Biz “Kuzey Irak” diyoruz, orada yerleşik halk ise “Kürdistan” diyor. Orada Kürtler yaşıyor. 1970’li yıllarda TRT haber bültenlerinde kendilerinden “Kuzey Irak’taki bir etnik grup” diye söz edilirdi. 1980’lerde “Peşmerge” oldular. 1990’lı yıllarda nihayet, “Kürt” oldukları kabul edildi. Kart kurt masallarını geride bırakıp “Kürt” demeye alıştık sayılır. Yaşadıkları ülkeye “Kürdistan” demeye de alışırız herhalde. * * […]
Biz “Kuzey Irak” diyoruz, orada yerleşik halk ise “Kürdistan” diyor.
Orada Kürtler yaşıyor. 1970’li yıllarda TRT haber bültenlerinde kendilerinden “Kuzey Irak’taki bir etnik grup” diye söz edilirdi. 1980’lerde “Peşmerge” oldular. 1990’lı yıllarda nihayet, “Kürt” oldukları kabul edildi.
Kart kurt masallarını geride bırakıp “Kürt” demeye alıştık sayılır. Yaşadıkları ülkeye “Kürdistan” demeye de alışırız herhalde.
* * *
Hâlâ “Kuzey Irak” dediğimiz Kürdistan, 1980’lerde 90’larda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “tatbikat” alanıydı. Ordu, tatbikat sıklığında ve düzenliliğinde Kuzey Irak’a harekât düzenliyordu. Her harekâtın amacı, malum örgütün belini kırmaktı. 1983-1999 yılları arasında Güneş, Balyoz, Ejder, Çelik, Çekiç gibi adlarla düzenlenen harekâtlarla örgütün beli 24 kez kırıldı! 1995’teki harekât, Cumhuriyet tarihinin en geniş kapsamlı sınır ötesi askeri harekâtıydı, 35 bin asker katılmıştı. Hakkâri Dağ Komando Tugayı ise, 1993-95 yıllarında Tuğgeneral Osman Pamukoğlu’nun komutasında 23 kez bel kırma harekâtı düzenlemişti.
Şimdi 2000’lerdeyiz, örgütün beli 25’inci kez kırılmak isteniyor; ama, eskinin tatbikat alanı Kürdistan, ABD’nin himayesinde devletleşiyor. Bu kez eskisi gibi tatbikat rahatlığı yok.
Kürdistan’ın devletleşme süreci 1990’larda Türkiye’nin topraklarında konuşlanan Çekiç Güç’ün himayesinde başlamıştı. Oysa Kürdistan diye bir devletin kurulması Türkiye’nin kırmızı çizgisiydi, savaş nedeniydi. Türkiye kendi ayağına kurşun sıkarcasına Çekiç Güç’e ev sahipliği yaparak kırmızı çizgisini bizzat sildi. Dahası, şimdi bağımsızlık yolunda ilerleyen Kürdistan’ın altyapısını da 1200 dolayında Türk firması inşa ediyor. Firmalar arasında, Kürdistan’ı tatbikat alanı haline getiren silahlı bürokrasinin holdingi OYAK bünyesindeki firmalar da bulunuyor. Türk kamuoyu ise PKK’nin belini kırmak, kökünü kurutmak iddiasıyla Kürdistan’a sınır ötesi harekât masalıyla oyalanıyor.
* * *
Sınır ötesi harekât masalı gündeme gireli yıllar oluyor. PKK’nin 1998’de ilan ettiği tek yanlı ateşkesi Haziran 2004’te sona erdirmesinden bu yana, sınır ötesi harekât masalı gündemden düşmüyor; ama bir türlü de gerçekleşmiyor. Gerçekleşse bile sonuncusu olacağı kuşkulu. Şundan kuşkulu. Her harekât, bel kırma amaçlıydı; ama, bel kırma gereksinmesinin sonu hiç gelmedi.
Yıllardır gündemde olan sınır ötesi harekât söylemi, Türkiye’nin dış politikasını bloke ettiği gibi ordu komuta kademesindeki son değişiklikten bu yana iç politikanın ekseni haline de geldi.
