Emperyalizmin yeni sömürgecilik politikalarından kaynaklanan krizlerle birlikte ülkemize özgü siyasal krizler içiçe geçerek birbirlerini derinleştiriyorlar. ABD’nin Irak’ı işgal ederek Ortadoğu’da yarattığı kriz, emperyalistler bakımından içinden çıkılamaz bir boyut kazandı. Irak’ın en yakın komşularından biri olan ülkemizde ise, doğrudan doğruya Ortadoğu krizinden kaynaklanmasa da, krizin geldiği noktada farklı biçimler kazanan Kürt sorunu, şimdilik en önemli sorun […]
Emperyalizmin yeni sömürgecilik politikalarından kaynaklanan krizlerle birlikte ülkemize özgü siyasal krizler içiçe geçerek birbirlerini derinleştiriyorlar. ABD’nin Irak’ı işgal ederek Ortadoğu’da yarattığı kriz, emperyalistler bakımından içinden çıkılamaz bir boyut kazandı. Irak’ın en yakın komşularından biri olan ülkemizde ise, doğrudan doğruya Ortadoğu krizinden kaynaklanmasa da, krizin geldiği noktada farklı biçimler kazanan Kürt sorunu, şimdilik en önemli sorun niteliğini koruyor. Ancak bölgedeki gelişmelerden kaynaklanacak ve ülkemizi etkileyecek olan gelişmelerin, bu sorunla sınırlı kalacağını sanmak safdillik olur. ABD’nin eski Genelkurmay Başkanı bile, Irak’ta kontrolün tamamen kaybedildiğini ve uzun süreli bir iç savaşın kaçınılmaz olduğunu beyan ediyor. Kuşkusuz böylesi bir gelecek ülkemiz için de, bir yandan varolan krizleri derinleştirirken diğer yandan da yeni kriz dinamiklerini tetikleyecek. Bu yeni kriz dinamikleri arasında ilk akla gelenler; radikal siyasi İslamın ülkemize yönelik etkisi, ABD’nin bölgenin kontrolünü kaybetmemeye yönelik taleplerini çoğaltması ve iç siyasete daha fazla müdahale etmesi, kriz alanının Ortadoğu’nun diğer ülkelerine hatta Kafkasya’ya doğru genişlemesi, petrol fiyatlarının artması, v.b. olarak sıralanabilir.
Emperyalist neo-liberal politikaların ülkemizde hayata geçirilen uygulamaları da toplumsal tahribatı her geçen gün biraz daha derinleştiriyor. Mülksüzleştirme, güvencesizleştirme ve proleterleştirme süreçleri azgın biçimlere bürünüyor. Kamusal hizmetlerin tamamen özel sektöre devredilmesi; yani sermaye için kar alanları haline getirilmesi sürecini, kamusal alanın ve bu alanda kurulan tüm ilişkilerin tasfiyesi tamamlıyor. Tüm bunların neden olduğu anlık büyük kriz potansiyelleri ise süreklilik kazanan ve hep daha fazla büyüyen dış borçlarla ertelenmeye çalışılıyor. 4,5 yıllık AKP iktidarı döneminde dış borçlar yaklaşık 200 milyar dolardan, 400 milyar dolara çıktı; yani iki kat arttı.
Emperyalist/kapitalist politikaların doğrudan birer sonucu olan ve kaçınılmaz kriz dinamiklerini tetikleyen bu süreçte, ülkemiz egemenleri arasında bir de iktidar olma krizi yaşanıyor. AKP’nin tek başına hükümet kurmasıyla başlayan gerilim (ki aslında hükümet kurmak da bu ülkede sahiden iktidar olmak anlamına gelmiyor), AKP kadrolarının devlet bürokrasisi içerisine yerleştirilmesiyle tırmandı. Süreç kaçınılmaz biçimde ülkenin gerçek iktidarının kendisini tesis ettiği alanlara; yani eğitime (üniversiteler), yargıya, cumhurbaşkanlığına, TSK’ya, vs’ye doğru yöneldi. Egemenler, sistemin işleyiş ilkeleri hakkında hiçbir farklılıkları olmamasına rağmen, halkı kendi aralarındaki kapışmalara taraf etmekte, yani ulusalcı-İslamcı, laik-dinci ayrımını ana bölücü eksen haline getirmekte hiçbir sakınca görmediler. Çünkü bu durum her iki tarafın da işine geliyordu.
