Zavallı Pervez Müşerref! Pek popüler olduğu söylenemez ve neredeyse herkesin baskısı altında. Şimdiye dek, adeta kaynayan bir volkanın üstüne otururken, dengeyi ve gücünü sağlamak için çok çabaladı. Aslında tahmin edilenden daha iyi iş çıkardı. Hikayeye başlarken önce Pakistan devletinin kökenlerini hatırlamalıyız. Sömürge Hindistan’ındaki başlıca milliyetçi hareket Mahatma Gandhi ve Jawaharlal Nehru’nun liderliğindeki Hindistan Ulusal Kongresi’ydi. […]
Zavallı Pervez Müşerref! Pek popüler olduğu söylenemez ve neredeyse herkesin baskısı altında. Şimdiye dek, adeta kaynayan bir volkanın üstüne otururken, dengeyi ve gücünü sağlamak için çok çabaladı. Aslında tahmin edilenden daha iyi iş çıkardı.
Hikayeye başlarken önce Pakistan devletinin kökenlerini hatırlamalıyız. Sömürge Hindistan’ındaki başlıca milliyetçi hareket Mahatma Gandhi ve Jawaharlal Nehru’nun liderliğindeki Hindistan Ulusal Kongresi’ydi. Müslüman kökenli laik bir hukukçu olan Muhammed Ali Cinnah bunun aktif bir üyesiydi. Fakat gün geçtikçe Müslümanların topluca (etnik grup olarak) ikinci sınıf vatandaş konumuna itildiklerini hissetmeye başladı. Bunun üzerine, “Müslüman” bölgesinde otonomi/bağımsızlık isteyen “Müslüman Ligi”ne katıldı. 1934’te Cinnah bu cemiyetin başkanı oldu ve İngilizlerle Hindistan’ın bağımsızlığı konusunda yapılan nihai müzakerelerde Pakistan için bağımsız ve münferit bir statü elde etmeyi başardı.
1947 yılının 14 Ağustos günü Pakistan bağımsız bir devlet olduğunda sömürge Hindistan’ının kuzeybatısındaki birkaç eyaletten ve batı kesiminden hayli uzaktaki kuzeydoğudaki Bengal eyaletinden oluşuyordu. Aynı yıl 11 Ağustos’ta Cinnah, Pakistan’ın yasama organının göreve başlamasından hemen önce yaptığı açılış konuşmasında, dinine ve etnik kökenine bakmaksızın tüm vatandaşlara eşit haklar temin eden “kapsayıcı ve çoğulcu bir demokrasi” çağrısında bulundu. Esas itibariyle modernist laik milliyetçi hareket yalnızca Müslüman Ligi değildi, personelini Hindistan’daki eski İngiliz askeri kuvvetlerinden geri çekerek kurulacak ordunun, yönetici sınıfı da genellikle en az bu kadar laikti.
Bilindiği gibi, Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıkları çok geçmeden gruplar arası şiddetle ve Keşmir’i kontrol mücadelesiyle sonuçlandı. İlk mücadelenin net sonucu hem Keşmir’in (bugüne dek itiraz edilen) fiili bölünmesi hem de Pakistan’ın ezici çoğunluğunun Müslüman haline geldiği nüfus transferi oldu. 2007’de 165 milyona ulaşan nüfusu ile Pakistan dünyadaki altıncı en kalabalık ülkedir ve doğum oranı en yüksek olan ülkeler arasındadır. Bugün bu nüfusun, %20’si Şii olmak üzere %97’si Müslüman’dır.
Pakistan siyasi tarihi çalkantılıdır. Başlıca komşusu Hindistan ile ilişkileri her zaman kırılgan ve çekişmeliydi. Pakistan’ın batı parçası 1971’de Hindistan’ın desteğiyle ayrılarak Bangladeş’i oluşturdu. İlk askeri darbe 1958’de gerçekleşti. Sivil yönetim, Zülfikar Ali Butto’nun liderliğindeki önemli ölçüde laik ve kentli; fakat beş yıl sonra tekrar devrilecek bir parti tarafından kuruldu. Butto’yu deviren darbenin başını çekecek olan son derece dindar bir Müslüman, General Ziya Ül Hak ülkeyi şeriat hukukuna tabi kıldı.
Aynı zamanda ülkeyi Pakistan İslam Cumhuriyeti olarak yeniden adlandırdı. Sivil yönetim Butto’nun kızı Benazir Butto himayesinde yıllar sonra kurulabildi ki o da daha sonra yerini Navaz Şerif’e bıraktı. 1999’da Şerif, Genel Kurmay Başkanı Pervez Müşerref’i tutuklatmak isteyince, Müşerref önce davranarak Şerif’i tutuklattı ve kendisi hükümetin başına geçti. 2001’de devlet başkanı ilan edildi ve 2002’de bu makama seçildi.