Sınır ötesi harekât söylemi yıllardır gündemde. İki yıl önce Başbakan Erdoğan , “Türk ordusu sadece Türkiye sınırları içinde PKK’ye karşı operasyon yapsın” diyen ABD yetkililerini yanıtlarken “Kuzey Irak’a gerekirse operasyon yaparız” diyordu. (Cumhuriyet, 14 Temmuz 2005)
ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Richard Myers, Başbakan Erdoğan’ı tekzip etti, operasyon için temas kurulacak “adres olarak Irak hükümetini” gösterdi. Türk Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ise, PKK’nin lider kadrosunun yakalanması için ABD’nin direkt emir verdiğini söyledi. (Cumhuriyet, 15 Temmuz 2005)
Ne ki, ne ABD’nin direkt emri yerini buldu ne de Başbakan Erdoğan’ın “Kuzey Irak’a gerekirse operasyon yaparız” efelenmesi hayata geçti.
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Aytaç Yalman, Türkiye içindeki asimetrik savaşın bir cephesinin de Kürdistan’da açılmasını rasyonel bulmuyor, bunun yerine sınır güvenliği sağlanarak PKK’nin dış örgütlenmesinin bulunduğu yerde tecrit edilmesine öncelik verilmesi gerektiğini söylüyordu. Orgeneral Yalman, ABD’nin bölgeye yerleşmesinden sonra PKK’nin Kuzey Irak’ta tecrit edilmesinde yerel Kürt liderler Mesut Barzani ve Celal Talabani ile işbirliği olanağının kalmadığını belirtiyordu. (Cumhuriyet, 16 Ağustos 2005)
Yalman’ın saptamasına karşın, 2004 yılında Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nı devralmasından sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki askeri yığınak sınır ötesi harekât konseptine göre en üst düzeye çıkarıldı. Medya, bir kez daha kamuoyunu örgütün belinin kırılacağına şartlandırmaya koyuldu.
* * *
Sınır ötesi harekât tartışması, geçen yıl PKK ile savaştan gelen şehit cenazelerinin ve İsrail’in Lübnan’a saldırısının yarattığı atmosferde iyice tırmandı. AKP hükümeti söyleminde sınır ötesi harekât seçeneğini tekrar vurgulamaya başladı. Başbakan Erdoğan, bir Bakanlar Kurulu toplantısı öncesinde “Toplantı çok şeye gebedir” diyordu. (17 Temmuz 2006 tarihli gazeteler)
Ne ki, “çok şeye gebe” toplantılar, kamuoyu yerine geçirilen şoven militarist azınlığın “Biz de İsrail gibi yapalım” histerisini karşılayacak kararı bir türlü doğuramadı. Hükümet, İsrail’in saldırdığı Lübnan’a asker gönderirken, Kürdistan’a asker gönderemedi.
“Çok şeye gebe” toplantılarda kararın doğumu iç politika dengelerine ve ABD engeline takıldı. Medyanın kamuoyunu her an harekât olacakmış beklentisiyle şartlandırdığı sırada ABD’nin Ankara Büyükelçisi Wilson, “Türkiye tek taraflı sınır ötesi harekât yapmamalı” diye uyardı. Başbakan Erdoğan, “Böyle bir kararı Sayın Büyükelçi veya büyükelçiler veremez, kararı biz veririz” diye yanıtlasa da (19 Temmuz 2006 tarihli gazeteler), kararı veren hep ABD oldu.
Sınır ötesi harekât kararı alamayan Erdoğan bu kez, Kuzey Irak’ın NATO denetimine verilmesini önerdi. Öneri ciddiye alınmadı ve PKK ile mücadelede “koordinatör” tuluatı sahnelendi. Koordinatör tuluatı da sonuçsuz kalınca Başbakan Erdoğan ABD’ye “Güya stratejik ortağız” diye sitem etti (13 Ocak 2007); kızgınlığını ise koordinatör mekanizmasının iflas ettiğini açıklayan Koordinatör Edip Başer’den (Emekli Orgeneral) çıkardı.
