Radikal yönetimi ve Düzel neyi doğru, neyi yanlış yaptı? Hasip Kaplan’ın sıkıntısı medyatik mi, yoksa siyasi mi? Radikal gazetesinin dün (17 Eylül) manşetten verdiği “bitmemiş” belki de “yapılmamış” Hasip Kaplan söyleşisini hem teknik/mesleki hem de siyasi açıdan değerlendirmek gerekir. Radikal’in birinci sayfası 17 Eylül 2007 Söyleşiyi yapan meslektaşımız Neşe Düzel’le Demokratik Toplum Partisi (DTP) milletvekili […]
Radikal yönetimi ve Düzel neyi doğru, neyi yanlış yaptı? Hasip Kaplan’ın sıkıntısı medyatik mi, yoksa siyasi mi?
Radikal gazetesinin dün (17 Eylül) manşetten verdiği “bitmemiş” belki de “yapılmamış” Hasip Kaplan söyleşisini hem teknik/mesleki hem de siyasi açıdan değerlendirmek gerekir.
Radikal’in birinci sayfası 17 Eylül 2007 Söyleşiyi yapan meslektaşımız Neşe Düzel’le Demokratik Toplum Partisi (DTP) milletvekili Hasip Kaplan’ı şahsen tanımam olayı daha ayrıntılı bir şekilde irdelemek için avantaj sayılabilir ama, sorun, biri hem mesleki hem de siyasi olarak olgun, olumlu bir gazeteciyle diğeri de çalışkan, dürüst, fedakar bir avukatın şahsi bir meselesi değil.
Önce mesleki/teknik açıdan…
Önce Radikal Yazı İşlerinin (İsmet Berkan’ın?) bu söyleşiyi manşetten vermesi hatalı. Çünkü bir gazetede manşet, bir gün önce dünyada ya da Türkiye’de meydana gelmiş en önemli, en tayin edici hadise, gelişmeleri büyük ölçüde etkileyecek olay-haber için ayrılan yerdir. Düzel-Kaplan söyleşisinin bu kriterlere uymadığı açık. Mesela Radikal’den bir İsmail Türüt manşeti beklemek okurun doğal hakkıydı.
Söyleşi neden yapılır ve yayınlanır? Söyleşi yapılan kişinin fikir ve görüşlerini, tutum ve çelişkilerini okura duyurmak için, değil mi? Oysa Kaplan söyleşisinde Kaplan sorulara yanıt vermek istemiyor. Dolayısıyla amaç hasıl olmuyor.
“Teybe kaydedilen her söyleşi mutlaka yayınlanır” diye bir kaide yok. Düzel, Kaplan’dan yanıt alamamışsa, ya da Kaplan, Düzel’in sorularına yanıt vermeyi ret etmişse, söyleşi yapıl(a)mamış sayılır ve yayınlanmaz. Üstelik mesele Kürt sorunu, DTP, Öcalan ise bu konuların tek, münhasır muhatabının Kaplan olmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla Düzel, Kaplan’ın soruları reddeden tutumu karşısında, kendisine teşekkür edip benzer konumdaki Avukat Aysel Tuğluk, Avukat Doğan Erbaş ya da bir başka DTP’li yetkili ya da avukatla da söyleşi yapabilirdi. Eğer, tabii esas maksat DTP’nin bu konudaki görüş ve tutumlarını okura aktarmaksa…
Söyleşi, diğer tüm yazı türlerinde olduğu gibi, sonuç olarak bir iktidar mücadelesidir. (Selam Foucault ve Althusser!) Söyleşiyi yapanla, kendisiyle söyleşi yapılan kişi arasında kaçınılmaz olarak bir iktidar çekişmesi vardır. Söyleşiyi yapan kişi, karşısındaki yönlendirmeye, istediği yanıtları almaya çalışır, kendi fikri-ideoloji çerçevesinde sürdürmek ister söyleşiyi. Söyleşi yapılan kişi de, bu durumda, ya gardını alır ya da ofansa geçer, o da, kendi görüş ve tutumlarını okura aktarmak için en müsait yolu seçer, kollar. Bu çekişme minimum centilmenlik ve mantık kuralları içinde seyrederse okur için de bilgi verici, düşündürücü bir söyleşi ortaya çıkabilir. Yoksa iki taraf da ‘bildiğim bildik’ tavrıyla söyleşiyi ham, sığ ve kaba bir şekilde, bir ajitasyon-propaganda platformu ya da yönlendirme alanı olarak değerlendirirse söyleşi kilitlenir.
