Bir seçim daha beklenenin ötesinde sonuçlar yaratarak bitti. Ardından gelecek depremleri hep birlikte izleyeceğiz. AKP’nin seçim zaferinin arka planında, kendi politikalarıyla bağlantılı faktörler kadar, kendi dışındaki faktörler, yani Türkiye egemen siyasetinin temel zaaflarının yol açtığı merkez sağ ve merkez soldaki büyük boşluğun etkisi göz önünde tutulmalıdır. AKP’nin kendi politikalarından çok, egemenlerin merkez siyasetindeki boşluğa ve […]
Bir seçim daha beklenenin ötesinde sonuçlar yaratarak bitti. Ardından gelecek depremleri hep birlikte izleyeceğiz.
AKP’nin seçim zaferinin arka planında, kendi politikalarıyla bağlantılı faktörler kadar, kendi dışındaki faktörler, yani Türkiye egemen siyasetinin temel zaaflarının yol açtığı merkez sağ ve merkez soldaki büyük boşluğun etkisi göz önünde tutulmalıdır. AKP’nin kendi politikalarından çok, egemenlerin merkez siyasetindeki boşluğa ve rakiplerinin zaafına dayalı başarısı, aynı zamanda bir başka konjonktürde bu desteğin sürmeyebileceği anlamına da geliyor.
Ayrıca uluslararası sermayenin, ABD yönetiminin, AB’nin, medya tekellerinin tartışmasız ve etkili desteğini bir yana koyarsak, AKP’nin neyi başardığının üzerinde de durmak gerekir. Her şeyden önce AKP’nin, kendisini hiçbir biçimde güvende hissetmeyen, her an çok daha kötü bir duruma düşebileceği endişesi içinde yaşayan geniş kitlelerin, yoksulların, orta sınıfların hatırı sayılır bir bölümünün, esnafın ve Kürtlerin çoğunluğunun “gerilim ve çatışmanın yaratacağı iç kargaşa, ekonomik ve siyasal istikrarsızlıktan çekinme duygusunu” etkili bir biçimde yönetme başarısı gösterdiği teslim edilmelidir. AKP gerilim karşısında toplumun sağ duyusunu temsil etme konumunu, esas olarak solun mecalsizliğinin etkisiyle, Hrant Dink suikastinin hemen ardından elde etmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimini kilitleyen politikasıyla bu sağduyulu pozisyonunu yitirmesine ramak kalan AKP’nin imdadına ordunun muhtırası yetişmişti. (Ulusalcıların hata yapma olasılıklarını 14 Nisan mitinginin ardından belirtmiş ve 29 Nisan muhtırasının hemen ardından da muhtıranın büyük bir hata olduğuna değinmiştik. Bugünse bu durum tamamıyla kanıtlanmış oldu.) Bu süreçten sonra durumu toparlayan T. Erdoğan sağduyu siyasetine geri dönmeyi başardı ve karşı tarafı hırpalayan hamleleri birer birer uyguladı.
T. Erdoğan’ın “güçlü” danışmanları sayesinde özellikle durağan siyaseti çok iyi yönettiği, buna karşın hareketli ve krizli ortamlarda sürekli “çuvalladığı” ortadayken, öncesinde sert bir gerilim politikası izleyen ulusalcı kanadın kampanyanın kritik son ayını doğru dürüst ses soluk çıkartmadan geçirmesi tuhaf bir durum olarak değerlendirilmeli. Erken depara kalkıp sonradan gündemsiz kalma hatasının ana nedenleri olarak kuşkusuz ulusalcıların politikalarındaki darlık; halkın gerçek sorunlarına değmelerini engelleyen seçkinci yaklaşımları ile paranoya noktasındaki saplantılı zihniyetleri; Baykal’ın geniş kitleleri kucaklamaktan uzak hizipçiliği; sağa açılma saplantılarının ürünü olarak soldan kopması gibi birçok neden gösterilebilir.
Bunların yanı sıra, T. Erdoğan ve Büyükanıt arasında baş başa geçen ve içeriği kamuoyuna açıklanmayan iki buçuk saatlik Dolmabahçe buluşmasına da bir başka gözle bakmak gerekli. O görüşmede T.Erdoğan’la Büyükanıt arasında seçim sürecini doğrudan etkileyen konularda bir dizi mutabakat sağlandığı anlaşılıyor. Görülen o ki, tarafların K.Irak konusundaki pozisyonlarını dile getirdikleri ve farklılıkların “makul sınırlar” aşılmadan sürdürüleceği; cumhurbaşkanlığı ve referandum süreçlerinin zorlanmayacağı ve aslında Büyükanıt’ın da rahatsız olduğu ordu içi ve dışındaki ulusalcı cuntalara karşı operasyon düzenlenmesi konularında mutabakata vardıkları anlaşılıyor. Bunun ardından, genelkurmayın hamleleri, K. Irak’a operasyon polemikleri ve MHP’ye baraj aştırma amacını taşıyan “terörle mücadele mitingleri” çağrısında cisimleşen Kürt sorununu kaşımaktan öteye gitmedi. (Bu mitinglerin ve Kürt sorununu kaşımanın MHP’nin arkasındaki rüzgarı bir ölçüde güçlendirmekle birlikte, Nisandaki geniş atmosferin dağılmasına ve asıl olarak da geniş Kürt kitlelerini AKP’nin arkasına iyice iteklemeye yaradığı bariz biçimde görülüyor.) Kısacası bu süreçte ulusalcılığın ülkemizdeki motoru olan ordu içinde farklı pozisyonlar alındı. Genelkurmay kısmi uzlaşmalar içine girdi ve aslında o güne kadar sürdürdüğü gerilim siyasetini de bir noktadan sonra dondurdu.
Bu gelişmeleri yan yana ele aldığımızda, neo-conların en aşırı unsurlarınca yönetilen Hudson Enstitüsü tartışmalarının Amerikan yönetimine yakın kaynaklar tarafından dışa vurulması, yani ABD yönetiminin müdahalesiyle başlayan ulusalcı çete operasyonları sonrasında, gerilimin doruk noktasında T. Erdoğan-Büyükanıt uzlaşması ve bunların ardından ulusalcı atakların dinmesi arasında hiçbir bağ olmadığı söylenebilir mi?
Solda ulusalcılığa soyunanlar açısından bundan çıkarılacak tarihsel ders, tüm darbelerde, ama özellikle de cuntalar arası entrikalarla ünlü 12 Mart darbesinin ertesinde çıplak biçimde görüldüğü gibi, bu denli Amerikancı bir kuruma dayanarak ve hele çağımızın gerçekleri ve Ortadoğu koşullarında gerçek anlamda ulusalcılık-yurtseverlik siyaseti üretmenin olası olmadığıdır. Çözülen orta sınıfların hezeyanlarını, halkın iç çatışma ve bölünme endişesi ve gericiliğe duyulan öfkeyle sarmalanan tepkilerini ilerici bir hatta yöneltmenin yolu böylesi bir çizgiyle bulunamaz. Bu çizginin varacağı kaçınılmaz nokta, Ortadoğu’da sürekli kışkırtılan milliyetçi rüzgarların bir kanadında rol alarak ırkçı pozisyona düşmek ve egemenlerin pazarlık masalarında meze olmaktır.
Seçim sonuçları ve ABD’nin basıncını arttıran Ortadoğu’daki olası gerilimlerle birlikte düşünüldüğünde, orta vadede ordunun önünde iki seçenek durmaktadır. Birincisi, bir süre kendine dokundurtmayacak bir savunma çizgisine yönelmek ve büyük fırsat gelene dek pusuya yatmaktır. İkincisiyse ABD’nin baskıları ve devlet yönetmenin pragmatizmiyle kendine yönelik bir değişimi (bu bir iç tasfiye olarak da değerlendirilebilir) kabullenmektir. Şimdiye kadarki genelkurmay politikasının uzantısı, ikisini bir arada yürütmek ve alttan gelen basınçla ABD’den gelen basıncın şiddetlerine göre rota belirleme doğrultusudur. Bu durumu değiştirecek tek gelişme ABD politikalarındaki büyük eksen değişiklikleri olabilir.
***
Seçim sürecinin ortaya çıkarttığı kapsamlı tablodan yola çıkarak, önümüzdeki dönem açısından etkili olacak iki kritik noktayı saptamak gerekiyor. Birincisi, bu seçimler sonrasında ulusalcılığın yükselen odağının MHP olması, CHP’nin daha da güdükleşmesi ve ulusalcılığın ağırlıkla sağ kulvara doğru yönelerek milliyetçilikle daha fazla özdeşleşmesi beklenmelidir. Bunun soldaki etkisi, arayışları şiddetlendirmek yönünde olacaktır.