* * *
Bu yılın Şubat ayında Hürriyet Gazetesi’nin internet ortamında yaptığı ankete göre, Türkiye’de kamuoyunun çoğunluğu Kuzey Irak’ta bir harekâtı olumlu bulmuyor. Sınır ötesi harekât isteyenlerin oranı 3’te 1’de kalıyor; ama, yönetici elit sınır ötesi harekât masalında ısrar ediyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, 12 Nisan 2007 tarihli basın toplantısında ve sonraki açıklamalarında üzerine basa basa, sınır ötesi harekât isteğini seslendirdi. Hükümet, “Ordu isterse Meclis’ten karar çıkarırız” diye karşılık verdi.
Aradan bir aydan fazla bir zaman geçti. Resmi platformlarda yüz yüze konuşmak yerine medya aracılığıyla mesajlaşıyorlar. İki tarafın da söylediğine göre sabır taşı çoktan çatladı. Ancak, ne asker sınır ötesi harekât isteğini hükümete resmen iletiyor, bir teklifte bulunuyor, ne de hükümet emrindeki askere Kuzey Irak için talimat veriyor. Ülke dışına asker gönderme yetkisinin asıl sahibi TBMM ise tümüyle devre dışı.
Başlama vuruşunu yapma hakkını birbirine ikram ediyorlar. Çünkü, Kuzey Irak’ta girişilecek harekâtın da öncekiler gibi elle tutulur bir sonuç vermemesi ve sınır ötesi harekâtlar istatistiğinde bir numara edinmekle kalması gayri nizami harbin doğasında mukadder. Sınırlı bir harekât ise seslendirilen iddiayı ve yaratılan beklentiyi karşılamaya yetmez. Dahası, bu kez, ABD himayesinde devletleşen Kürdistan’da bataklığa saplanmak ihtimali de var ve taraflar bunun farkındalar.
Farkındalar; çünkü, Kürdistan’a harekâtın bataklığa saplanmak olacağı analizi, solcu ve öteki muhalif çevrelerin uyarısı olmaktan çıkıp resmi raporlara da girmeye başladı. Milli Güvenli
k Kurulu Genel Sekreterliği’nin bir raporuna göre, “Mevcut şartlara bakıldığında Kuzey Irak’a kapsamlı bir askeri harekâtın sakıncaları dikkate alınmalıdır. Büyük bir operasyon insani kayıplar ve ağır mali yük getirir. Uluslararası alanda sert tepkiler harekâtın başarıya ulaşmasını güçleştirir. ABD’nin saplandığı batağın benzeri Türkiye için de olabilir.”
Bu analizin yer aldığı rapora ilişkin haber, CNN Türk TV’nin 15 Mart 2007 tarihli bülteninde yayımlandı, aynı gün gazetelerin internet baskılarında da yer buldu. Hükümet ve Genelkurmay’ın Kuzey Irak için topu neden birbirlerine attıkları sorusunun en gerçekçi yanıtı tekzip edilmeyen bu raporlarda aranmalıdır herhalde. İkisi de istiyormuş görünmekle birlikte galiba asıl maksatları Kuzey Irak’a dalmak değil, muhatabını bataklığa itip iç politikada güç kazanmak.
Bu hesabı yapıyorlar. Çünkü, Türkiye bir yol ayrımında. Sermayenin sarıklısı, papyonlusu, apoletlisi arasında devleti ve ülke zenginliklerini paylaşma kavgası veriliyor. Şemdinli bombası, Danıştay suikastı, Atabeyler soruşturması, Çankaya cihadı ve karşı cihadı, Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan muhtırası, 367 blokajı, erken seçim atağı, paylaşma savaşının muharebelerini oluşturuyor. Bir muharebe sahası da “Kuzey Irak bataklığı” olarak seçildi.
Resmi raporda da ifade edildiği gibi, bataklığa dalmanın faturası hayli ağır. “İnsani kayıplar ve ağır mali yük”ün ve uluslar arası tepkiyle gelecek başarısızlığın faturası, öncelikle bataklığa ilk dalana çıkarılacak. O yüzden, faturayı birbirlerine çıkarmak ve ülkeyi paylaşma kavgasında alta düşmemek derdindeler.
