısından önemlidir. Neo liberalizmin tüm uygulamalarına karşı parçalı ancak yaygın bir eylem çizgisiyle hareket edebile
ceğimiz günlerde yaşıyoruz. Neo-liberal saldırganlığın açığa çıktığı her noktada irili ufaklı yaygın direnişleri yaratmak, geliştirmek, gelişen direniş odaklarını bütünleştirmek bugünün en önemli görevidir. Bu noktada Öğrenci Kolektiflerinin, Halkevcilerin militanlığı ile sağlık emekçilerinin “bütünleştiriciliği” birbiri ile çelişen muhalefet çizgileri olarak değil, birbirini geliştiren güçlendiren ve bir büyük ilerici toplumsal hareketin yeni dokusunu şekillendiren unsurlar olarak kavranmalıdır