İkincisi, 1980-90’larda ekonomi ve kamu yönetimine ilişkin yeni önermelerle yükselen ancak dünyada 1999, ülkemizdeyse 2001 krizinin ardından tüm çekiciliğini yitiren liberalizmin, 2007 seçimlerine gelirken kendisini “kimlik politikaları” etrafında onarmayı ve yeniden güçlü bir çekim alanı yaratmayı başardığı görülmektedir. Liberalizmin ana temsilcisi AKP, Türk ve Kürt milliyetçilikleri arasında sağduyuyu temsil ederek, Kürtlere dönük makul bir kimlik tanıma politikası güdüleceği hissi yaratmakta; Kürt burjuvazisinin ABD politikalarına eklemlenerek rant paylaşımından yararlanabileceği umudunu beslemekte; laiklik karşısında İslam kimliğini sahiplenip İslamcı kitleleri ılımlı bir gidişle laik rejimin aşındırılabileceğine, değiştirilebileceğine inandırmakta; hatta sürekli ezilen sol kimliğe ancak AKP’nin yaşama şansı verebileceği duygusu yaratarak her anlamda cemaatleşmeyi teşvik etmekte; cemaatlere varolma olanağı sağlayarak ve dilencilik politikalarını cemaatler aracılığıyla bir sosyal politika olarak yaygınlaştırmaktadır. Bütün b
unların toplamında, rakibi ulusalcılığın otoriter karakterine karşı “özgürlükçülük” ve hatta “eşitlikçilik” rolünü başarıyla oynayarak, liberalizmin açıklarını kimlik politikalarıyla başarıyla yamamaktadır.
İlkiyle bir arada düşünüldüğünde, bu iki saptamanın sola ilişkin doğrudan sonucu, CHP’nin başarısızlığının da etkisiyle liberalizmin sol, sosyal demokratlar ve Kürtler arasında bir kez daha ve yeni bir çerçevede yükselme olanağı bulması olacaktır.
***
Bu seçimleri DTP açısından değerlendirdiğimizde ilk tespit edilmesi gereken, bağımsız adaylarla seçim barajının delinmesi ve Kürtlerin grup kuracak bir güçle parlamentoya girmelerinin önemli bir fırsat yaratabilecek bir başarı olduğudur. Bu fırsat akıllıca değerlendirilebilirse, Kürt siyasetinde yeni bir inisiyatif odağının doğma olasılığı mevcuttur. Bu durum Türkiye Kürtlerinin elini Ortadoğu ve uluslararası siyaset cephesinde güçlendirir. Buna karşın, DTP oylarının, Kürt illerinde ve Batıdaki yoğun Kürt nüfus barındıran illerde sayısal ve oransal olarak hatırı sayılır ölçülerde düştüğü; buna karşın AKP’nin Kürtlerden tartışmasız biçimde en çok oy alan parti haline geldiği gerçeği atlanmamalıdır. (Leyla Zana’nın seçime 2-3 gün kala “eyalet sistemi” talebini vurgulaması da, AKP’nin Kürtler arasındaki yükselişine karşı bir atak ihtiyacının gereğidir.) AKP’nin yükselişi bu partiyi de Kürt sorununda kaçınmasının artık kolay olmadığı, ciddi bir sorumlulukla yüz yüze getirmektedir. Tabii ki, T. Erdoğan’ın ABD’den kesin garanti almadıkça Kürt sorununda kapsamlı “çözüm” adımlarına yönelmesi beklenmemelidir.
Diğer yandan, mevcut durum PKK ve DTP’nin uzun süredir yaşadıkları çözülme sürecini hızlandıracak ya da tam aksine, gidişatı olumlu bir yöne çevirecek olan bir yol ayrımını hızlandıracaktır. DTP’nin halkla ve sol muhalefetle ilişkileri açısından AKP’nin liberal politikalarına karşı nasıl bir tutum alacağı, belirleyici faktörlerden birisi olacaktır. PKK’nin seçim sonrasındaki yeni durumu gözeterek (elbette Türkiye’nin K. Irak’a girme niyetinden vazgeçmesi halinde) bir süre ateşkese yönelmesi olasıdır. Ancak Irak’ta kritik bir eşiğe doğru yaklaşan ABD’nin, Ortadoğu ve Irak konularındaki yönelimlerinin ülkemizdeki Kürt sorununun gidişatında da son derece etkili olacağı daima akılda tutulmalıdır. Önümüzdeki birkaç ay içinde, ABD-Türkiye-Irak-K. Irak arasında, Kerkük referandumu etrafında dönecek pazarlıkların seyri, havayı belirleyecek en kritik unsur olacaktır. Kürt sorunundaki AKP politikasının da bu pazarlıkların sonucuna göre biçimlenmesi beklenmelidir.