Alta düşmemenin bir yolu da halkla ilişkiler ve propaganda çalışmasıyla kamuoyu nezdinde itibar kazanmak, onay ve meşruiyet edinmek. Güçlü bir emek hareketi olmayınca, reel siyaset bu fatura üzerine şekilleniyor. Asıl faturanın Türkiye’nin emekçilerine kesileceği ise gün gibi ortada. Hem “şehit” olacaklar hem daha da yoksullaşacaklar.
* * *
Bu fatura kader sanılsa da kader değil. Verili düzende bile rasyonalitesi yok bu faturanın. Yeter ki, “terör” ve “PKK” üzerinden birbirlerine ateş edenler, iç politikada kazdıkları mevziyi sağlamlaştırmak için ‘Kuzey Irak bataklığı’na birbirlerini itmeye çalışanlar, sorunun akıl ve hümanizmaya dayalı asgari çözümünün olduğunu kabullenebilsinler.
Sorunun akılcı ve hümanist çözümünü bulmanın ilk adımı, hiç kuşkusuz, sorunun doğru tanımlanmasıdır. Peki resmi söylemde sorun doğru tanımlanıyor mu?
Sorun, resmi söylemde “terör” olarak adlandırılıp sınırlandırılıyor. “Kelimeler, gerçeğin beceriksiz avcıları!” Hangi realiteyi tam olarak adlandırabilirler ki?
“Terör” deyip sınırlandırmak da öyle. Neye yarar ki? Neye yarayacağı belli. Bugüne kadar olduğu gibi sadece ve sadece “şehit” ve “ölü ele geçirilen” istatistiğini kabartmaya.
Oysa sorun Kürt sorunudur. Bu bağlamda kimlik sorunudur, kimliğin ötesinde ulusal sorundur. Dahası, güvenlik, ekonomik, sosyal, psikolojik boyutları olan bir sorundur. Başka bir ulusu yok sayan ulusun özgür olamayacağı sorunudur.
Elbette Kürt’ün Türk olmaya zorlanmayacağı, kimliğini özgürce yaşayabileceği, Türk’ün de Kürt kardeşinin Kürt olarak özgürleşmesinden endişe değil sevinç duyacağı en akılcı ve insani çözüm, Türk ve Kürt emekçi sınıflarının mührünü taşıyacaktır. Emperyalizmden bağımsız, herkesin ortak vatanı demokratik Türkiye’de Kürt meselesinin de kimlik meselesinin de eşit kimlik ve kardeşçe birlik yoluyla insanca çözümü ancak Türk ve Kürt emekçilerince sağlanacaktır. Türkiye’nin siyasal ve coğrafi bütünlüğünün kan ve gözyaşından uzak tek güvencesi de böyle bir çözümdür. AB-D emperyalizminin himayesindeki feodal ve burjuva figüranların taşeronluğunda aranacak, farklılıkları zenginlik yerine düşmanlık sayan taş kafalı milliyetçi çözümler ise sadece Kürt halkına değil, bölgenin öteki halklarına da kan ve gözyaşından başka bir şey sunmayacaktır.
* * *
Akıl ve hümanizmaya en uygun azami çözüm sosyalist çözüm olsa da sorunun sosyalist çözümünü bekleme lüksü yok. Verili düzende bile “şehit” ve “ölü ele geçirilen” istatistiğinin kabarmaması için sorunun aktörlerini ve figüranlarını akıl ve hümanizma yoluna davet etmek, ihmal edilemeyecek bir görev.
Bu bakımdan, sürpriz olsa da, devletin üst kademelerinde Kuzey Irak/Kürdistan konusunda bataklığa vurgu yapan değerlendirmeler yapılıyor olması, aklıselimin henüz tümüyle terk edilmediğini göstermesi bakımından olumlu karşılanmalıdır.
Temenni edilir ki, “bataklık” analizi yapılmakla kalınmaz, “terör” olarak adlandırılan sorunun kaynağının Kuzey Irak’ta değil, Türkiye’nin içinde olduğunun, çözümün Türkiye içinde aranması gerektiğinin analizi de yapılır.
