Ülke hızla seçime doğru ilerliyor. Üstelik 22 Temmuz günü yaklaştıkça gündem de gittikçe yoğunlaşıyor. Kitlelerin siyasete doğrudan katılmalarının hiçbir kanalı açılmıyor. Sokaklarda seçim heyecanı adına hiçbir emare görülmüyor. Belki de bugüne kadar gelmiş geçmiş en hareketsiz, en ölü seçim dönemini yaşamaktayız. Tüm bu süreç boyunca siyaset adına var olan ise bol keseden atılan vaatler ve […]
Ülke hızla seçime doğru ilerliyor. Üstelik 22 Temmuz günü yaklaştıkça gündem de gittikçe yoğunlaşıyor. Kitlelerin siyasete doğrudan katılmalarının hiçbir kanalı açılmıyor. Sokaklarda seçim heyecanı adına hiçbir emare görülmüyor. Belki de bugüne kadar gelmiş geçmiş en hareketsiz, en ölü seçim dönemini yaşamaktayız.
Tüm bu süreç boyunca siyaset adına var olan ise bol keseden atılan vaatler ve düzeysiz polemikler. Vaat edilenlerin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin ayrıntılı programları bulabilmek elbette mümkün değil. Aynı zamanda partiler/adaylar arasındaki suçlamaların da kanıtlarını aramak anlamsız. Birbirlerine karşı yürüttükleri dolaylı ya da dolaysız operasyonları seçim günü yaklaştıkça daha sık göreceğimizi bilmek yeterli. AKP’nin iktidar olanaklarını, daha doğrusu İçişleri Bakanlığı’nın olanaklarını kullanarak gerçekleştirdiği “Bucak Operasyonu” Mehmet Ağar’a vurulmuş bir darbeydi. ABD’deki Hudson Enstitüsü’nde gündeme gelen ve “Türkiye’yi kaosa ittirerek nasıl K. Irak’a sokulabileceğinin” tartışıldığı toplantının basına sızdırılmasıyla son dönemdeki tüm “kaosun” kaynağının ABD’deki bazı aşırı sağ odaklarla işbirliği içindeki ordu olduğuna dair güçlü bir “kanıt” da kamuoyuna sunulmuş oldu. Buna paralel olarak, Ümraniye’de bir evde bulunan el bombaları “ulusalcılar”ı vurdu. Benzer bir operasyon da Putin’in gelmesi şerefine(!) Çeçen El-Kaidecilere yapıldı.
CHP ise harıl harıl yolsuzluk dosyası bulmakla uğraşıyor. Ulusalcı geçinenlerin sistemle ne kadar ayrışmış, aslında ayrışmamış olduğunun en açık kanıtı ise OYAK Bank’ın satışı kuşkusuz. “Milli değerleri koruma”nın çığırtkanlığını en çok yapanlar ülkenin iki buçuk haftalık faiz ödemesine denk gelen bir meblağa, yani 2,7 milyar dolara sözde ulusal bankalarını sattılar. Halkı taraf etmeye çalıştıkları tavrı kendileri göstermiyorlar: “İmamın, pardon, askerin dediğini yap, yaptığını yapma”. Gerekçeleri de bu parayı kullanarak ABD ve AB’de şirketler alıp, onları içeriden vurmak oluyor. Ne müthiş plan! Birbirleriyle “takiyye yarışı” yapıyorlar.
CHP’nin bir diğer saldırı malzemesiyse, T. Erdoğan’ın DTP’ye ilişkin koalisyon ihtimaline tamamen kapıları kapatmamak şeklindeki açıklaması etrafında gelişti. Baykal’ın AKP için “terör örgütü ile nişanlandılar” sataşması CHP’nin Kürt sorunundaki çözümsüzlüğü körükleyen saldırganlığını bir kez daha resmederken, AKP’nin Kürt kitlelerden oy alma ataklarını hangi sahte umutlarla beslediğini ortaya çıkarttı. Ertuğrul Özkök’ün “PKK’nin şiddet politikasından vazgeçmesi” çağrılarıyla da beslenen bu atmosferde, bir yandan Kürt kitlelerde AKP sempatisi arttırılmak istenirken, bir yandan da PKK’nin seçim sürecinde yürüttüğü şiddet politikasının törpülenmesi ya da etkisinin zayıflatılması hedeflendi.