***
CHP’nin malum nedenlerden dolayı aldığı seçim yenilgisinin ardından Baykal’ın istifa etmeyeceği açığa çıktı. Demirel Baykal’a çekilmemesini telkin etmiş. Belli ki ihtiyar kurt, diğer ulusalcılar gibi tüm günahları Baykal’ın sırtına yıkarak günü kurtarma derdiyle değil, geleceği düşünerek hareket etmiş. Zira bugün Baykal’ın gitmesi durumunda olası tek seçenek liberal-Amerikancı bir yönetimdir. Demirel, ulusalcıları tamamen MHP’ye daraltacak bir tabloyu engellemek istemektedir. Ancak bu kez ulusalcı odakların da kendilerini aklamak için suçu tümüyle Baykal’ın sırtına yıkma güdüsüyle hareket edecekleri, buna karşın MHP ve CHP kurmaylarının genelkurmayı suçlayacakları hissediliyor. Ulusalcılar arasındaki bu iç kavganın sonuçlarını ve öncesinden farklılıklar gösteren bu yeni atmosferin nelere yol açacağını izleyeceğiz.
Baykal’ın ve CHP yönetiminin yerinde kalması sosyal demokrat cenahta CHP dışı arayışları güçlendirecektir. Tekelci sermayenin ve medya tekellerinin Baykal’a karşı öne çıkarttıkları “sosyal demokrat” odaklar, başta Afganistan’ın sömürge valisi Hikmet Çetin olmak üzere, yoğun liberal-Amerikancı vurgularla ekranlarda arz-ı endam etmeye başladılar. Egemenler, sosyal demokrasinin yeniden yapılandırılmasıyla, AKP’nin hızlı ya da yavaş yıpranma ihtimaline karşı önemli bir müdahale aracını elde tutmak istemektedirler.
En net biçimiyle Baskın Oran’ın çizgisinde kendisini hissettiren ve işçileri dahi sadece kimlik politikalarının bir unsuru olarak ele alan sol liberalizm de soldaki/sosyal demokrasideki bu arayış girdabına müdahil olmak isteyecektir. Sol liberal çizgisiyle parlamentoya giren Ufuk Uras’ın da bu arayışlarda rol alacağı anlaşılmaktadır. ÖDP’nin iç sorunlarını ne yönde ele alacağı ise henüz meçhuldür. Parlamentoya giren Kürt parlamenterlerin milliyetçilik ve sol liberalizmi nasıl harmanlayacakları; AKP’nin liberal politikalarıyla, ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı nasıl bir tutum alacakları ve bunları milliyetçi-sol liberal bir çerçevenin içine nasıl yedirecekleri doğrusu merak konusudur. EMEP izlediği çizgiyle Kürt siyasetine göbekten bağımlı olmanın faturasını derin bir hayal kırıklığıyla ödemiştir. Seçimlerde oyları yerinde sayan TKP’nin de soldaki arayışlara yeni bir çözüm geliştirebilme ufku ve dinamizmi görünmemektedir.
Önümüzdeki dönemde Cumhurbaşkanlığı sorununun yeniden büyük bir krize dönüşme ihtimali zayıftır. Buna karşın ekonominin giderek sıkışacağı bu dönemde, AKP mevcut liberal saldırı programını çok daha pervasızca uygulayacaktır. Bu durum muhalefetteki boşluğu muazzam ölçüde şiddetlendiren etkiler yaratacaktır.
Ülkenin bağımsız ve devrimci bir sola olan ihtiyacı her geçen gün daha can yakıcı biçimlere bürünmektedir. Bu noktada solda artan umutsuzluğu ve derinleşen kafa karışıklığını aşabilmek için, pratik mücadele hattındaki yırtıcılık kadar, ideolojik netliğin sağlanmasına yönelik adımlar önemli hale gelmektedir. Solun 1990’lardaki gibi yeni bir sol liberal rüzgarın etki alanına girmemesi için son derece atak bir çizgi izlenmelidir.
Bu koşullarda solun gerçek anlamda yenilenmesinin yegane kanalı, hak mücadelelerinin devrimci bir tarzla sürdürülmesi olacaktır. Bu basit bir ajitatif saptama değil, tersine solda yoğunlaşacak olan arayış ortamının kaderini belirleyecek düzeyde önemli bir yönelimdir. Sorun bu çizgiyi AKP’nin somut saldırı programına uygun olarak biçimlendirme becerisidir. Şimdi hızla ısınacak olan siyasal arenada soldaki dağınıklığı adım adım ortadan kaldırma hedefini büyüten ideolojik ve politik ataklar yaratma zamanıdır.