Temenni edilir ki, salt “terör” olarak görülen sorunun özünde kimlik, güvenlik, ekonomik, sosyal, psikolojik boyutlarının olduğu da görülür.
Temenni edilir ki, çözüm bağlamında atılması gereken ilk adımın “şehit” ve “ölü ele geçirilen” sayısını artırmak değil, Cumhuriyet’i kuran ilk Meclis’teki gibi şimdi de Kürt’ün kendi kimliğiyle Meclis’te temsiline olanak sağlamak olduğunun idrakine de varılır.
Bu bağlamda, seçimde yüzde 10 barajının kaldırılması zor olmamalıydı. Temenni edilir ki, Kürt’e “Kürt” demeye alışıldığı gibi, Kürt’ün kendi kimliğiyle her zeminde temsil hakkı da içselleştirilir.
Hatta temenni edilir ki, “şehit” ve “ölü ele geçirilen” istatistiğinin kabarmaması için Abdullah Öcalan ile de görüşülür.
Öcalan ile görüşmek şaşırtıcı olmamalı, artık milliyetçi çevrelerde bile tartışılıyor. Milliyetçiliğinden kuşku duyulmayacak kimi kanaat önderleri Abdullah Öcalan’ın muhatap alınması fikrini artık yadırgamıyorlar. Örneğin:
“Kanımca çözüm arayışında ilk radikal adım Öcalan’la varılacak kapsamlı bir mutabakattır. Bu mutabakatın bir ayağı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na tartışmasız saygı taahhüdüne mukabil Kürt asıllı vatandaşlara bireysel kültürel hakların tamamının eksiksiz şekilde sağlanacağı taahhüdüdür. Diğer ayağı ise şiddet eylemlerinin son bulması, örgüt saflarındaki herkesin Türkiye’ye dönmesinin sağlanmasıdır.” (Avni Özgürel, Radikal, 16 Ağustos 2006)
Şaşırtıcı olmamalı. “Bin operasyon” pratiğinin aktörlerinden Mehmet Ağar bile “Düz ovada siyaset” söylemine geldi.
Milliyetçi kanaat önderlerinin ve siyasetçilerin artık yadırgamadıkları çözüm yöntemi herhalde kısmen de olsa devletin de gündemindedir. Bu yöndeki haberler sıkça gazetelere yansıyor. Örneğin, MİT Müsteşarı Emre Taner’in İmralı’yı ziyaretinde Abdullah Öcalan’ın, “Bugüne kadar neredeydiniz? Dağdaki adama mektup yazmama bile izin verilmiyor” diye sitem ettiği gazetelerde hayli genişçe yankılanmıştı. (Aktaran Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 6 Aralık 2005)
Dahası, Öcalan’ın “Bizim ne istediğimiz bellidir. Biz ne Çeçenistan gibi bağımsızlık, ne de federasyon istiyoruz. Üniter devlet yapısı çerçevesinde demokratik bir çözümden yanayım. (…) Biz burada T.C. Anayasası, meclisi ve ordusunu tartışmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı’nı anayasal üst kimlik olarak kabul ediyoruz. Alt kültürel kimliklerinin önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz.” dediği de. (Hürriyet, 6 Aralık 2005)
Öcalan’ın söyledikleri takiyye ya da değil. Kan ve gözyaşı deryasının kabarmasını önlemeye, sorunun demokratik insani çözüme kavuşturulmasına katkıda bulunur mu bulunmaz mı, d
aha önemli.
Temenni edilir ki, ülke zenginliklerini ve devleti paylaşma kavgası veren sermaye gruplarının aktörleri, iç politika mevzilerini güçlendirmek için birbirlerini bataklığa itmek yerine, sorunun asgari insani çözümüne odaklanırlar.
Yoksa, AB-D emperyalizminin “böl-yönet-sömür”senaryoları dayatılacak ki, ne Kürt halkına ne de bölgenin öteki halklarına hayrı olur. Daha vahimi, kısa erimde emek hareketinin bu senaryoları önleyecek gücü de yok.
Rahmi Yıldırım
2 Haziran 2007