Bu doğrultuda ulusalcıların şimdilerde öne sürdükleri K. Irak kozu hala gevelenip duruluyor. AKP politikasının 22 Temmuz’a kadar durumun idare edilmesi üzerinden geliştiği anlaşılıyor. Neçirvan Barzani’nin askeri bir yetkiliyle doğrudan temas etmek istemesi üzere İlnur Çevik’i elçi olarak göndermesi de arayı yumuşatarak bir süre durumu idare etme politikasının bir uzantısı olarak da ele alınmalı. Geçtimiz günlerde Erdoğan-Sezer-Büyükanıt-Emre Taner arasındaki hızlı trafiklerin bu ekseni geliştiren yönleri olduğu sezilmektedir. Bu hızlı trafik arasında Abdüllatif Şener’in Sezer’le görüşmesinin esbab-ı mucibesiyse herhalde seçim sonrasında ortaya çıkacaktır.
Tüm bu gelişmelere karşın, seçimlere daha üç haftayı aşkın bir süre var ve ulusalcıların en az bir atak daha yapması beklenmeli. Zira durağanlık atmosferi AKP’nin işine yarıyor ve ulusalcılar da bunun farkındalar.
AKP’nin olağan, planlanmış süreçleri ilerletmedeki başarısını teslim etmek gerekli. Seçim sürecini adım adım örgütlemeyi sürdürüyor. Putin ile aynı karede çektirilen resim bile bu döneme denk getirildi. Tarih yaklaştıkça elini daha da güçlendirecek işleri mutlaka olacaktır. Bu konuda herkes tarafından en çok beklenen PKK’nin lider kadrosundan birilerinin yakalanıp, getirilmesi. AKP’nin en büyük zaafı ise Erdoğan. Çünkü Erdoğan, kriz yönetmeyi bilmiyor, olağan olmayan durumlarda en iyi bildiği ezberine dönüyor, yani Kasımpaşalılığa.
Buna rağmen kamuoyunda kriz atmosferinde puan kaybeden Erdoğan’ın, Doğan medya ve sermayenin de desteğiyle son krizden parti içinde gücünü artırarak çıktığı söylenebilir. Gül ve Arınç’a yakın adayların önünün kesilmesi önümüzdeki parlamentoda Erdoğan’ın elinin onlara göre daha güçlü olmasını sağlayacak olmakla beraber, bunun AKP’nin elinin rahat olacağı anlamına gelmeyeceği bilinmelidir.
İmajlara dair tüm farklar bir yana sistemin siyasi partilerinin, ayrıştırılmış ya da birbirinin alternatifi olabilecek programları yok. Hepsi aynı geleceği vaaz ediyorlar; sermayenin çıkarlarının mutlak egemenliğine hizmet edecek siyasi ve ekonomik bir program. Halkın gerçek talepleri ve gereksinimleri ise sadece, daha çok oy için kullanılan reklam/pazarlama malzemeleri.
***
Tam da bu yüzden seçim tavrının ilk cephesini “Amerikancılara, liberallere, gericilere, faşistlere, cuntacılara oy verme” diyerek kurmak lazım. Çünkü bu tercihlerde halkın geleceği yok, bu tercihler sadece egemenlerin çıkarlarını ifade ediyor. Halkın kendi mücadelesini daha kitlesel ve etkin araçlarla sürdürmesi ise ancak egemenlerin siyasal tercihlerinin inandırıcılığının ortadan kalkmasıyla mümkün olacaktır.