Krizin ivmesini hızlandıran bu gelişmeleri tetikleyen ana olgu ise cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Ancak bu sonuç, herhangi başka bir gerilim ekseni üzerinden de tetiklenebilir bir nitelikteydi. Sorun, egemenler arasında çözümü imkansız bir noktaya ulaştığında ise yine egemenler arasında yeni bir dengenin kurulabilmesi için ortaya sandık konuldu. Sandığın; yani seçimlerinse temelde iki amacı olduğu belirtilmeli.Bu amaçlardan ilki, egemenler arasında bozulan dengenin yeniden kurulabilmesi bakımından meşru gerekçeler oluşturmak. Diğeri ise, çıkarları egemenlerle aynı olmayan büyük insan topluluklarında yönetime katılma yanılsaması yaratarak, yönetme meşruiyetini yeniden ele geçirmek.
Ancak, yeni sömürgecilik sistemi içerisinde kalındığında, bu sistemin neden olduğu krizlerden çıkmak için önerilen her yeni yöntemin, zorunlu olarak yeni krizlere yol açtığı görülüyor. Üstelik şimdi karşı karşıya kalınan durumda, bütün bu gelişmeler krizi ertelemek yerine, krizin çok kısa bir zaman içinde daha da büyük boyutlar kazanmasına yol açacak. Sermaye ve emperyalizm için sözüm ona bir istikrar sağlayan iki partili fiili parlamento dengesi, bu kez (tek kişi bile olsa) en az 5-6 partinin varlığıyla açılabilecek. Bu durumda Cumhurbaşkanı seçememe krizi sırasında, AKP tarafından bir tür panik-atak hamle olarak ortaya atılan “cumhurbaşkanını halk seçsin” tercihi de yeni bir krizi tetikleyecek. Erdoğan bile bu durumu fark edince, “bu sefer meclis seçsin, bir sonrakini halk seçer” demeye başladı. Seçimden sonraki tablo biraz olsun netleşmeye başlayınca da, “cumhurbaşkanlığı için alternatifli liste ile dolaşacağım” sözünü diline doladı.
Üstelik kriz, sadece cumhurbaşkanı konusunda anlaşmakla ya da üç ay sonra ortaya yeni bir sandık (referandum) koymakla da bitmeyecek. Egemenlerin, Kürtlerin meclisteki varlığına tahammül(!) etme süreleri bir öncekinden ne kadar daha uzun süreli olabilecek? Irak Kürdistanı’ndaki referandum ve Kürt devletinin ilanı daha ne kadar ertelenebilecek? Yoksullaştırılan, güvencesizleştirilen, her türlü kamusal haktan mahrum bırakılan halkın tepkileri daha ne kadar, birkaç torba kömür karşılığında örtbas edilebilecek?
***
Her seçim öncesi dönemde olduğu gibi, bu seçim döneminde de oy pusulasında kendisine bir yer ayırtmayan siyasi hareketler, en zorlu siyasi çalışma biçimiyle yüz yüze kaldılar. Bu durumun nedeni çok açık: Her muhabbet, kimle yapılırsa yapılsın çözüm önerisine (!);yani oyun kime verileceğine gelip dayanıyor. Oy pusulasında kendinize bir yer ayırtmışsanız ya da başkasının ayırttığı yere kaynak yapacaksınız, her şey çok kolay. Çalışmaya, daha doğrusu muhabbete doğrudan doğruya ayırttığınız bu yere hisse satışından başlayabilirsiniz. Üstelik bu tercihi yapan sol siyasi hareketler için büyük avantajlar da mevcut. Sistemin araçlarını sisteme karşı kullanmak (!?) gibi. Siyasete karşı duyarlılığın yükseldiği bir dönemde, sistemin propaganda araçlarını sonuna kadar kullanmanın rahatlığıdır bu. Bir anda herkesle ama herkesle siyasi diyalog kurma cüreti ediniverirsiniz.