Bu geliş gidişleri yorumlamak için Pakistan içindeki başlıca siyasal aktörleri ve jeopolitik ittifaklarını tanımlamak gerekir. İkincisinden başlarsak; Pakistan’ın en büyük ilgi alanı Hindistan olmuştur ve bu yüzden Soğuk Savaş boyunca Hindistan’la ihtiyatlı ilişkileri olan iki ülkenin desteğini -Birleşik Devletler ve Çin- aramıştır. Bu iki ülke Hindistan dış politikasını Sovyetler Birliği’ninkine çok yakın bulmuşlardır. Hindistan-Pakistan arasındaki askeri gerilimler, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nın (NPT) imzalanmasının reddedilmesine, nükleer silahların geliştirilmesine ve daha çok, Birleşik Devletler’in canının sıkılmasına yol açmıştır.
2007’de içerideki durum 1947’dekinden bir hayli farklıdır. Siyasi bir güç olarak İslamcılık oldukça güçlüdür ve silahlı kuvvetlerin geniş kesimlerine nüfuz etmiştir. İslamcılar Pakistan’ın Birleşik Devletler ile olan bağlantılarından; özellikle de son beş yılda kurulanlardan, memnun değiller. Kentli, laik kuvvetler Müşerref’i (ve silahlı kuvvetleri) siyasal güçten düşürme arayışındalar ve güçlerini Müşerref’in görevden almak istediği Anayasa Mahkemesi Başkanı’na verdikleri başarılı destekle gösterdiler. Silahlı Kuvvetler ise, İslamcı olmakla beraber, rolünü El Kaide gibi mücahit unsurlara devretmek istememektedir ve bu yüzden köprü rolü oynama girişimi -Mücahitleri ortadan kaldırmadan yatıştırma- içindedir.
Birleşik Devletler, 1980’lerde Afganistan’da mücahitleri destekliyordu ve en güçlü müttefiki Pakistan ve özellikle de silahlı kuvvetlerin istihbarat birimi ISI (Pakistan Gizli Servisi ç.n.) idi. 1990’larda ISI Afganistan’da Taliban’a, iktidara gelmesi için yardım etti. Bundan ötürü ISI, Birleşik Devletler Taliban’ı devirdiğinde bundan oldukça huzursuz oldu ve Afganistan konusunda işbirlikçi tavır almamaya çalıştı. Afganistan’ın bugünkü devlet başkanı Hamid Karzai bundan bugün bile yakınmaktadır.
Usame Bin Ladin Birleşik Devletler’e karşı 11 Eylül 2001 saldırısını başlattığında, başlıca değilse bile en büyük hedeflerinden biri, Pakistan ve Suudi Arabistan’daki yönetimlerin değişmesiydi. Peki neden ve nasıl? Bin Ladin her iki ülkedeki yönetimi de kullandıkları muğlak İslamcı dile karşın Birleşik Devletler ile fazla uzlaşmacı kabul ediyordu. Birleşik Devletler’in Müşerref yönetimini kendi ülkesindeki İslamcılarla ilgilenmesi için zorlayacağını umdu. Bin Ladin’in teorisi buydu ve gerçekleşmesi halinde Müşerref iktidardan düşecekti.
Müşerref bu baskıya (Suudi Arabistan gibi) direndi. Bin Ladin gibi o da Birleşik Devletler’in kendisinden yapmasını istediği şeyin siyasi bir intihar olduğunu düşünüyordu. Diğer yandan, Birleşik Devletler’i, hayati ekonomik ve askeri desteğini kaybetmemek için nispeten hoş tutmak zorundaydı. Böylece, İslamcıların kalesi olan Lâl Mescidi’ne yapılan son saldırıda olduğu gibi zaman zaman Birleşik Devletler’in önüne kemik attı fakat fazla ileri gitmemeye özen gösterdi.
Bu çelişki bizi bugün olduğumuz yere getirir. Mücahitler sözde kuzeybatı sınırı bölgesinde (fiilen hep özerk olmuş) yerleşmiş durumdalar ve Müşerref onlara karşı ciddi anlamda harekete geçmeye cesaret edemiyor. Mücahitler Müşerref’i fazla Amerikan yanlısı olmakla itham ediyor. Diğer tarafta Birleşik Devletler ise onu mücahitlere karşı fazla uzlaşmacı olmakla suçluyor ve doğrudan bir harekat için ısrar etmeyi sürdürüyor. Ne var ki, Birleşik Devletler, yerine daha da kötü bir yönetim geçmesin diye Müşerref’e tamamen sırtını dönemiyor. Bu sırada, şehirli laik sınıflar da zaten sarsılmış olan Müşerref’e, görevi bırakarak gerçek bir sivil yönetime yol vermesi için baskı yapıyorlar.
Müşerref’in hayati ve doğrusu tek desteği olarak ordu kalıyor. Fakat Afganistan ve Irak’taki savaşlar sürdüğü müddetçe, İslamcı siyasal güç büyümeyi sürdürecektir ve Pakistan’ın çok sayıda nükleer silahı vardır. İslamcılar kontrol edilemeyen bir güç haline geldiği taktirde, Birleşik Devletler’in karşısına Saddam Hüseyin gibi uydurma değil, gerçek bir jeopolitik tehdit olarak çıkabilir.
1 Ağustos 2007
[Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]