Egemenlerin siyasal yönlendirmelerine karşı -her şeye rağmen- toplumsal bir sağduyudan söz edilebilir. Gericiliği kendi yaşam biçimlerini tehdit eden bir güç olarak görüp harekete geçen çok büyük kitleler, sözde terör bahane edilerek Kürt sorununda gerici/faşist kampa dahil edilmeye kalkışıldığında aynı refleksi göstermedi. Sözde “Teröre karşı tepki” mitingleri, düzenleyenler açısından tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Bu fiyaskoyu sıcak bahanesiyle açıklamak ise aymazlıktır. Her şeye rağmen Türk toplumu, Kürt sorununun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğinin bilincindedir.
Tabii bu durum, “bu kitlelerin faşizmin kitle tabanı olmaya yöneldiğini” iddia eden bir kısım sol, sol liberal ve Kürt milliyetçi liberalinin üzerinde düşünmesini gerektirmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu kitlelerin refleksleriyle onu yönlendirme iddiasındaki çeşitli ulusalcı çevrelerin niyetleri arasında ciddi bir açı farkı var. Sol bu kitlelerden korkarak, onları tamamen karşısına alarak bir yere varamaz. Aksine böylesi bir tutumla onları kendi eliyle ulusalcıların hegemonyasına teslim etme riskiyle karşı karşıya kalır. Burada izlenmesi gereken çizgi, özellikle daha önceleri ilerici saflarda yer alan bu çözülen orta sınıfların çıkar mücadelelerinin ve zihniyetlerinin gerici kanallara akmasının engellenmesinin yollarını aramaktan geçmektedir.
Benzer bir durum egemenlerin diğer tercihleri için de geçerlidir; Amerikan destekçiliği toplumda %10’u bulmaz; halk neo-liberal politikaların kendisine zarar vereceğinin farkındadır; halk bilir ki seçtiği vekiller, seçildikten sonra bir dahaki seçime kadar halka karşı herhangi bir sorumluluk taşımazlar, iktidarın sağladığı olanakları kendileri ve sermaye grupları için sonuna kadar kullanmakta pervasızdırlar.
Bu tercihlerin belirlediği bir geleceği değiştirecek olan ise halkın kendi hakları temelinde yürütülecek bir mücadeledir. Kapsamlı bir mücadele programının somut, kazanımı olan parçalarını hayata geçirerek öneml
i başlangıçlar yapılabilir. Dikmen halkının barınma hakkı mücadelesi bile tek başına önemli bir göstergedir. Seçimler bütünsel ve sürekli bir mücadele sürecinin içinde değerlendirilmesi gereken ara dönemlerdir.
***
Oyun kimlere verilmeyeceği belli de kime verileceği belirsiz. Bu konuda solun çeşitli parti ve bağımsız adayları mevcut. Ancak sol adına parlamentoya girmeye aday olanlar da ne yazık ki ortak bir programda birleşmiş ya da birbirlerinden farkını program düzeyinde ortaya koyabilmiş değiller. Bu konuda seçimlerden önce başlatılan tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Ve ortaya bazı seçim bölgelerinde neredeyse 5-6 taneye ulaşan sol adaylar çıktı (Bu dönem, solun birkaç istisna hariç neredeyse tamamının gerekçeleri ne olursa olsun parlamentoyu hedeflemesi seçimlerden sonra özellikle değerlendirilmesi gereken bir konu başlığını oluşturuyor). Kuşkusuz bu durum karşısında solcuların kendilerine yakın hissettikleri (bu yakınlığın kriterleri tamamıyla öznel/duygusal nedenlerden kaynaklanacak) sol adayı desteklemeleri yanlış olmasa da eksik olacaktır.
