Türkiye günlerdir neo-conlara yakınlığıyla bilinen Hudson Enstitüsü’nde tartışılan “Kuzey Irak” senaryosunu konuşuyor. Senaryoya göre, Taksim’de sivillere yönelik bir saldırı düzenleniyor, ardından Tülay Tuğcu bir suikast neticesinde yaşamını yitiriyor ve ardından da TSK Kuzey Irak’a giriyor. Bu tür düşünce kuruluşlarında, sıkça böyle spekülatif projeksiyonlar yapıldığını ve bunlar üzerinden hem ABD dış politikasına yön verilmeye çalışıldığını hem […]
Türkiye günlerdir neo-conlara yakınlığıyla bilinen Hudson Enstitüsü’nde tartışılan “Kuzey Irak” senaryosunu konuşuyor. Senaryoya göre, Taksim’de sivillere yönelik bir saldırı düzenleniyor, ardından Tülay Tuğcu bir suikast neticesinde yaşamını yitiriyor ve ardından da TSK Kuzey Irak’a giriyor.
Bu tür düşünce kuruluşlarında, sıkça böyle spekülatif projeksiyonlar yapıldığını ve bunlar üzerinden hem ABD dış politikasına yön verilmeye çalışıldığını hem de projeksiyonu yapılan ülkelere de mesajlar gönderildiğini biliyoruz.
Peki bu olayda farklı olan ve olayın günlerce tartışılmasını sağlayan şey ne?
Aslında, senaryo hiç de özgün değil, hatta denilebilir ki çok yakın geçmişte yaşanmış olayların daha şiddetli bir versiyonundan ibaret. Taksim’de patlatılan bomba 50 kişinin ölümüne sebep oluyor, Ulus’ta daha geçen ay patlayan bomba ise yaklaşık 10 kişiyi öldürmüştü. Senaryo’da Anayasa mahkemesi başkanı Tülay Tuğcu öldürülüyor, geçen yıl Mayıs ayında gerçekleştirilen saldırıda ise Danıştay 2. daire başkanı Mustafa Yücel Özbilgin öldürülmüştü. Senaryonun neticesinde asker Kuzey Irak’a giriyor ki, bu artık herkesin üzerinde durduğu bir olasılık.
Senaryonun gündemi bu şekilde meşgul etmesinin ilk nedeni elbette ki senaryoyu yazanların söylemek istediklerini doğrudan ve pervasız bir şekilde söylemeleri. Bu topraklardan kilometrelerce ötede bir yerlerde kapalı kapılar ardında bir araya gelen insanların bu ülkenin geleceği üzerine bir oyun oynarmış gibi konuşabilmelerinin, yüzleri her daim Washington’a dönük olanları bile rahatsız ettiği bir gerçek.
Ama asıl neden, senaryonun konuşulduğu toplantının katılımcılarıyla ilgili. Geçtiğimiz yıl başbakanın danışmanlarından Cüneyt Zapsu, ABD’deki Enterprise İnstitute’de yaptığı konuşmada Tayyip Erdoğan’la ilgili olarak “bu adamı kullanın” minvaline gelen sözler söylemiş ve bu sözler üzerinden AKP’ye karşı güçlü bir kampanya başlatılmıştı. Hem AKP, hem de AKP yanlısı basın, bunu unutmamış olacak ki, Hudson Enstitüsü’ndeki toplantıda askerlerin bulunmasını bir hesaplaşma aracı olarak kullanmaktan çekinmedi.
AKP’li Egemen Bağış’ın toplantıya katılanlarla ilgili olarak bunlar vatan haini demesi, Talabani’nin oğlu Kubat Talabani’nin toplantıda bulunduğunun üzerinde ısrarla durulması, askerlerin neden toplantıyı terk etmediklerinin sorgulanması, senaryonun ve dile getirildiği toplantının, içerideki egemenlik mücadelesinde bir silah olarak kullanıldığını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Sendika.Org’da yayınlanan “AKP’nin Merkeze Yürüyüşü Krizi Önlemeye Yetecek mi?” isimli yazımda hükümet ve ordunun AKP içerisindeki Milli Görüş kalıntılarının temizlenmesi ve AKP’nin merkeze yerleşmesi yönünde bir uzlaşmaya varmış olabileceklerini, ancak Kürt sorunu bağlamında bir konsensüse henüz varılamamış olduğunu, çünkü iki tarafın da henüz emperyalizmin bu konuda nasıl bir tutum alacağını kestiremediklerini belirtmiştim.
Buna, emperyalizmin de bu konuyla ilgili kesinleşmiş bir tutumu olmadığını, üstelik sadece bu konuyla da ilgili değil, Türkiye ile ilgili olarak da, kesinleşmiş bir tutumu olmadığını ekleyebiliriz. ABD egemen sınıfı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanmasında AKP ile ordu arasında bir tercih yapma konusunda halen kararını verebilmiş değil. Neo-conların bile bu konuda ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz. Ordunun kurmuş olduğu Stratejik Araştırma ve Etüt Merkezi’nin (SAREM) geçen ay düzenlediği toplantıya, AKP karşıtlığıyla ünlü Michel Rubin’i davet etmesi ve malum senaryonun yazıldığı Hudson Enstitüsü’nün toplantısında SAREM üyelerinin yer alması; buna mukabil, Washington’u her ziyaret edişlerinde AKP’lilere kürsülerini açan başka neo-con eğilimli düşünce kuruluşlarının bulunması bu kararsızlığın bir göstergesi olarak okunmalı ve elbette ki artık Washington’un ülke içi egemenlik mücadelesinin gerçekleştiği arenalardan biri olduğunun açık bir şekilde ortaya çıkışının da.
Senaryonun çok da orijinal olmadığını ve çok yakın tarihte yaşanan olaylardan esinlendiğini söyledim. Ancak senaryoyu yazanlar da dâhil, kimsenin üzerinde durmadığı bir mesele var: ordunun Kuzey Irak’a girişinden sonra yaşanacaklar.
PKK’nın, Kürt hareketinin bağımsız adaylarla meclise girme olasılığının çok yüksek olduğu ve AKP’nin birinci parti olarak çıkmasının kendileri açısından bir CHP-MHP koalisyonundan daha iyi olacağını bilmesi gereken bir seçimden önce, şiddeti böylesine tırmandırmasının ve hem seçimlerin ertelenebileceği bir ortamı yaratmasının hem de milliyetçiliğin değirmenine su taşımasının nedeni tam da bu girişten sonra yaşanacaklara ilişkin geliştirdiği stratejiden kaynaklanıyor olabilir mi?
Örneğin PKK, Kuzey Irak’a yapılacak bir operasyonla birlikte Türkiye’yi aynı zamanda Barzani ve Talabani’yle ve dolayısıyla da ABD’yle karşı karşıya getirmeyi, kentlerde geniş katılımlı protesto eylemleri düzenlemeyi ve bu eylemlerin neticesinde yaşanacak sivil kayıplarla birlikte Kürt sorununu uluslararası bir askeri müdahaleyi gerektiren bir veçheye kavuşturmayı ve müdahalenin neticesinde nihai bir çözümün yani, Bir Kürt devletinin ortaya çıkacağını düşünüyor olabilir mi?
Eğer böyle bir senaryo üzerinden geliştirilen bir strateji söz konusuysa, PKK için söz konusu olanın tam bir akıl tutulması olduğu söylenebilir ki, bu tutulma Türk ve Kürt emekçilerini bir felakete sürükleyecektir.
Fatih YAŞLI
Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi