12 Eylül darbesinin üstünden yirmi yedi yıl geçti. Askeri rejim, bugünlerde, Türkiye toplumunu kan dökerek ve şiddet yoluyla “disiplin altına alan” özellikleriyle anılıyor. 12 Eylül rejiminin sınıfsal içeriği ve ekonomik bilançosu ise pek hatırlanmıyor. Birkaç hatırlatma yapmakta yarar var. *** 12 Eylül rejimi, iktisat alanında 24 Ocak kararlarını devraldı. Bu kararlar, 1977 sonrasının ekonomik tıkanmasını […]
12 Eylül darbesinin üstünden yirmi yedi yıl geçti. Askeri rejim, bugünlerde, Türkiye toplumunu kan dökerek ve şiddet yoluyla “disiplin altına alan” özellikleriyle anılıyor. 12 Eylül rejiminin sınıfsal içeriği ve ekonomik bilançosu ise pek hatırlanmıyor. Birkaç hatırlatma yapmakta yarar var.
***
12 Eylül rejimi, iktisat alanında 24 Ocak kararlarını devraldı. Bu kararlar, 1977 sonrasının ekonomik tıkanmasını IMF’nin ve burjuvazinin reçete ve talepleri doğrultusunda yönetmeyi hedeflemekteydi. Önceki iki yıl boyunca Ecevit hükümeti, bunalımın faturasını külliyen emekçilere yıkmamak için çabalamış; varlıklı çevrelerden de belli fedakârlıklar talep etmiş; IMF reçetelerinin bazı öğelerine direnmiş ve sermaye çevrelerinin sistematik bir kampanyası sonunda al-aşağı edilmişti. Aynı çevreler, piyasa kontrollerini kaldıran, yüksek bir devalüasyonla birlikte fiyatları (birkaç ay sonra da faizleri) serbest bırakan 24 Ocak kararlarına tam destek verdiler.
24 Ocak kararlarının mimarı, Demirel tarafından DPT Müsteşarlığı’na getirilen Turgut Özal’dır. Özal’ın 1980 öncesinde Sabancı grubunun genel koordinatörlüğünü ve güçlü bir işveren konfederasyonu olan MESS’in başkanlığını yaptığını hatırlatalım. Özellikle sendikal harekete karşı katı ve ödünsüz çizgisiyle bilinen MESS’teki başkanlığı, 1980 öncesinin sınıf çatışması ortamında iş çevrelerinde Özal’a itibarlı, saygın bir konum kazandırmıştı.
Tüm sınıfsal içgüdüleri ve MESS deneyimi, Özal’a işçi sınıfı ve ücretler “disiplin altına alınmadıkça”, ihracat önceliği ve rekabet gücü gibi hedeflere odaklanmış görünen 24 Ocak kararlarının başarılı olamayacağını öğretiyordu. Bu görüşünü belgelediği de biliniyor.
***
12 Mart askeri muhtırası sonrasında kurulan Nihat Erim hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına, DPT’yi kuran solcu iktisatçılardan biri olarak bilinen Attila Karaosmanoğlu getirilmişti. Askeri rejim Türkiye kamuoyuna “reformcu, ilerici” bir görüntü vermek istiyordu. Bu “cila”nın aldatıcı olduğu ortaya çıkınca ve sola karşı “balyoz harekâtı” başlatılınca Karaosmanoğlu ve “reformcu” arkadaşları Erim hükümetinden ayrıldılar.
12 Eylül cuntası böyle bir “göz boyama” çabasına hiç kalkışmadı. Demirel’i gözaltına alırken, Turgut Özal’ı ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirdi.
Burjuvazinin askeri rejimin ekonomik yönelişlerini denetim altına alması anlamına gelen bu karar nasıl gerçekleşti?
Bu soruya ışık tutan ip uçları var: Turgut Özal’ın 24 Ocak ile 12 Eylül arasında, üst düzey komutanlara ekonomi politikaları üzerinde (ve şüphesiz emekçileri de disiplin altına alma koşuluyla neoliberal dönüşümün “tek seçenek” olduğunu açıklayan) brifingler verdiği biliniyor. 12 Eylül sonrasının güçlü adamı olarak ünlenecek olan Orgeneral Haydar Saltık ve askeri rejimin başbakanı Amiral Bülent Ulusu ile Özal’ın o tarihlerde ilişkiler kurduğu daha sonraları açıklanmıştır.
12 Eylül cuntasının (Özal’ın katkılarını da içeren) sınıfsal pozisyonu, Kenan Evren’in darbeyi Türkiye kamuoyuna açıklayan ilk TV/Radyo konuşmasında, sendikal hareketi hedef almasıyla (ve bu arada kendi maaşı ile bir “garson” ücretini karşılaştırmasıyla) ortaya çıktı. 12 Mart’ın “göz boyamacılığı” artık gündemde değildi.
Özal, askeri hükümette görev almayı, cuntayla pazarlık ederek, bazı bakanları ismen belirleme koşuluna bağlı kılarak kabul etti. Bu husus darbeden altı gün sonra ABD’nin Ankara’daki büyükelçisinin Washington’a çektiği bir telgrafta belirtiliyor. Bu bilgileri büyükelçiye bizzat Özal (üstelik pazarlıklar sürmekte iken) iletmiştir.
Ulusu hükümeti belirlendikten bir hafta sonra, Turgut Özal’ın konumunu pekiştirmek amacıyla Vehbi Koç’un Kenan Evren’e bir mektup yazarak “Turgut Özal’ı tutmaya devam ediniz” tavsiyesinde bulunduğu da biliniyor.
Türkiye’de 12 Eylül 1980’e giden ve onu izleyen dönem, devlet aygıtının sarsıldığı, dağıldığı istikrarsız dönemlerde, egemen sınıfların siyasi iktidarı ideolojik olarak ve fiilen nasıl denetim altına aldıklarını gösteren bir “laboratuvar” özellikleri içermektedir.
Darbeyi izleyen üç yıl boyunca sermaye çevreleri sistematik ve örgütlü biçimde 1982 Anayasası’nın ve işçi-işveren ilişkilerini belirleyen yasal ve kurumsal düzenlemelerin oluşmasında belirleyici roller oynadılar. Burjuvazi, böylece, 1980 öncesinde Türkiye toplumu üzerindeki egemen konumunu aşındıran süreçleri durdurdu; hızla tersine çevirdi.
Bu dönüşümün nicel meyveleri de derlendi: 1980-1988 arasında Türkiye ekonomisindeki bölüşüm göstergelerinin dramatik boyutlarda işçi ve köylü sınıflarının aleyhine dönüştüğünü belirliyoruz.
1989 ve sonrası ayrı bir hikâyedir.