Ancak oy pusulasında yer ayırtarak siyaset yapmanın bir takım dezavantajları da yok değildir. Öncelikle bu, maçı rakip sahada oynamayı kabul etmek demektir. İşin bir yönü egemenlerin siyaset yapma araçlarını kabul etmek, diğer yönü, üstüne bir de egemenlerin yarattığı siyasi gündemi kabul etmektir. Ve doğal olarak, bu gündem etrafında saflaşmayı. (Elbette Baskın Oran’ın yaptığı gibi açıklamalar yaparsanız bu dertten de kurtulursunuz (“Sistemle bir bütün olarak sorunu olanlarla tartışacak değilim, ben, sistem içi çözümler arayanlarla konuşurum”.)
Egemenlerin siyasi gündem yaratma ve siyaset yapma araçlarını geliştirmedeki maharetleri ise ortadadır. Bu durum abartılı bir öz-güvenle aşılabilecek gibi görünse de, somut koşullar (örneğin; ulusalcı-İslamcı ayrışmasında taraf olmaya zorlanmak ve bunun sonucunda TKP’nin ulusalcı, PKK’nin İslamcı cenahta görünmesi) sol siyasetler için, hiç de istenmeyen sonuçlara yol açabililir.
Oy pusulası üzerinden siyaset yapmak, aynı zamanda siyaset yapma tarzına (demokrasi anlayışına) ilişkin bir tercihi de belirtir. Bu tercih, kişinin siyaset yapma hakkını bir başkasına, bir başka sürece devretmesini istemektir. Üstelik, bu sistemde siyaset yapma hakkı en az 4-5 yıllık bir zaman dilimi için ve hiçbir denetim aracı ve geri çağırma hakkı mevcut olmaksızın, seçtiğinin yaptıklarını ve yapmadıklarını sorgulama hakkı olmaksızın, kullanılabilir. (Zaten bu da burjuva demokrasisi ve halk demokrasisi arasındaki temel farkla ilgili bir konudur.)
***
Bu olumsuzluklar devrimci siyasetin hangi alanda ve hangi tarzd
a yapılması gerektiğini açığa çıkartmakla birlikte zorluklarını da ortaya koyar. Devrimci siyaset, egemenlerin oluşturduğu ve sunduğu alanlar içerinde yapılmak zorunda değildir. Tam tersine egemenlerin kendi çıkarları için sunduğu alanın karşısına, halkın çıkarlarının savunulduğu bir alan çıkartılmalıdır. ABD’nin ya da El-Kaide’nin, TSK’nın ya da AKP’nin dolaylı da olsa arkasında görülmemenin yolu, kendi tarafını yaratmaya çalışmaktır.
Egemenlerin siyasi araçlarının yerine, halkın siyaset yapma araçlarını koyabiliriz. Bu araçlar, çok daha yaratıcı ve sınırsız biçimde kullanıma açıktır ve en başta da egemenlerin siyaset yapma araçlarını işlevsiz kılmayı hedefler. Egemenlerin yalanlarını ve bol keseden attıkları vaatlerinin gerçek içeriğini açığa çıkarmak, devrimciler için zor olmasa gerektir.
Siyaset yapmanın sadece oy vermek olmadığı, siyaset yapma hakkının yönetme hakkını başkasına devretme zorunluluğundan geçmediği bir süreç, ancak devrimcilerin doğrudan demokrasi deneyimlerini yaygınlaştırmalarıyla inanılabilir ve gerçekleştirilebilir bir hale gelecektir.
Kriz üretmeye mahkum olan ve krizlerini yeni krizler yaratarak aşmaya çalışan bu sistemin yarattığı ıstıraplara, ancak devrimcilerin üretken ve özgün müdahaleleriyle son verilebilir. Sistemin yaşadığı her kriz, içinde devrimciler için yeni dinamikler barındırmaktadır. Seçim dönemi, bunları bulup ortaya çıkarmak, halkın gündelik siyasi mücadelesinin bir parçası haline getirmek bakımından sadece bir ara dönemdir. Ancak bu dönemi de kesintisiz ve üretken bir devrimci dinamizm ile sürdürmek gereklidir.