Bu bağlamda aklıma hemen Fransız Komünist Partisi’nin efsanevi liderlerinden, toprağı bol olsun, Georges Marchais geldi. Marchais, 70’li yıllarda televizyondaki bir programda, stüdyoda, naklen yayında, o dönemin ünlü gazetecilerinden Jean-Pierre Elkabbach’ın Komünist Parti’nin bir zaafı konusundaki sorusuna yanıt verirken, bu konuya hiç değinmeyip, sorulara itiraz da etmeyip, iktidardaki sağcı Giscard yönetiminin işçi düşmanı uygulamalarını somut olarak sergilemişti. Elkabbach bunun üzerine “Ama Sayın Marchais, soruma cevap vermiyorsunuz, bambaşka şeyler anlatıyorsunuz” demişti. Marchais’nin cevabı düşündürücüdür: “Bakın Sayın Elkabbach, siz bu stüdyoya sorularınızla geldiniz. Ben de söyleyeceklerimle geldim!”
Söyleşi yapan gazetecinin yönlendirme gayretlerine karşı bence gıcık ama anlamlı bir tutum. Karşı tarafı da felç eden bir yanıt zaten.
Radikal’in bu metni manşetten vermesi yanlış olduğu gibi böyle bir malzemeyi manşet yapması da yanlış. Çünkü, manşet diye yayınlanan yazı, sonuç olarak başlamamış ve bitmemiş bir söyleşinin teyp kayıtları. Ne var ki, Radikal yönetimi galiba duygusal davranmış, bu yarım hatta çeyrek teyp kayıtlarında dile getirilenlerden okura bir mesaj vermek istemiş. Düzel’in Kaplan’dan intikam alırcasına böyle bir metnin yayınlanmasına rıza gösterdiğini düşünmek bile istemiyorum. Ben düşünmesem bile Düzel’in bu yayını onaylaması bence mesleki ve siyasi açıdan hatalı. Böyle bir ortamda, yani Genelkurmay’dan AKP’ye, Kemalist kesimden sağcı milliyetçilere kadar (Hatta bu çevreye galiba Öcalan da yavaş yavaş katılıyor) geniş bir kesimin Kürtler ve Demokratik Toplum Partisi aleyhinde bir kampanya sürdürdükleri atmosferde, Radikal, bu metni manşetten yayınlayarak, DTP ve Kaplan’ı iyice köşeye sıkıştırıyor. Bilerek ya da bilmeyerek… Salı günü Hürriyet’in de bu olayı haber yapması anlamsız değil.
Manşetten yayınlanmaz ama bu teyp kayıtları belki birinci sayfadan ama bence içeriden bir yerden yayınlanabilir mi? Bu, tamamen Radikal’in yayın politikasıyla ilgili bir tercih. Ben siyasi ortamı göz önüne alan, Türkiye’de Kürt meselesinin çözümünden yana olan bir yazı işleri yöneticisinin bu teyp kayıtlarını hiçbir şekilde yayınlamayacağına inanıyorum.
Ortaya çıkan barış gazeteciliğinden çok çatışma gazeteciliği içinde değerlendirilebilecek bir durum. Barış gazeteciliği terimini ilk kullanan Barış Profesörü Johan Galtung, barış gazeteciliğinin sağlık gazeteciliği gibi olmasını öneriyordu. İyi bir sağlık muhabiri hastanın vücudu yiyip bitiren kanserli hücrelerle mücadelesini anlatacaktır. Ama aynı zamanda kanserin nedenlerinin -yaşam tarzı, çevre, genetik yapı gibi- yanı sıra olası çarelerin tamamını ve koruyucu önlemleri de anlatacaktır.
Bilgi, maharet,centilmenlik…
Buraya kadar işin esas olarak Radikal açısından teknik/mesleki yanıydı. Gelelim işin Hasip Kaplan cephesine. Kaplan, İdil’de İnsan Hakları Derneği (İHD) temsilcisi ve insan hakları ihlalleriyle uğraşan bir avukatken ve daha sonraki yıllarda İstanbul’da, Ankara’da, Strasbourg’da avukatlık yaparken gazetecilerle son derece iyi ilişkileri olan, ayrım gözetmeksizin medya mensuplarına elinden gelen her yardımı yapan bir arkadaşımızdı. Bunun en son somut örneği, Celal Başlangıç’ın Cumhuriyet’teyken ortaya çıkardığı Yeşilyurt dışkı skandalıdır. Bu olayda Kaplan avukat, Başlangıç da gazeteci olarak örnek bir işbirliği gerçekleştirdi ve kamuoyunun bu gerçekle tanışmasını sağladılar.
Kaplan, gazetecilerle nasıl ilişkiye girileceğini de tecrübesiyle bilen bir avukat. Kaplan-Düzel ilişkisine gelmeden önce belki gereksiz bir hatırlatma ve belki de tekrar olacak ama Neşe Düzel’in de bu ülkenin herhalde en iyi, en sağlam, en bilgili, en ciddi söyleşi yazarı olduğunu belirtelim. Düzel’in iki önemli olumlu niteliği daha var: Şimdiye kadar gerek özel gerekse kamu önünde açıkladığı tutumlarıyla Kürt meselesinde demokrat, liberal bir bakışa sahip olduğunu da biliyoruz. Üstelik, ikinci olarak, Düzel Türkiye’de mevcut herhangi bir siyasi-ideolojik kutup ya da kümenin sözcüsü, taraftarı değil. Dolayısyla bağımlı ya da önyargılı bir meslektaşımız değil.
Kaplan neden böyle davrandı?
Kaplan, karşısında böylesine olumlu bir muhatap varken, hiç yapmaması gerek bir şeyi yaparak, Düzel’le, üstelik de mesleki alanda zıtlaşmaya gidiyor. Onun sorularını tersliyor hem de pek yumuşak olmayan bir üslupla. Kaplan, Düzel’e soru empoze ettirmeye çabalıyor. Bunu da çok becerikli olmayan ve uygun olmayan bir yöntemle yapıyor. Oysa ki Kaplan, belirli bir denge tutturarak hem medyadan şikayetlerini dile getireb
ilir hem de Düzel’in sorularına kendi bilgi ve siyasi çerçevesi sınırlarında yanıt verebilirdi. Belki biraz daha siyasi olgunluk ve ustalık gerektiren tutum bu benim önerdiğim ama tanıdığım kadarıyla Kaplan aslında bunu yapabilecek bilgi ve yeteneğe sahip bir avukat. Adını anmadan geçemeyeceğim, rahmetli Orhan Doğan olsaydı mesela, çok güzel bir Düzel-Doğan söyleşisi okuyabilecektik.
Kaplan, Düzel’in sorularını büyük bir ihtimalle yanlış algıladı, Düzel’in niyetini iyi süzemedi ve karşısında kendisini kasıtlı olarak sıkıştırmak isteyen bir söyleşi yazarıyla muhatap kaldığını sandı.
Kaplan’ın bir başka hatası daha var: Mütereddit. En az üç kez söyleşinin sona erdiğine dair sözler ediliyor ama Kaplan yeni baştan almak istiyor. Çünkü Kaplan bir yandan da Düzel’le bir pazartesi söyleşinin önem ve değerini biliyor, bu fırsatı da kaçırmak istemiyor. Bu ortamda Düzel bence iyi niyetiyle, işler belki düzelebilir umuduyla söyleşiye devam etmek istiyor.
Kaplan’ın söyleminde dikkatimi çeken bir başka olumsuzluk, kendi küçük iktidar penceresinin söylemine pek alışmış gibi davranması.”‘Ben milletvekiliyim…”, “Çok önemli konularla uğraşıyorum”, “Ben uluslararası alanda avukatım…” vs… Tüm bu cümleleri sarf etmektense gereğini yerine getirmek hem Kaplan hem DTP hem de Kürt meselesinin çözümü açısından herhalde daha hayırlı olur.
Bütün bunlar sıradan bir söyleşi tekniği sorun ve sıkıntıları değil tabii ki…DTP’nin bugün içinde bulunduğu siyasi açmaz, yani gerek Öcalan ve PKK ile ilişkilerinin niteliği, gerekse AKP iktidarına bakışı, kendi seçmen kitlesinin beklentileri ve tabii ki DTP’ye ve genel olarak Kürtlere yönelik resmi/gayrı-resmi muazzam siyasi-ideolojik-kültürel-askeri saldırılar karşısındaki zaafları, Kaplan’ı açmaza düşüren esas unsurlar.
Kürt meselesi önümüzdeki dönemde gündemi daha fazla meşgul edecek. DTP, gerçekten bağımsız, şiddet karşıtı, demokrat bir çizgi oluşturup benimseyemezse, önümüzdeki dönemde iyice sıkışır, bu durum da DTP’nin zayıflamasına, Kürt sorununda çözümün de geç kalmasına neden olur.
Bianet