Özellikle sol adına bağımsız aday olarak ortaya çıkanlar göz önüne alınırsa eksikliğin temel nedeni çok açık ortaya çıkmakta. Bu adayların hangi programı ne adına savundukları bir muamma. Aday olmadan önce mümkün olan en geniş toplulukla bir ortak metin dahi oluşturulamadı. Kendilerini denetleyen ya da seçildiklerinde denetleyecek, kendilerini sorumlu hissedecekleri bir halk kesimi de mevcut değil. Sadece kişisel iyi niyete güvenilmesi ya da yakın arkadaşlarla yapılacak ortak mesaiye güvenilmesi isteniyor. Bireyler, iyi niyete güven üzerinden siyaset yapabilir ya da yapanlara destek verebilir ama siyasi topluluklar iyi niyetin ötesinde kriterler aramak zorundadır. Üstelik bu kriterler “ehveni şer” tercihini de hiçbir zaman barındıramaz.
Yasal parti formunda örgütlenen sol anlayışlar da her sandık kurulduğunda aynı krizi yaşıyorlar. Kuruluş gerekçeleri parlamentoda varolmak yani seçimlere katılmak olduğundan, bunu gerçekleştirmek için ya ilkesiz davranışlara giriyorlar (EMEP ve SDP örneği) ya da kuru ajitasyonla seçim döneminden kurtulmaya çalışıyorlar.
Sol birliğe en çok onların ihtiyacı olmasına rağmen birlikte hareket etmek ile içinde bulundukları grubun varolma çıkarları yaman bir çelişki oluşturuyor. Ve solu temsil etme görevine soyunmuş ama solu ortak bir programda birleştirememiş, solun dağınık görüntüsünü besleyen, davranışlarının nedenlerinden ve sonuçlarından sorumluk duymayan, seçimler bittiğinde “nerede kalmıştık” alışkanlığıyla davranacak bir sol zihniyet sahneye egemen oluyor.
***
Solun bu haline 22 Temmuz’u yani seçim sandığını merkeze alarak müdahale edebilmek olası değil. Ancak 23 Temmuz’dan sonraki dönemi göz önüne alarak değerlendirmek gerekli. Sol düşüncenin kamusal alandan ve siyasal alandan bu kadar uzaklaşmış/uzaklaştırılmış olduğu bu dönem mutlaka farklı arayışlara neden olacaktır. En geniş kitlelerin de sadece yukardan cepheleşme mantığı içinde “uygun ölçüde ve uygun biçimlerde” siyasete katılımına olanak sağlayan, bunun ötesine geçilmesiniyse zinhar yasaklayan mevcut rejimin sınırlılıkları da siyasetin tadı damağında kalan kitlelerin beklentileriyle ve dolayısıyla arayışlarıyla uzlaşmaz bir karşıtlık içindedir. Bu arayışları başarıyla göğüsleyebilecek olan da, başarısızlığı sağlayacak olan da yine sol güçlerin kendisi olacaktır. Fakat bu durum, bu dönemi 23 Temmuz’u beklemek anlamına gelmemeli.
Halkın Hakları Forumu’nun oturum ve atölye programlarının üzerlerinde titizlikle, sabırla ve ısrarla durulmalı, mücadele somut kanallara doğru ilerletilmelidir. Bu noktada ilk yapılması gereken, Halkın Hakları programının güncel yönlerinin geliştirilerek devrimcilerin seçim programına uyarlanması olmalıdır. “Karadeniz Kararmasın” gibi somut mücadele kanallarının bu dönemde yankılanması için azami çaba sarf edilmelidir.
Düzen partilerinden ve hatta mevcut sol partilerden çok daha yüksek bir enerjiyle, halkla güven bağlarımızı daha da geliştirerek, onlara yalan dolan vaatlerde bulunmamanın özgüveniyle ve onlara sorunlarının gerçek çözümlerinin onlarla birlikte üretilebileceğini kavratarak, seçim sürecinde bu kanalları değil zedelemek, tam tersine onları derinleştirerek, çok daha fazla çalışmalıyız.